FAKÜLTE – Murat DARILMAZ

 

Belleğim beni yanıltmıyorsa seçmeli aldığım derslerden birinin adı “Mitolojiye Giriş” idi. Tiyatro bölümünün dersi. Zorunlu derslerimizle çakışmadığı sürece her bölümden ders alma hakkımız vardı. Bölümüm Halk Bilimine en yakın ders olmasından kaynaklı sanırım, ilgimi çekti. Ben o yıl Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) Halk Bilimi Bölümüne istekli gelen belki de tek öğrenciydim. Aslında doğruyu söylemem gerekirse kazandığım üniversiteyi bırakma gerekçem Radyo-TV-Sinema veya Türk Dili ve Edebiyatı okumaktı.

Edebiyata meraklı bir gençtim fakat edebiyatla uğraşmak için üniversitesini okumanın gerekli olmadığını öğrenmem çok sürmedi. Hatta okuyanların daha da edebiyattan uzaklaştığını öğrendim. Halk Bilimi bölümünü de isteyerek yazdığımı hatırlıyorum. İsteyerek de okudum. Nitekim DTCF’de ben Türk Dili Edebiyatı’ndan dersler almak gafletinde bulundum. Bu bölümün ayağa kalkılıp kalkılmadığını kontrol eden, kalkmayan olduğunda gözünün içine bakan, Türk Dili Edebiyatı’nı Ömer Seyfettin’de bitiren “ilerici” hocalarla dolu olduğunu öğrenince o yıldan başka edebiyattan bir daha ders almadım.

Tiyatro Bölümü diyordum, bilenler bilir DTCF’nin yabancı diller ve tiyatro bölümünün binası ayrıdır. Bizim bölümün olduğu ana bina da çok etkileyicidir gerçekten ama tiyatro bölümü binasının atmosferi bana daha farklı gelmişti. Bu bölümden ders almam gerektiğini düşünüp duruyordum. Mitolojiye Giriş dersini seçip, bodoslama daldığımda Süreyya Hocanın o güleç yüzüyle karşılaştım. Hocaydı ama hoca gibi davranmıyordu. Hem yeni bilgilerle donanıyor, hem de serbestçe tartışıp konuşuyorduk. Ast üst, hoca öğrenci kavramı yoktu. Bizlerden biri gibiydi. Belki bir başka yazının konusu bölümümüzdeki Serpil Aygün Cengiz hocamız da öyleydi. Her hafta değişik konuları tartıştığımız forum gibiydi dersleri. Maalesef onu durdurmadılar bölümde. Bizim de tek sığınağımız kalmıştı Süreyya Karacabey. Şimdi sorsak hatırlamaz ama ondan gelen enerji bizi üniversiteye ve sanata bağlamıştı. Süreyya Hoca demek tiyatro demek, sanat demek, insan gibi insan demekti. Mitolojinin sadece dinlerin değil, sanatın ve toplumsal hayatın kaynağını oluşturduğunu anlatırken bizi sadece mitolojiye değil kendine de hayran bıraktığının farkında değildi.

süreyya karacabey
Süreyya Karacabey

 

Bu yazıyı yazarken şöyle bir notlarıma baktım. Rahmetli Gürbüz Erginer Hoca’dan aldığımız “İlkellerde Din, Büyü, Sanat” ders notları, Süreyya Hoca’nın notları, Atilla Er’in ders notları, Muhtar Kutlu Hocamın ders notları…

*

Bu notlarda Mit’in bir “yaratılış” öyküsü kavramı olduğu, bir şeyin nasıl yaratıldığını, nasıl var olmaya başladığı anlatılır. Ve devam eder notlar: Mit, günlük kullanımdakinin tersine, aslında bir hikâyenin nesnel anlamda yanlış veya doğru olduğunu tanımlamaz; doğru veya gerçek kavramının sembolik yönlerine gönderme yapar. Asya, Avrupa, Orta Doğu, Avustralya, Kuzey ve Güney Amerika Mitolojileri bilinen bölge mitolojileridir. Hepsi birbirinden esinlenmiş kültürel varlıklardır aslında. Az çok birbirlerine benzerler.

Sanatsal anlamda en çok yararlanılan, kullanılan genel anlamda Yunan Mitolojisi olmuştur. Bu, Batının hegomonik yaklaşımından kaynaklansa da, şimdilik konumuz o değil. Yunan mitolojisindeki efsanelerde çoğu eski Yunan tanrıları insan şeklindedir. Yunan tanrılarının yaratılış hikâyeleri seçilmiş 12 tanrı (ki bu 12 tanrı, 4 kadın ve 8 erkekten oluşur) Olimpos Dağı‘nda otururlar, her şey Olymposlu Tanrılarla Titanların savaşlarıyla başlar ve Olymposluların zaferiyle son bulur. Toplamda 12 Tanrı bulunur. Bu 12 sayısı hiç bozulmaz, bir tanrı eklenirse bir başkası bu listeden çıkar. Örneğin Dionysos Pantheona dahil olduğunda Hestia Olimpos’tan ayrılmıştır. Şimşeklerin efendisi Zeus nice savaşlar vererek yönetimi babası Kronos ve onun yardakçıları titanların elinden almış, 3 erkek kardeşiyle dünyayı bölüşmüştür. Çekilen kuraya göre gökyüzü Zeus’a, denizler Poseidon’a, yeraltı da Hades’e düşer. Herkes görev dağılımından sonra Olimpos’a çıkar ve dünyayı yönetmeye başlarlar. Böyle devam eder gider notlar…

*

Ders notlarımı, mitoloji kitaplarımı karıştırmama sebep oldu Aysun Kara. Bir rivayete göre Sakız Adalı, bir rivayete göre İzmirli olan Homeros gibi Sakızlı, Giritli, Selanikli, İzmirli, Ayvalıklı olan Aysun’dan bahsediyorum. Öykülerini okurken “Homeros’un kızı” diye not almışım. O kör ozan gibi efsaneleri şiirleştirmiyor, kendince öyküleştiriyor. Sadece mitoloji ilgili konuları değil; kendi dağarcığından, kendi yaşantısından, kendi coğrafyasından süzdüğü öyküleri yazıyor.

“Sessizce Şarkı Söylüyorduk*” üçüncü öykü kitabı Aysun’un. Panavaroş’la Orhan Kemal öykü ödülü almıştı, Kıymık’la bir üst noktaya taşıdı öykülerini. O kitap 2014 yılı içinde benim için önemli bir öykü kitabıydı, ama pas geçildi bilinen nedenlerle. Edebiyat dünyası başka parlatmalarla uğraşıyordu.

“Sessizce Şarkı Söylüyorduk” kitabında 19 öykü var. Kısa öyküler. Derdi olan öyküler yazıyor Aysun. Birbirine tematik olarak benzeme/benzetme kaygısı yok. Kadın erkek ilişkileri, doğa sevgisi, kent kültürünün yozlaşması, kıyı insanının, yazın dünyasının halleri… Bunlardan öte ayrı bir yerde duran mitolojiden esinlenen, onu günümüzle bağlantılı olarak anlatmaya çalışan öyküler. Mitolojiye biraz ilgi duyan okurlar, kitaplığındaki mitolojik kitapları karıştırma gereği hissedeceklerdir.

Tek tek öyküleri yazacak değilim elbette. Ama yine de belli başlılarından da bahsetmeden geçmeyelim. Mesela ilk öykü “Yaz Lodosu” nasıl bir kitapla karşılaşacağımızı daha ilk öyküde anlatması bakımından önemli. Kitap kenarlarına not alan birisi değilimdir. İlk öyküyü okuyunca defterime şu notu aldığımı hatırlıyorum, defterime bakmadan yazabilirim; “İnsanın içine oturup da gitmeyen bir hüzün.” Anlatıcının ameliyatta ne ile karşılaşacağını bilmeden önce kendi doktorunun önerdiği, kimsenin bilmediği meyhane bile denmeyecek yerde -deniz kenarında- bir kadeh rakı içilmesini anlatır. Hepsi budur. İki kişinin geldiği bu yerde çok konuşmaz karakterler. Çürümüş bir şeyler vardır, tıpkı iskele gibi, çürümekte olan hayata denk gelen, çürümüş şeyler… “Zaman geçişi, keşke dediklerim, kıyıya vuran başıbozuk dalgalar gibi gözümün önünde.” Oysa zaman geçmiştir, arkasından baka kalınan bir çift gözdür artık hayat. Üstüne içilen bir kadeh rakı. Güz lodosu gibi değildir ‘Yaz Lodosu’, önüne geleni paramparça etmez ama insanın içine bir parça hüzün getirir koyar. Ürperirsin.

Çok kısa öykülerde öykü adları metne dahildir. “Makul Sebep” öyküsü buna iyi bir örnek. On dokuz yıl önce lotoda altı tutturursam seni boşarım diyen kocasının bu sözü içinden hiç gitmemiştir kadının. Aslında edilgen olan kadının etken bireye dönüşmesidir de anlatılan. Sen beni değil ben seni boşarım. Makul olan bir sebeple, yani içinde eksilen bir şeylerin olduğunu hissederek…

Gezi’ye göndermesi olan öykü “Parka”, yayın dünyasının kepazeliğini anlattığı “İmzalı Kitap” dikkate değer öyküler. Kitapta mitolojik öğelerin yer aldığı son üç öykü farklı bir yerde duruyor. Çok beğendim. Bunlar mitoloji notlarımı karıştırmama sebep olan öyküler… “En Güzele”, “Hera Kadın Doğum Kliniği”, “Dünyayı Kurtaran Adam”. Kitabın eksenine biraz da bu öyküleri koydum. Tabii ki burada mitolojik öğeleri anlatıp bilinenleri sıralamak istemediği net anlaşılıyor Aysun’un. Yoksa Kaz Dağları eteklerindeki kadın doğum kliniğine Zeus’un karısı Hera’yı getirmeyi kim akıl edebilir; “Hera Doğum Kliniği, Zeus’un hekimlik tanrısı Asklepios’un haddini bilmezliğini cezalandırdığı zamandan epeyce sonra kurulmuş. Kliniğin ilk hastası Tanrıçaların en soylusu inek gözlü, ak gerdanlı Hera olmuş. Kendisi ufacık tefecik, içi hırsla dolu bir dişicik. Zevci yüce Zeus Tanrıların babası, yakışıklı, çapkın Giritli; hikayesini er kişi niyetine okuyun.”

Dediğim gibi kitaptaki bütün öyküleri anlatacak değilim. Öykünün anlatılabilen bir tür olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Okumak ve üstüne konuşmak daha değerli. Farklı öyküler anlatmayı seviyor Aysun Kara. Farklı biçimler denemeyi de. Bu bir öykücü için önemli bir nitelik. Aysun’u benim nazarımda önemli kılan özelliği; boşluğu olan, okura olanak tanıyan, ondan katkı bekleyen öyküler yazması. Günümüzde daha geçer akçe olan anlatmaya dayandırmamış öykülerini. Kendince daha zor olanı seçmiş. Ama bunu da başarmış görünüyor bence. Piyasanın kurallarından özellikle uzak durduğunu da bildiğim için o bildiği yolda yürümeye devam ediyor. Kendisine bu kitap özelinde getirebileceğim eleştiri şu olabilir; kitapta öyküleşememiş üç dört öykü yer almayabilirdi. Kitap daha eksik sayfa çıkabilirdi. Bu bence olan bir durum, bir başka okur bana katılmayabilir, katılmak zorunda da değil zaten. Görünen-görünmeyen, ünlü olan-olmayan her yazarın kitabında rast geldiğimiz bir durum değil midir bu? Aysun Kara birbirine benzer öykü kitaplarının yazılıp basıldığı öykü piyasasında farklı öyküleriyle biraz nefes almamızı sağladı.

Sevgiyle kalın…

sessizce şarkı söylüyorduk-foto-

*Sessizce Şarkı Söylüyorduk, Ayizi Yayınları, Ocak 2017.

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir