CİNNETİN ŞİİRİ – Serdar AYDIN

 

( POETİKAMIN KAVRAMLARI ÜZERİNE–I: YARA, CİNNETİN ŞİİRİ VE POETİK HİÇ’LİK…)

 

“Ey anlam, karabasan değilsen bizi hatırlama,

bilinmezin ışığında uzaklaş bilge karla örtülü kış göklerine!” (1)

 Simgelerin düşünce oluşumları ve oluşan düşüncelerin aktarılmasındaki işlevsellikleri “temsil etme” özelliklerinden kaynaklanır. Aktarılacak olanın, bir simge ya da simge dizgesi ile temsil edilmesi, başat anlamların yanı sıra yananlamlara, çağrışımlara olanak sağlarken, simgelerin yaratıcı imgelemle olan ilişkilerine de vurgu yapar. Dolayısıyla simgeleştirme (ve ifade olanaklarının simgelerle çoğaltılması) yaratıcı bir etkinliktir. İnsan aklının ve yaratıcı gücünün yetkin örnekleri olan söylenceler, masallar vb. ürünler simgesel kavrayışın ve ifade edişin başat örnekleridir. Hatta sanatın bir simgeselleştirme ve ifade etme kılgısı olduğu söylenebilir. Sanatçının kavrayışını simgelerle ifade etmesi, sanat yapıtlarının güzeli içeren simgeler olması sonucunu doğurur. Yaratıcısının yapıtta simgeselleştirerek ifade ettiği güzel, algılayıcıların yükleyebilecekleri çağrışımlarla sonsuz anlamları, kodlanmış olanın sonsuz çözümlerini içerecektir. Bu durum,  sanat yapıtının çokanlamlılığının bir sonucu olmakla kalmayıp, yapıt ile ilgi içerisine giren algılayıcının simgelerden oluşan yapıtı yine simgelerden yola çıkarak algılamasının, yorumlamasının da bir sonucudur. Yorumlamanın birçok bileşeni olmakla birlikte, sanatçıyla algılayıcı arasındaki iletişimin simgesel ve sanata ilişkin bir üstdil aracılığıyla gerçekleşmesi esas önemdedir. Söz konusu iletişimin kodlayandan/ simgeleyenden çıkan kodlanmış/simgelenmiş iletinin kod çözücüye/algılayıcıya ulaşması ve kodların/simgelerin çözülmesiyle gerçekleşen bir süreç olması sanat yapıtlarının algılanmasında simgelerin önemini, işlevselliğini ortaya koyar.

Garden-of-Earthly-Delights-Quiz-Header

 

“Sanat, varlığımızın anlamını simgeleştirir.”(2)

Yukarıdaki tümce Andrey Tarkovski’nin sanat anlayışını ortaya koyarken simgelerin sanatla olan ilişkisini de belirlemektedir. Sanatın varlığımızın anlamını simgeleştirmesi, ya da varlığımızın anlamının sanatla simgesel olarak ifade edilebilmesi; böylesi bir edimi gerçekleştiren sanatçıların hangi simgeleri kullandıkları, simgelerin neliğinin irdelenmesi gibi soru ve sorunlarla da yüzleşilmesini gerektiriyor. Özellikle anamalcı değerlerin mutlaklaştırıldığı günümüzde, varlığımızın anlamına ilişkin simgelerin neler olabileceği sorusu oldukça ilgi çekicidir. Şimdi soruları çoğaltarak yazımızı sürdürebiliriz:

Günümüzde yaşanan hayatın bir simgesi var mıdır?

Günümüz için, varlığımızın anlamının simgesel karşılığı nedir?

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki bu tür sorulara verilecek yanıtların çokça öznel olacağı açık. Çünkü bir sanatçının varlığını, varlığının anlamını kavrayışı ve sonra da simgeleştirerek ürünlerinde dışsallaştırması o sanatçıya içkindir. Sanatçının özgün ürünleri, ifade olanaklarının zorlanmasının, yeni ifade olanaklarının bulunmasının bir sonucuysa, simgelerin çoğulluğu da bu çabanın bir sonucudur. Ancak her koşulda ortak paydaların olduğu, ya da öznel olan her şeyin bünyesinde nesnel artalanların bulunduğu gerçeği de yadsınamaz. Sözgelimi aşkın,  ayrılığın,  ihanetin, ölümün ve hayata ilişkin daha birçok olgunun ortaklığı bu olguları yaşayan sanatçıların ürünlerine yansırken bir şekilde farklılaşmakta, öznel olanla, sanatçının yaratma gücüyle ilişkilenmekte ve sanatçıların çoğulluğu oranında farklı anlatım biçimlerine ulaşmaktadır. Diğer bir anlatımla aşk, ölüm, acı vb. sözcükler ortak olanın gösterenleri olsa da, bu gösterenlerin ürünlerdeki dışavurumu/ifade şekli/simgeleri gösterileni sonsuzlaştırmakta. Şimdi bizim için, hayatın simgesinin, ya da varlığımızın anlamına ilişkin simgesel karşılığın “Yara” olduğunu söyleyerek, bu yaranın neliğini belirlemeye çalışalım:

Devasa bir yara: Yer yer kabuk bağlamış, irin dolu. Her an kanayan,  büyüyen, irin sızdıran, irinin yapısal dönüşümler geçirdiği bir yara… Organik bütünlüğün bozulduğu, çürüyüşün başat olduğu bir yara. Yaranın, oluştuğu organizmayı kuşattığı, her şeyin yara olma durumunu güçlendirdiği ve bir an sonra yaradan başka bir var olma durumunun, varlığın kalmayacağı bir gerçeklik; varlığın, var olma koşullarının yarayı bütünlediği bir gerçeklik: yaraya dönüşme durumundan kaçışın olmadığı bir gerçeklik: ya da gerçekliğin yaraya ve yaranın özündeki irine dönüştüğü, irinin tek gerçeklik olduğu, kendini gerçeklik diye dayattığı bir durum. Çünkü yara, doğası gereği bir bozunumu önceler. Bozunumun yoğunluğu çürüyüşü ivmelendirir. Zaten çürüme bir çeşit yoğunlaşmış bozunumdur. Ve yara, varlığın çürüyüşünün simgesidir.  Varlığın çürüme hızı, yaranın var olma hızıyla koşuttur. Çürüme ne kadar hızlı ve bütünsel ise, yaranın oluşumu da o kadar hızlı ve bütünseldir. Yara, çürüme/çürüyüş aracılığıyla varlığın karşısına yokluğu koyar. Varlık, yaranın dönüştürücü etkisi ile çürümeye, yok olmaya başlar. Yaranın işlevselliği bozunumun hızına ve ölümün/ yokluğun kesinliğine içkindir. Yara, dönüştürür. Dönüşüm çürümeye, ölüme, yokluğa, hiçliğe evrilir. Bu evrilme yaranın tüm varlığı ele geçirmesi, varlığın kendisi olmasıyla sonlanır. Yani “mutlu son”, irin dolu bir yaranın ta kendisidir.

Evet, bir yara:

Hayatın, yaşananın simgesi olan bir yara. Bir an kendimizi soyutlayıp, nesnelleştiğini varsaydığımız böyle bir yaraya karşıdan bakınca göreceğimiz  “şey”in iğrençliği tartışılamaz bile. İşte, iğrençliği tartışılamayacak böylesi bir yaranın simgelediği “şey” yaşadığımız bu anamalcı hayatın, toplumun kendisi değil midir? Her şeyin “globalleştiği” bu çağ ve yaşanan hayat, bütün varlık özellikleriyle böyle iğrenç bir yarayı tanımlar. Süreç kıyıcı ve kaçınılmazdır.

 

Varlık → Hayat →Yara → Çürüyüş → Ölüm → Yokluk → Hiçlik

 

Yukarıda çizgisel olarak belirlenen süreç içerisinde temel sorunun bu iğrenç yara ile yüzleşip yüzleşememe olduğu söylenebilir. Söz konusu soruna/soruya verilecek yanıt bu çağda yaşayan herhangi bir sanatçının/bireyin yaşamsal eylemlerinin, sanatsal üretiminin rotasını belirleyecektir. Bizce, yara ile yüzleşememe durumu,  anamalcı dizgenin ve egemenlerin yarattığı simülasyonun, yanlış bilincin, tümel yanılsamanın gücüne teslimiyeti ortaya koyar. Yüzleşmek ise bütün verilerin, yanılsamanın parçalandığı, koşulsuz özgürlüğü önceleyen bir savaşımın betiği, kılgısı olacaktır. Şimdi (ikili) yol ayrımı karşısında sanatçının konumuna değinmenin tam sırasıdır. Varlıkbilimi açısından düşünüldüğünde, sanat yapıtının, yapıtı oluşturan reel ve irreel varlık tabakalarının hayat ve düşle olan ilgisi, aynı zamanda yukarıda belirlenen irin dolu bir yara ile simgelenen bu hayatla yüzleşen/ yüzleşemeyen sanatçının kılgısının imleri olacaktır. Reel olanın hayatla, kılgısal olanla ilişkisi, sanatçının hayat karşısındaki konumuyla ilişkilidir. Dolayısıyla hayatın simgesi bir yara ise, bu yaranın tümelliği karşısında kendini ifade etmeye çalışan sanatçı, aynı zamanda yapıtının irreel varlık tabakasının özelliklerini de belirler. Bu belirleme bilinçli/iradi olmayabilir. Ama üründeki yansıması, yansımayı yaratan bilinci/iradeyi de içerir. Yani, reel ve irreel olanın sanat yapıtında temellenmesi, sanatçının yara karşısındaki konumunun kılgısal gerçekliğidir. Ürün belki de söylenen her şeyin özetidir. Ayrıca sorunun tanımı, itaat-isyan ikiliği çerçevesinde de yapılabilir. İsyanın yüzleşme, itaatin kaçış ile örtüşmesi, varlığını gerçekleştirmeyi amaçlayan sanatçının bir asi olmasını kaçınılmaz kılar. Yüzleşmeden kaçanın ise yaranın varlığına dahil olmaktan, itaati mutlaklaştırmaktan başka seçeneği kalmaz. İtaat edenin mutlak boyun eğişi, süredurumu ve aidiyeti güçlendirir.  Daha da kötüsü, asi gibi görünüp iktidara karşı çıkarken iktidarın bir parçası olmaya çalışan, kavram yoksullarının, cahil ve “yürekli” omurgasızların, ruhunu yarayı yaratan efendilere satan Faust’ların Bizans oyunudur. Bu tür oyunlara başvurmadan, hayatla, bu hayatın simgesi olan Yara’yla yüzleşen, bu yüzleşmeyi ürünlerinde estetik yapılar olarak ifade eden sanatçıların yaşanan çağın ve varoluşlarının diyetlerini ödediklerini düşünüyoruz.

51a096a1ebee36d4a21de965a7ce89a9

Şimdi bu nitelikteki sanatçıların ürünlerini göz önünde tutarak günümüz şiiri hakkında saptamalarda bulunmak istiyoruz: Öncelikle günümüz şiirini tümel olarak kuşatacak bir kavram olup olmadığı sorusundan yola çıkarak, bizim için böylesi bir kavramın var olduğunu belirtelim. Bizce bu kavram CİNNET’tir. Günümüzde yaşayan ve üreten bir şairin şiiri bizce cinnetin ta kendisi olmalı. Ya da bu çağı ve hayatı yaşayan şairin yazdığı, olsa olsa Cinnetin Şiiri’dir. Neden cinnet? Çünkü yazının en başından itibaren belirlemeye çalıştığımız tüm olumsuzlukları, devasa bir yaraya dönüşmüş bu hayatı, yaranın bir parçası olarak dünyaya atılmış bireyin/sanatçının trajedisini, bütün çağrışımları ve anlam açılımlarıyla ancak CİNNET sözcüğünün/kavramının ifade edebileceğini düşünüyoruz. Her anlamdaki yabancılaşmayı sürekli bir durum olarak yaşayan, şeyleştirilmiş, bütün değerleri verili olan bu hayatı efendilerin buyrukları doğrultusunda yaşamaktan öte bir anlamı kalmamış anamalcı tüketim organizmalarının, yani “insanların” yaşadıklarının ancak cinnet sözcüğü/kavramı ile belirlenebileceğini savlıyoruz. Cinnet, duygu durumlarının yoğunluğu, içerdiği yüksek gerilim ve kaçınılmaz sona yakınlığıyla tam da böyle bir hayatın simgesi olacaktır. Ya da cinnet, yara ile birlikte hayatın simgesel bütünlüğünü oluşturacaktır. Bu simgesel bütünlük, irin dolu bir yarayla simgelenen hayatın kılgısal gerçekliğinin cinnet olması ile oluşacaktır. Yararcılığın, konformizmin ve mutlaklaştırılmış anamalcı değerlerin batağına saplanmış öznenin yaşadığı her şey cinnet ile belirlenirse, bu yaşananın tümel karşılığı da yara olacaktır. T.W.Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” tümcesi anımsandığında, böyle bir tümce ve bu tümceyi söylettiren acı geçerliliğini korurken, yazılan şiir nasıl bir şiir olmalıdır? Toplama kamplarının yerini toplu konutlar; insanları topluca katleden faşizmin, totalitarizmin yerini uluslararası sermaye ve bu sermayenin kurum, kuruluşları, yöneticileri almışken neyin şiiri yazılabilir? On dokuzuncu yüzyılın vahşi anamalcılığının değişip, dönüşüp ama etkisini, yaygınlığını, gücünü daha da artırdığı günümüzde sevgililer gününde sevgiliye bir çiçek almanın mutlak zorunluluğu ve pazarlamanın aşkı bile pazar şartlarına uydurarak bir pazarlama öğesine dönüştürdüğü günümüzde nasıl bir şiir yazılabilir? Bugün yaşamakta olan hemen herkesin bildiği bu gerçekleri daha fazla dile getirmenin belki de hiçbir anlamı yok.

bosch-goed-detail

Şimdi şairin/sanatçının şiir/sanat adına ne yapabileceğine ilişkin öznel düşüncelerimizi belirterek, yazımızı bitirebiliriz. Bizce, yazılacak şiir, Yara’nın tümelliği ile cinnetin tikelliği arasına sıkışmış ya da fırlatılmış olan şairin bu duruma ilişkin öznel güncesi olacaktır. Bu günce/şiir kılgısal/tikel  anlamda cinneti, kuramsal/tümel anlamda da irin sızdıran, o devasa yaranın varlığını imleyecektir. Bu şiir rakı masalarında meze olamayacak kadar “sert”, rahatsız edici ve sıkı olmalıdır. Yaşananın, yani reel olanın karmaşıklığı nedeniyle, bu karmaşıklığın estetik yansıması olan şiir de karmaşık ve “ kapalı” olacaktır. Çünkü Cinnetin Şiiri’nin dili, söylemi, ritmi, imgesi cinnetin kendisidir ve cinnet hiç de yalın, açık bir “şey” değildir. Dolayısıyla bu şiir “duygulanmayı” ve duygusal bir mastürbasyonu içermez. Cinnetin şiiri kimi zaman oldukça lirik özelliklere sahip olsa da, bu lirizm cıvık ve hayatın dışında bir yerde değildir. Hayatın içindedir. Ve cinnetin şiiri yıkıcıdır. İtaati, sinikliği, buyrukları, efendileri, verili kurtuluş reçetelerini ve çürümüş hayatı meşrulaştıran dil ancak ve ancak parçalandığında cinnetin şiirinin diline, söylemine ulaşılabilir. Çünkü “yıkmak yaratıcı bir dürtüdür.” Ve bu şiirin anlamı, anlamsızlığı da içerir. Anlamın im vermeyle ilişkili olduğunu bilen herkes bu şiirde öncelikle anlam aramamalı. Söylem ve dil, kabul edilmiş olanların dışında yeni anlam/anlamsızlık alanları yaratır. Burası hiç’liğin şiirsel yansıması olan “Poetik Hiçlik”tir. Poetik Hiçlik aynı zamanda Poetik Yokluk’tur. Varlığa karşı yokluğun, poetik olana karşı poetik olmayanın, şiire karşı şiir olmayanın koşutlandığı bir alandır. Poetik Hiçlik, Auschwitz’den sonraki,ya da döngüsel olduğunu düşündüğümüz tarihin her anındaki acıların tanımlandığı bir alanda yazılan şiirin yurdudur. Belki de poetikanın, şiirin olanaksız olduğu, aynı zamanda şiir olmayan da olduğu bir varlık alanıdır. Ya da şiir  (“Olmayana Ergi” Yöntemiyle) kendi varlık alanını, yokluğun ürkütücü parametreleriyle belirler. Bu belirleme ancak Poetik Hiçlik’te gerçekleşir ve şiir ancak cinneti                                                       dillendirebilir. Cinnetin yoğunluğu, enerjisi ve bu enerjinin boşalma anındaki şiddeti, bugünkü şiirin şiddetini belirlemelidir. Yani Poetik Hiçlik aslında tam da hayatın kendisidir. Çünkü hayat yukarıda belirlenen bütün karşıtlıkları içerir. Yani hayatın/şiirin karşısında ölüm/şiir olmayan, özgürlüğün karşısında esaret, aydınlığın karşısında karanlık bulunmaktadır. Bütün bu karşıt durumlar, karşıtlıklarıyla birbirlerini tanımlarken tanımsızlıklarını da yaratırlar. Bu karşıt bütünlük, şiirle şiir olmayan arasındaki ilişkiyi de belirler. Ve şairler hayatın sahtecileri değil, yüzleşmecileri olmalıdırlar. Çünkü cinnetin şiirini yazacak olan şairin konumu, idam mangasının karşısında dikilmiş asinin, kendini yok edecek cellatların ve uğursuz namluların gözbebeklerine bakarken ki durumudur. Geri planda ölümün gelişini haber veren davulların gürültüsü, yaşanacak acıyı sonsuzlaştırırken; şair acının ve cellatların gözbebeklerine korkusuzca bakandır. Ölüme/idama karar verenlerin, hayatı irin dolu bir yaraya ve yaşananı cinnete dönüştürenlerin karşısında olan şairin “suçu” bu çürümüşlüğü haykırmaktır. İşte bu haykırış cinnetin şiiridir. Var olduğu için acı çeken, düştüğü uçurumu anlamlandırmaya çalışan, hiçliğin her şeyin başlangıcı ve sonu olduğunu bilen ama aynı zamanda bu hiç’i yaratma istencidir bu şiir. Anlaşılmıştır ki Godot gelmeyecektir. Çünkü Godot yoktur. Ama şiir vardır ve bu, cinnetin şiiridir. Şair “kimsesizlerin kalabalığında bir kimsedir.”(3) Aslında var olmasıyla birlikte kimsesizleşmiştir. Kimsesizdir. Kendini hayata ve dünyaya fırlatılmış olarak duyumsadığından, fırlatıldığı bu hayat içerisinde var olmaya, kendi değerlerini yaratmaya çalışır. Ama değerleri yaratanın, kendini,  yarattığı değerlerle sorgulaması, değer yaratma erkini ortadan kaldıracağından sonuçta mutlak bir değersizliği oluşturur. Bu durum hiçliğin kendisidir. Yenginin ve yenilginin aynı anda var olmasıdır. Ve cinnetin şiirini yazan şairin kaçınılmaz varlık durumudur. Savlarımızın iç içeliği ve karmaşası var olanın iç içeliği ve karmaşası ile ilişkili olup aşağıdaki gibi şekilsel olarak gösterilebilir.

 

cinnets

 

Rimbaud’un  “cehennemde bir mevsimi”, Lautrémont’un inanılmaz öfkesi böylesi bir varlık durumunun belirleyenleridir. Belki de irin dolu devasa bir yaraya dönüşmüş bu hayat içerisinde, cinneti yaşayan şairin konumu o lanetlenmiş şairler kuşağına koşut olmalıdır. Bu şairler erk tarafından lanetlenmişlerdir; yarayı, irini,  cinneti anlatarak güzeli aramaktadırlar.  Böylesi bir arayışın sonuçları ise günümüz şiirini yaratanların ürünlerinde ortaya çıkmalıdır. Ama ne yazık ki günümüzde yazılan şiirin büyük oranda “kalp” bir şiir olduğunu söyleyebiliriz. Farklı tarzlarda yazılan şiir, ortak paydasını hayatın dışında olmakla belirlemektedir. Şairlerin ürünlerine bakıldığında yaşanan bunca acının, cinnetin, çürüyüşü her an daha da hızlanan yara’nın sanki başka bir dünyada yaşandığını görürüz. Birçok “şair” halinden memnun; konumunu güçlendirecek ödüller, bar ilişkileri, içeriksiz ama saldırgan tavırlarla iktidardan pay kapma telaşında. Bir hayalete dönüşmüş geleneğe sırtını dayayarak hayattan uzak duyarlılıklarla uğraşıp sevgilisini hala nergislere soranlar, “yalın şiir” yazacağım diye kırk takla atanlar, şiiri siyasete alet ederek nitelikten habersiz olanlar, herkese saldırıp büyük laflar ederek ama en basit kavram bilgisinden uzak bir biçimde tozu dumana katıp, birkaç atı birden koşturmaya çalışanlar ve daha nicelerinin oluşturduğu günümüz şiir ortamında her şey çürüyüşü hızlandırmaktan başka bir işleve sahip değil. Şairler birbirlerini lanetleyerek kurumsal edebiyatın dümen suyunda canla başla “şair” olmaya çalışırken hayatı ve şiiri ıskaladıklarının farkında değiller. Edilgen bir şiiri sürekli yeniden üreten ve bu yeniden üretimi de önemli bir şey sanan şuera, artık kendini acımasızca sorgulamalıdır. Yoksa bu çağda, anamalcılığın egemenliği karşısında hala sevgiliyi nergislere sormanın utancını taşımaktan kaçamaz. Bu utanç bugün şiir yazan herkesin, özellikle de “genç şairlerin” boynuna asılmıştır. Genç şair bütün olumsuzlukların, kendine sunulan kurt kapanlarının ve kurtlar sofrasının farkında olmak durumunda. Dize dergisinde “ten” sözcüğünün ortak kullanımına ilişkin değerlendirme anımsanırsa, ilgi çekici bir saptama olan bu konu üzerinde kimi alınganlıklar ve polemikler dışında herhangi bir düşünce üretilmediği görülür. Oysa  “ten” sözcüğü gibi   “aşk” sözcüğünü de her şair kullana gelmiştir. Önemli olan sözcüklerin ortak ve yaygın kullanımı değil, sözcüğün şiirsel yapıdaki ya da şiir birimdeki işlevselliğidir. Sözcüğün şair ve şiir için değeri/önemi, göndergesel iletisidir. Ve şairin özsel evrenine ilişkinliğidir. Bütün bunları göz ardı edip sadece böylesi bir tespitle yetinilmesi ilgi çekicidir. Genç şair, bütün bu olgular karşısında bilgisini, bilincini oluştururken edebiyat ortamının ilişkileriyle değil, yazdığı şiirle varlığını belirlemelidir. Elbet ki dayatılan  hayatın, şiirin, anlam ve söylem  kalıplarının reddedilmesini öngörüp, poetikasını kavramsallaştırıp, varlık bilincini oluşturarak…

“Umutsuzluğumuz insan kalmak içindi.”(4)

 

 

DİPNOTLAR:

(1) Melih Cevdet Anday,  Toplu Şiirleri-II( Ölümsüzlük Ardında Gılgameş), s.209

(2.) Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, s.215,Çeviren: Füsun Ant

(3.) Octavio Paz,Öteki Ses, s.45,Çev: Murat Varlı

(4.) Melih Cevdet Anday, Toplu Şiirleri-II(Ölümsüzlük Ardında Gılgameş), s.282

 

(Devam edecek…)

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir