ÇIĞLIK, ELBETTE! – Ali Hikmet EREN

 

Şiir söz konusu olduğunda, iktidar alanını şu ya da bu şekilde dayatan, elindeki imkânları sonuna kadar kullanarak egosunu test eden şairler hep olmuştur, oluyor. Ego’yu, yaratı’nın bir gereği olarak görmek doğalsa da, şairin iktidar olma, hep ‘orada’ kalma, şiiri bir ‘benzemeyenine’ bırakamama hastalığını bir türlü anlayabilmiş değilim; hala değilim!

Sorun, şiiri tanımlarken ‘kısa’ zaman dilimlerini kullanmakla ilgili belki de. Ve bu sorun, zaman çok da görece bir kavram olmasına rağmen, yaşam alanlarını günübirlik ya da geçmişlerinden aparttıkları yeni şiirlerle tartan, hatta, bu yaşam alanlarına ‘ben merkezli bir şiirden ısrarla bakabilen şairlerde yoğunlaşıyor daha çok.

‘Yeni şiir’in yok sayıldığı, son dönemde yazılan şiirin önceden tanımlanmış zaman dilimlerine göre yeniden tanımlanmaya çalışıldığı, sınıfsal, kimi zaman tarih içinde tarihsel, yaş ve cinsiyet sorunlarıyla hor görülmeye çalışıldığı bir dönemdeyiz şimdilerde… Matbaa yeniden keşfolundu ya, bu dönemde işte; yağmur sonrasındaki ebemkuşağı gibi, birbiri ardı sıra çıktı edebiyat dergileri; kitaplar, şairler de; her biri kendi imgelem dünyası ve ‘çevresi’ ile!

Bu kakafoni ve ‘çokluk’ ortamında, 90’lardan sonra şiir yazılamadığını savlayanlar, boşluk gibi görünen bu karmaşayı kullanmaya ve kendilerine şiir adına pay çıkarmaya çalışanlar oldu. Ne var ki, tam da bu yıllarda işte, ciddi bir değişim içine girdi dünya; değerler, cinnet, şiir bile!

Şiir, tarihsel değil, herkesin kafasına göre çizelgelediği zamansal dilimlere bölünmeye -ki bu dilimlemeler hayatta kalma çabasıydı kimilerinin de-, her bir zaman dilimi için de ayrı kahramanlar, iktidarlar yaratılmaya başlandı. Yeni bir moda çıktı sonra da; genç şairi karalamak, aşağılamak; ‘aslında hiç yoklar’ı söyleyebilmek gibi; şiiri en başa dönerek yeniden tanımlayan, sadece ve sadece ‘toplumcu gerçekçi’ şiir adına şiire bakabilen yeni bir güruh! Daha da uzatalım elbette; 80 sonrasında şiir yazamayan, 90’lara yetişemeyen, 2000’li yıllarda hiç olamayanlar…

Söylediler ağırlıkla bunu… Sonra biri, birileri çıkıp, yazamadıkları o şiir için, şiiri tanımlamaya kalktı, kalktılar; başarılı bile oldular, kendilerine tanınan o sayfalarda, o zaman dilimlerinde. Hepsini tanıma şansımız oldu bizim de zamanla… Dönüp dolaşıp, aynı yere geldik sonra.

İkinci yeni’den sonra şiir yazılamadığı ya da yazılan şiirlerin kelime oyunlarına, dize kırmalarına -sözcükler de, dizeler de, şairler de kırılabilir oysa!-, genç şairlerin anlamı, ancak ve ancak bu şekilde yaratmaya çalıştıklarına inanan; şiirin kendi milatları ile başlayıp, kendi son’larıyla biteceğine inanan ‘muhteris’ler bile oldu son dönemde.

Edebiyatın babadan oğula geçen bir ahilik geleneği ve ustanın zanaatındaki ‘püf noktası’nı keşfetmeye adanan bir çıraklık sistemi olduğuna inananlar; şiirin ancak ve ancak yeni’den, ‘yeni olan’dan ortaya çıktığını, devinimin gençlerle olabileceği unutanlar oldu…

Seçilen şiir/şair pazara uygun bir nesne olmalıydı aynı zamanda da. Onu dönüştürme, paketleme işi de yine ‘usta’larca yapıldı. Genç şairler için kimlikler oluşturuldu önce. Kimlik, ‘usta’ şairlerin durup dururken ürettikleri, katkıda bulundukları bir ne’lik oldu; ustaların kendi geleceklerini koruma altına alabilmeleri içindi bu çabaların çoğu da!

Şiir adına sürekli karşı çıktığım ‘Usta-Çırak’ ilişkisi, daha çok ‘Yaşlı-Genç’ ekseninde şekillendi son dönemde; şiirin yaşı unutuldu. Kimi genç şairlerin işine de geldi bu durum. Seçilmiş olmak, hiçbir estetik kriterin, eleştirel hiçbir sistemin olmadığı bir yazın ortamında, uzaktan beğeninin bile işe yaradığı bir ‘cemaat’ ilişkisinde yani, yürümek kolaydı elbette!

Dinsel, kültürel, ırksal, cinsel ya da mezhepsel ayrımlardan yola çıkanlar, ne’lik oldular sadece. Sen nesin? sorusu, kürdüm, eşcinselim, sivaslı’yım, gelenekçiyim, sesçiyim ya da islamcıyım türünden, kendisine ‘verilen’ kimliklerle yanıt buldu genç şairde. Genç şairin görevi nesneleştirene karşı direnmekti oysa. Bir yandan nesneleşip ‘pazarlanabilir’ oluyor, pazarın doyumuna ulaşıyor, bir yandan da kendini anlatmaya çalışıyordu genç şair; artık gereksiz olan cılız sesiyle.

Seçilmiş olmanın albenisi, genç şairimizi afyonlamaya, kendi şiirinden yola çıkarak, şiiri, en çok da ‘verili şiiri’ kutsamasına yardım etti; ben, biz oldu!

Küçük de olsa bir iktidar alanı yaratmak isteyen ve sırf ‘zamanı’ esas alarak ustalığa soyunan kimi ‘sayın’ büyüklerimiz, öncelikle başkalarının, özellikle de ‘yaşça’ kendinden daha küçüklerin şiirlerini onaylamakla başladılar işe. İşin can alıcı noktası da buradaydı işte!

Zarı atardınız ve zar size geri dönerdi; hem de büyümüş olarak. Hep böyle olurdu; matbaadan önce de böyleydi bu. Sorun, genç şairin kendine güven sorunundan ve yazdıklarından emin olamamasından, ustaların beğenilerinden kaynaklanıyor biraz da; el birliği ile gerçekleştirdiğimiz bir sorunsaldan!

Kendini kanıtlamak adına ortaya çıkarak, ustaların bilgisi/birikimi altında ezilmek, dört yanını sarmış iktidar ve söz bolluğunda yanlış bir söz söylemek istemiyor genç şair; böyle bir derdi var. Şiir yazabiliyor olmak yetiyor ona. Zamanla, şiiri mistisize edip ‘hedef’ haline getirdiğinde ise, ‘ödül ve borçlanma’ ilişkisinin içinde buluyor kendini.

Çırağımız ya ustasını pür dikkat dinleyip işin olası püf noktalarını kaparak, belli bir yaşa geldiğinde de kalfalık, ardından ustalık belgesini duvarına asıp kendini başka çıraklar yetiştirmeye adayacak ya da bu hedefinden daha baştan vazgeçerek, ustalık özlemini ve azmini başka işlerde, sözgelimi oto tamirciliği, berberlik ya da marangozlukta sınamaya çalışacak.

İkinci ve zor olan seçenek şiirin yanında taraf olmaktır işte. Şiirin, olmak istediğimiz yerde değil, olmak istediğimiz yerin şiir olduğunu anlamamız gerekiyor.

Geleceğin şiirinin nasıl olacağından (açık, yarı açık, üstü kapalı: vs.) dem vuran, şiirin yaramaz çocuklarının önünü kesmeye çalışan bu usta işi iktidar hesapları, görselliğin ve medyanın da arkasına gizlenerek kendilerince planlar yapmaya devam ediyor. Bugün o gençlerin elinden tutan, onları yeşil bir bahçeyle kandırmaya çalışan medya ve pazar bahçevanı, yarın onları bir bağ makasıyla budayacak belki de!

“Çığlık, aramaktır olmayanı!” diyor Melih Cevdet… Usta’lık krizine girmiş yüzlerce şair varken; kimi dinleyecek ki genç şair; korkarak, ne yazacağını bilemeden; çağının cinnetinden başka, neyi arayacak?

Hep söylüyorum, söyledim; bayram sabahlarının zorunlu akraba ziyaretlerine gitmez şiir; şiir el öpmez; çığlıktır çünkü! Sesi kısılacak kadar uzun yaşayanlar atamazlar o çığlığı…

   

Eliz Edebiyat, Şubat 2017

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir