(c) David Jacques; Supplied by The Public Catalogue Foundation

GÖÇ EDENİN ŞARKISI – Gökhan TOK

Şimdi senin seveceğin kadını seviyorum.

Ölümün ordusu yürüyor sessizce. Boş bakışlar sessiz adımlara yön yeriyor. Ölümün kokusu insanların üzerinde, tadı ağızlarında. Kimse konuşmuyor yanındakilerle. Sessiz bir yolculuk bu. Yerin dibindekiler ayağa kalmış, geliyor. Karanlığın içinden çıkıyorlar; çamurların, yıkıntıların, uçurumların diplerinden geliyorlar.

Ormana gittim. Dokuz yaşındaydım ve hayat ormanda bekliyordu beni. Kardeşim uzaktan el salladı, bir ağacın yanında yorgunluktan iki büklümdü. Olmayan bir çocuğun düşleriydi benimki, yaşamamış çocuğun anıları. Kardeşim büyüseydi sana aşık olacaktı. Sen mahzun bakışlarla onu süzecek ve o gün ölmesi gerektiğini düşünecektin belki.

Yeni bir binyıl başlıyor; bizim, açların binyılı. Evimiz yok, açın kapınızı bize. Gücümüz az, yine de paylaşırız birbirimizle. Evrenin şiirini yazarız ekmeğimiz olsa, yeteneğimiz var, şansımız yok. Sayın bayım, sevgili bayan, açın kapıyı. Bu yolu var eden biz yürüyen açlarız. Öfkeli ölümüz gelen. Kavim kavim geliyoruz, açın kapıyı göçümüze. Güzel günler için açın.

Ölümün orduları yürüyor. Elleri nasırlı, ayakları çıplak. Kanayan yaraları üzerinde sinekler uçuyor. Çürümüş etleri çürümüş düşlerine, yitip giden umutlarına karışıyor. Sesi çıkmıyor hiçbirinin, göz çukurları ıslanmıyor. Yollardan geçiyorlar sessizce. Apartmanların, süpermarketlerin, gökdelenlerin arasına karışıyorlar.

En iyi kapalı kapılar tanır bizi. Kapılar kardeşimizdir ve kardeşimizi öldürürüz sizin için. Sevdiklerimizden ayrılırız siz kapıyı açın yeter ki. Biniz biz, on biniz, yüzbin… açın kapıyı milyon olalım. Sarıyız, siyahız, açın! Köydük kent olacağız, açın!

Ellerim piyanonun üzerinde dolaştı. Parmaklarım teker teker adını andı. Kaç yıl oldu sen bu kentten gideli? Hangi yanlış gelecek aldı seni? Hangi kapıdan geçtin de ben bu yanda kaldım?! Bu tarafta, geçmişin sisleri içinde kaybolan, belli belirsiz el sallayan bir çocuk oldum ben…

Ölümün orduları yürüyor. Aralarında ben de varım. Kaybettiğimiz geçmişi arıyoruz. Yaşamadığımız günleri bizden alanlardan hesap sormak için geldik. Gözlerimiz öfkeli bakıyor, yüreklerimiz üzgün… Size yaşam vereceğiz diyorlar bize; inanıyoruz. Birazcık yaşam, yitirdiğimiz, özlediğimiz, insan gibi yaşayabilme umudu… Sizin olacak diyorlar, inanıyoruz. Onlar için çalışıp, onlar için ölüyoruz.

Ormana gittim. Dokuz yaşındaydım. Kardeşim uzaktan el salladı. Ona aldırmadan koştum. Sislerin içine dağılmaktı isteğim, yağmurun altında erimekti. Uzaklarda bir evde genç bir kadın gördüm. Yaşamını uzaklara taşıyan bir kadın, sevinçlerini…

Bırakılan çocuklarız biz bahçenizde. Gece yarısı kapınıza ağlamaya geldik; görün bizi! Elimizi vermeye geldik, aklımızı, ruhumuzu… Ruhuma karşılık yemek istemek çok mu? Aranızda ruhumu isteyen bir tek Lusifer yok mu?

Ormana gittim. Koştum, kaçtım evimden. Tanıyamadığım küçük kızın gözleri için, başkasından olacak çocuğundan, tıpkı bana benzeyen küçük yabancıdan kaçtım. Kardeşim uzaktan el salladı, sesi rüzgara karıştı; sendeledi  düştü. Ben ormana kaçtım. Dokuz yaşındaydım.

Ölüler ordusu yürüyor sessizce. Ayaklar öyle usulca basıyor ki yere, gözler öyle ürkek bakıyor ki. Bize yaşam sözü verdiniz. Bize sevgi, bize insan olmayı verecektiniz. Hastalıktan ölmeme sözü verdiniz, açlıktan, mermilerlerden, mayınlardan ya da para için ölmeme sözü. Neden ölüm düştü payımıza? Ben neden öldüm, kardeşim neden öldü?

Ellerim kağıtlar üzerinde dolaştı; eski mektuplar, fotoğraflar… Sen hangi sise karıştın o gece?  Hangi sis girdi aramıza? Hangi kent sahiplendi seni benden daha fazla? Ormana gittim. El salladım. Dokuz yaşındaydım. Yaşasam seni sevecektim.

Açın biz ordularız! Kapılar! Kapılar! Çekilin biz yürüyen dağlarız! Biz göçmenleriz! On bin akıldaki tek düşünceyiz biz, yüz bin midede tek dilim ekmeğiz. Açın, açın kapıları bize! Göz kapaklarımızı gerçeğe, umutların yeşerdiği yere açın. Ölüler ordusu yürüyor. Elleri ilerde, elleri birbirinin omzunda, elleri yukarı dönük… İstanbul, ölüler hep sana yürüyor! Londra, Paris, Kopenhag, ölüler geliyor!

Hiç tanımadığım bir kız haberim olmadan gitti bu kentten. Gitmeseydi yabancı olarak kalacaktı. Ellerimin arasından fotoğraflar döküldü. Kardeşim bana el salladı, ben ormana gittim. Annem başka bir kente, başka bir geleceğe… Ben hiç doğmadım.  Dokuz yaşındaydım, sislere karıştım. Yaşasam bir adım da olurdu. Orman gibi, toprak, yağmur, yer, gök gibi. Kardeşim bana el salladı. Onun yaşı benden büyük, elleri benden büyük, gözleri benden büyük. Yaşasa seni severdi o, ben de severdim tanışabilseydik eğer.

Ölüler ordusu yürüyor. Ölü çocuklar, gülmeyi unutmuş anneler yürüyor. Sevdiğinden ayrılmış kadınlar, kardeşi uzak bir ülkede kaybolanlar yürüyor. İçi boşalmış elbiseler yürüyor, duyguları, düşünceleri kalmamış cesetler, isimleri olmayan on binler, gelecekleri yitmiş milyonlar… Göçmenler yürüyor.

Biz kamyonlarda ölenleriz, gemilerle batan, soğuklarda yalın ayak… Yine de umut soluyarak yürüyenleriz. Kubbelerin üzerinde dalgalanırız, minarelerde bizim adımızı okurlar. Biz dünyaya hükmeden geleceğiz ve bilmediğimiz kaderin hakimiyiz. Açın kapıyı! Bizim elimizde kağıtlar yok, ne yeşilimiz ne mavimiz ne de yükseltecek sesimiz var. Biz bozbulanık düşleriz.

Dokuz yaşındaydım. Dokuz yaşında insanı sadece orman korkutur, orman ağlatır. Dokuz yaşında ağlamazsın çocuğunun öldüğüne, doktor bulamadığına, en yakın doktorun ormanda değil kentte olduğuna. Bilmezsin parasız yaşamayacağını hasta çocukların. Korkmazsın kardeşini kaybetmekten. Dokuz yaşında ancak gidemediğin ormanlara ağlarsın, kavuşamadığın yeşilleri düşünürsün.

Ölüler ordusu yürüyor; ben de varım aralarında.  Dokuz yaşındayım. Babam ağlıyor yanımda. Kimse ona bakmıyor. Yalnızca ölüm kentinde babalar ağlıyor. Yürüyoruz sessizce. Sevdiğim kız başka bir kente gitmiş; kardeşim ölmüş. Yürüyorum; binlerce ayak benimkilerle yürüyor. Öyle yoksul, öyle çaresiz gelecek… Ben dokuz yaşındayım, göçmenler ordusu bin yaşında, babamın gözleri hepsinden yaşlı.

Ölümün ordusu yürüyor. Siz yüzer eğlenirsiniz denizde, biz boğuluruz. Siz ışıklı salonlarda gülersiniz, biz karanlıkta üşürüz. Acı ekmeğimizin üzerine sürdüğümüzdür. Aşk bizi öldürür, bilmediğimiz tadlar bırakır ağzımızda. Ellerimize kelepçe olur. Ne siz bizi seversiniz, ne biz cesaret ederiz sevilmeye. Bildiğimiz tek şarkı iki kelime: “Gelecek seneye…”

Ölüler ordusu yürüyor. Göç kanatlanmış yürüyor. Gerçek kanayan bir yara gibi; bize düşler gerek. Düşlerimizi size verdik, istediğimiz yalnızca ekmek. Elimiz böğrümüzde geliyoruz size. Ne paramız var ne pasaportumuz. Kimliğimiz yok geleceğimiz yok. Öfkemiz var, korkumuz, acılarımız; yürüyoruz. Susuyoruz hepimiz, dilsiz dertlerimiz var.

Kıraç toprak rengi ellerimiz kemikli. Kaba saba çalıyoruz kapınızı, bize acıyıp açın. Yaşam kentinin güzel insanları biz geldik. Yürüyen ölüleriz biz. Dokunduğumuz tozdur. Açın bize kapıları! Açın…

Özlediğim yeşilim; neredesin şimdi?

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir