“Sorular da döker mi bir gün yapraklarını?” Alova/ Sfenks’in Doksan Dokuz Sorusu
Niye soru sorarız?
Bu konunun kendisini bile niye bir soruyla açarım? Kim bilir?
Meraktan mı? Bilgiye olan açlığımızdan mı? Dedikoduya olan merakımızdan mı? Tanımak için mi? Muhabbet etmek için mi? Tilkilik yapmak için mi? Anlamak için mi? Adalet için mi? Haber yazmak (5N1K- Ne, nerde, nasıl, niçin, neyle ve kim) için mi? Polislikten mi? Mantıklı olmak için mi? Vakit öldürmek için mi? Gücü elinde tutmak için mi?…
Hep soru, hep soru, hayatımız soru… Hal hatır sorarak başlıyoruz, ÖSS’ye kadar vardırıyoruz soru sorma işini. “Ahiret soruları” da cabası. Sorularımız, “ilgi” aşamasından, “sorgu” aşamasına kadar gidiyor. Genellikle ilgili ilgisiz soruyoruz. Evlenirken nikâh memuru sorar, “… kocalığa kabul ediyor musunuz?” Müslüman ölünce hoca camide sorar, “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Avukata gidersiniz sorar, gazeteciye gidersiniz sorar, doktora gidersiniz sorar, tamirciye gidersiniz sorar, dişçiye gidersiniz sorar, tuvalete gidersiniz sorar “Büyük mü, küçük mü?…” diye. Sorar da sorar… Gündelik soru ritüelinde sabrı sınanır insanın. Soru yorgunu, ambole bir halde eve döner. Hangi soru hakiki ve kalıcıdır acaba onun için?
Neden insanların dikkatini bu sorulara çekmek istiyorum? “Burda soruları ben sorarım!…” geyiğinden bile, soru soranın ‘otorite’ olduğu anlaşılabilir. Fakat bilim adamı da soru sorar ve ‘otorite’ olmak gibi bir derdi de yoktur. Tam tersine ‘otorite’den uzak yerlerde barınır bilim. Aslında soru sorma ehli bence filozoflardır. Diğerleri darılmasın lütfen. Soruları sormak ve cevaplarını aramak için en çok filozofların vakti var da ondan. Yukarıda saydığım kılçıkları çıkarıldıktan sonra geriye kalan şey, “has soru”dur. Kılçık temizlemek zaman alır. Filozoflar, acele etmeden sorarlar, hiç acele etmeden cevaplarını ararlar. Hatta aramazlar bile… Zaman zaman öyle bir hâl alırlar ki cevap onlara gelir tıpış tıpış… Tecrübe aktarmak, dünyanın en zor işlerinden birisidir. Belki doğru soruları sormayı adet edinmek, bu durumu kolaylaştırabilir. Bazı sorular zıplatır, aklınızı yerinden uğratır. İşte filozoflar bu türden soruları bize anlaşılır kılarlar. “İkiyüzlü sorular” da az değil hayatımızda. Belki bizi bu “ikiyüzlü sorular”dan uzaklaştırırlar bir nebze. Cevabı “İyi bilirdik” olanlardan…
Sorular genellikle bilinmeyenin peşindedir ama, bazen bildiğimiz şeyleri de sorarız. Onay beklemek için, cevabını bildiğimiz soruyu da sorarız. Ya da bazı soruları “sormazdan gelemeyiz”. Sorarsın, “Polis misin?” derler, sormazsın, “Benimle ilgilenmiyor mu?” derler. Demet demet sorular kaplar hayatımızı sonunda. “Bana sorunu sor, sana kim olduğunu söyleyeyim”, kalıbı bir turnusol kağıdı olur. O kadar olur yani!
İnsanoğlu ölüm kalım halinde olduğunu hep bilir. Hep bilir ama, yine de sorulara boğar kısacık hayatını boş yere. Âşık olmak dışında, hemen her şey için soru soruyoruz galiba. Aşk indiğinde içimize, soru düğmesini kapatıyor aklımız. Sorusuz, karşılıksız, taahhütsüz, hesapsız oluveriyoruz. Ansızın, âşık özne, bir lahza önceki aynı özne değil artık. Aşkın sorgusuz, sualsiz bir hali var, üstelik evrensel. Âşıkların, “ilk bakışta âşk”ı yüceltmeleri bu yüzden olabilir mi? Herkese sorusuz, aşk dolu bir ömür dileğiyle…