YILAN – Gökhan TOK

 

Soğuk gözleri gözlerimde, kıpırdamaksızın bana bakıyor. Gözlerimi bile kırpmadan ben de onu süzüyorum. Bazen başını kaldırıyor, bazen vazgeçip indiriyor. Kızıl hareli, parlak pulları olan kocaman bir yılan bu. Sabah uyandığımda göz göze geldik. Göğsümün üzerinde duruyordu kıpırtısız. Kaslarım kaskatı kesilirken bir anda yüzüme bir ıslaklığın hücum ettiğini fark ettim. Terliyordum. Gözleri gözümün hizasında, kıpırtısız duruyor. Arada bir dilini dışarı çıkarıp havanın tadına bakmasa ölü olduğunu düşünürdüm. Oysa orada capcanlı, pırıl pırıl, kırmızı hareli… Sabahın parlak ışıkları çoktan soldu. Hareketsiz yatıyorum yatağımda. Uyandığımdan beri aynı durumdayım Gözlerim kocaman, ellerim terli. Şahmaran habercilerini gönderirmiş insanlar arasına konuşmak istediğini çağırtmak için. İnsan kılığında dolaşırmış yılanlar sokaklarda. İnsanlarla yer içermiş kimisi zorda kalırsa. Gözleri ele verirmiş bir tek. Gözbebekleri dikey yılan gözleri hemen fark edilirmiş. Şimdi bana bakıyor sarı gözler.

 

Yılan, yılan, yılan;

bana bakıyor

 

Üzerimde kıpırtısızca duruyor, kırmızı hareli, pırıl pırıl.  İçeri odadaki saat ikiyi vuruyor. İkide Betül’le buluşacaktım. Ellerini tutup gözlerine kavuşacaktım. Gözleri sarı, gözbebekleri dik. Hayır, bu yıllar önceydi. Betül dört yıl önce gitmişti bu mahalleden. İçimi bir panik kaplıyor yeniden. Hareket etmeye korkuyorum. Burun deliklerim açılıp kapanıyor; yılanın başı inip kalkıyor. Yeniden terliyorum.  Dört yıl önceydi bu. Hani sağanak yağmurlar yağmıştı sonbaharda, hani ben çıkarıp sana bir karanfil vermiştim, hani sen almıştın ama yine de gitmiştin. Kırmızı hareliydi karanfil, kırmızı hareli yılan, pırıl pırıl.  Dilini çıkarıyor ara sıra gözlerini gözümden hiç ayırmadan. İdrar torbam zorluyor iyice. Saat tek bir vuruşla çınlatıyor evi. Buçuk. Kaç buçuk? İki buçuk, üç buçuk… Tek bir vuruşun sesi yavaşça soluyor duvarlarda. Resimler yıllardır soluyor duvarlarda. Önce yüzünün şekli gitmişti gözümün önünden, sonra sesinin tınısı. Şimdi solgun anılarımda solgun resimler gibi sessizsin. Üzerimde yılan alabildiğine sessssiz; ben onu ürkütmemek için alabildiğine sessssizim. Midem ikimize inat çok sesli. İdrar torbam çığlık çığlığa. Yılan tasasız, kıpırtısız. Karnı tok olmalı. Ölümcül bir denge var gibi aramızda. O dilini çıkarıyor ara sıra, ben gözlerimi kırpıyorum. Dışarıdan simitçi geçiyor bağırarak. Saat beş, simitler taze, simitler sıcak. Yılan kafasını kaldırıyor, sanki ısıracak. Kulaklarım çınlıyor, ağzım kupkuru. Betül’ün dudakları gül kurusu. Yavaşça çıkarıp dilini değdirmişti dudaklarıma; gözlerim kocaman açılmıştı. Gözlerim kocaman açık, yılan değdirmesin dilini dudaklarıma.

 

Yılan, yılan, yılan;

bana bakıyor

 

Saat altı. Çarşaf kurumaya başladı bile. Bir süre rahatım. Bir de uzun yolculuklarda kıpırtısız kalır insan. Pencerelerden dışarı, gökyüzünün mavisine, bozkırın sarısına denizin beyazına dalar. Gecenin ışıltılarına dalmıştım bir seferinde. Senin kentine geliyordum, geceydi. Otobüs dolunayın ışığından çıkıp, şehir ışıklarına dalmıştı. Hastaydın, soğuktu evin; aklım sende kalmıştı. Karanlığın içinde ışıldayan yıldızlara baktım. Karanlığın kardeşi yılanın gözlerinde ışıldayan yıldızları gördüm. Gecenin içinde ne kadar çok ışık olduğuna inanamazsın. Karanlığın kucakladığı ışıkta, ışığın içindeki gölgede gördüklerime inanamazsın. Çocukken anneannemin evinde kalırken, sokak lambasının ışığı vururdu odamın duvarlarına. Bahçe duvarını önündeki yoldan otobüsler geçerdi geceleri. Otobüslerin ışıkları vururdu düşlerimin duvarlarına. Yarı uyur, yarı uyanık onları uzağa taşıyan çağrıyı duymuş gibi, o çağrıya uymuş gibi düşerdim peşlerine. Camlar zangırdardı başımı cama koysam, başım titrerdi. Yılanın da başı titriyor. Karanlıkta çok iyi seçemiyorum, ama ağırlığını hissediyorum çıplak göğsümde. Tenimin üstündeki ten, yumuşak kızıl hareli, pırıl pırıl. O otobüsler şimdi çok uzaklara gittiler. Betül çok uzaklara gitti. Bir mektup yazmıştı. Hayret, kayıp şimdi. “Nerede olursam olayım, kiminle olursam olayım sevdiğim sensin.” Elimi yavaşça oynatmayı denedim. Başını hızla kaldırdı; durdum. Ter şakaklarımdan yağmur gibi boşandı. Yağmurun altında durdum. Hiç hesapta yoktu bu yağmur. Önce iri iri ve az yağıyor. O an hissediyorum, birazdan hızlanacak ve onun için iyi bir bahane olacak. Şimdiden duyar gibiyim, “Gitmem gerek” diyecek. “Git.” “Bana bakma öyle.” “Bakmam.” “Beni öpme.” “Öpmem” “Beni sevme”…

“Birazdan diner yağmur.” diyorum “Biraz bekleyelim şu saçağın altında.” Yanı başımda kilometrelerce uzak bana. Gözleri bir başkasının gözleri, elleri bir yabancının elleri. Biraz bekleyip sıkıldı. “Dineceği yok yağmurun, gidelim haydi. Hem yağmurda yürümek iyidir.” YAĞMURDA YÜRÜMEK İYİDİR.

Yağmurda yürüyoruz. Hiçbir yere değil yalnızca bizim saçlarımıza yağıyor yağmur. Kimse kalmıyor çevremizde, dünya boşalıyor. O an kimse yaşamıyor, soluk almıyor, yağmur nedir bilmiyor. O an başka hiçbir yere yağmur yağmıyor. Sadece biz varız, hiç konuşmadan yürüyen, birbirine bakmayan, birbirini anlamayan ikimiz. Dünyadaki son nesiliz.

Saçları ıslanmış, yüzüne yapışmış; şimdi dünyanın en güzel insanı benim sevgilim. Evinin önünde vedalaşıyoruz. Yağmurun altında bütün karanfillerden daha güzel. Dayanamıyorum sarılıyorum ve bir anda yüzlerce kilometre ötelere atıyor beni. Beni hiç sevmiyor anlıyorum, beni hiç sevmedi. Kollarımı gevşetiyorum yıllar öncesine.

 

Yılan, yılan, yılan;

bana bakıyor

 

Elim yana düşüyor hissizce. Sadece uyuşmuş olduklarını hissedebiliyorum. Yılan göğsümün üzerinde kırmızı hareli, pırıl pırıl. Kıpırdamadan yatıyorum. Sabaha ne kadar kaldığını bilmeden. Uzakta bir köpek havlıyor. Daha uzaktan bir başkası yanıtlıyor. Yılan sessiz, yılan soğuk. Yine de yüzündeki soğuk gülüşü görür gibiyim. Bu yılanın değil şeytanın alaycı gülüşü. Bu karanlıkta hangi melek yaşar ki? Böyle umutsuz bir karanlıkta insan neden yaşar ki? Ruhumun karanlık uçurumlarında ben neden yaşıyorum ki? Şimdi küçük bir hareket, örneğin elini oynatması insanın, ne çok şeyi değiştirir birden bire. Yaşamla ölüm arasındaki o çizgide, ellerimin küçük bir hareketi,  gözlerimin küçük bir hareketi. Belki uykuya yenik düşeceğim kısacık bir an… Hayat bazen küçücük bir andan ibaret. Yıldızın parladığı o tek saniyede, o affetmeyen saniyede ne çok şans ve ne çok şanssızlık gizli. Bir saniyeliğine olsun bakmak birinin gözlerine, ya da bir saniye önce söyleyememek seni seviyorum diye. Bir saniye önce durduğu yerden bir mermi geçmesi insanın, senin yerine arkadaşının bir saniyede yere düşmesi. Bir saniyede kapanması gözlerinin, bir saniyede göğsünün kızıl çiçekleri. Yılan şimdi üzerimde hareketsiz, kızıl hareli, pırıl pırıl.

Yılan, yılan, yılan;

bana bakıyor

 

Üst kattaki komşumun çalar saatini duyabiliyorum. Saat altıya uyandırıyor kadını. Kalkacak kahvaltı hazırlayacak, çocuklarını uyandıracak. Çocuklar okulun alışıldık gürültüsüne hazırlanacak. Son anda çıkıp evden, servis otobüsünün durağına kadar yürüyecekler. Sabah simitleri satan çocukla kesişecek yolları. Sokak bu alışıldık manzarayı seyredecek bir kez daha. Sokakta yürümek bu sabah bilindik bir fotoğraf olacak. Fotoğraflar duvarda asılı, soluyor yavaşça. Göğsümde yılan kızıl hareli, eski günleri düşünüyorum. Bu sokakta birlikte yürürdük seninle. Sen elimi tutunca utanırdım ben. Şimdi onca yıldan sonra merak ediyorum; bir çocuğumuz olsaydı neye benzerdi acaba. Şu uzaklaşan gürültüde bir ses olur muydu. Yoksa benim gibi kaybolur muydu yalnızlığının labirentlerinde. Yılanın gözleri derin, uzun koridorlar, derin labirentler gibi. Saatlerdir gözlerinin derinliklerinde kaybolmuş gibiyim. Yolum bilinmeyen bir iklime düşmüş gibi. Haritası yapılır mı tek bir insanın? Hayatı boyunca geçtiği yolların, konakladığı yerlerin haritası… Tırmandığı ağaçları da eklerseniz haritaya işte size bir hayat; bir hayatın haritası. Benim kaybolmuşluğumun, karanlıklarda yitmiş ruhumun bir haritası yapılabilir mi? Okunamayacak yazılarla dolu, izlenemeyecek çizgilerle işaretlenmiş lanetlenmiş bir ruh benimki. Ruhumun derinliklerinden kötü kokular yükseliyor; artık dayanamıyorum bağırsaklarımın derinliklerinden kötü kokular yükseliyor. Yılanın gözleri gözümde, başı alçalıyor, yükseliyor. Öğlen güneşi perdelerimde. Gözlerimden başka hiçbir yerimi hissetmiyorum. Gözlerim acıyor. Yılan dilini çıkarıyor. Ağzı gülüyormuş gibi kıvrık. Öyle ya belki yalnızlığımın zavallılığına gülüyor. En son kim geldi bu eve, bir daha ne zaman kim gelecek. Kapıcı bile gelmiyor ekmek ister misin diye, akşamları sormuyor çöpün var mı, atılacakları ver, bira alayım mı? Karşı dairedeki ihtiyar kadın merak ediyor olabilir, uygunsuz komşusu günlerdir o kadınlardan biriyle gelmedi. Kim bilir hangi cehennemde. Hangi cehennemin kızıl hareli kıvrımlarında kim bilir, kim bilir hangi kızıl saçlıyla boyu devrilesi… Melke vardı bir zamanlar onun oturduğu dairenin altında. Melke uzun kara sakallı, bilmem nerenin büyükelçisinin korumasıymış. Kutsal kitabından okurdu arada bir: “Salih olana hiç zarar değmez, fakat kötüler şerle dolar.” Kötüler şerle dolar. Kötüler şerle dolar. Şerle dolar kötüler. Saat yedi. Vaiz konuşuyor: “Her şeyin zamanı ve gökler altında her işin vakti var. Doğmanın vakti var ve ölmenin vakti var, dikimin vakti var, dikilmiş olanı sökmenin, öldürmenin vakti var, kucaklaşmanın vakti var ve kucaklaşmadan çekinmenin vakti var, sevmenin vakti var ve nefret etmenin vakti var…”

Yılan, yılan, yılan;

bana bakıyor

 

Yılanın gözleri gözlerimde, kızıl hareli, parlak pullu, pırıl pırıl… Bana bakıyor, beni süzüyor. Dilini çıkarıyor arada bir, sanki konuşacak, bir şey söyleyecek söyleyemiyor. Hong-kong’da bir adam sevdiği kadına bir türlü söyleyememişti sevdiğini. Yağmurlu gecelerde bile camının önünde beklemesinden anlamıştı kadın. Peki bu yılan kimin habercisi şimdi? Şahmaran haberciler gönderirmiş öyle ya. Bir gün bir haber gelmişti kahvede otururken. Gençten bir kız, utana sıkıla çağırmıştı beni dışarı. “Betül,” demişti “gitti”. Hong- kong’da bir adam, bir adam bir türlü söyleyememiş sevdiğini. Bizim mahalle Hong-kong’dan daha kederli. Yılanın gözleri gözümde, ellerim terli. Uzak bahçelerden birinde rakı sofrası kurulmuş, “Kimseye etmem şikayet” diyor bir kadın sesi. Tabaklara düşen çatal kaşık sesi… Açlığım aklıma geliyor. İzmir’den ayrılacağımız son gece, bir arkadaşla köfte yemeye gitmiştik. Hani olsa şimdi, bir buçuk porsiyon da yenir, iki de. Saatin kolları tam on ikide. Yılanın kolları göğsümde. Gecenin kolları omuzlarımda. Kulağımda fısıltılar, karanlığın sesleri. Korkunun bütün sesleri içimden geçiyor. Gözlerim yalnızca yılanın gözlerini seçiyor. Yılan pırıl pırıl, parlak, kırmızı hareli. Susuyorum, dudaklarım kör bir kuyu kadar sessiz.  Gece, genç bir tay kadar yeni, sabaha koşmak için istekli. Geçmesi gereken beş kapı kaldı. Uzaklarda bir kentin kapıları kapalı, burçları yüksek, nöbetçiler surlarda dolaşıyor. Geceyi yırtan yıldırım onlara ümit verdi, sabahı bekleyecekler. Bu gece kimse ölmeyecek. Bu gece istasyonda dolaştığımı kimse bilmeyecek.

Yılan, yılan, yılan;

bana bakıyor

 

Elimde senin kentine gelmek için tren biletleri. İki istasyon sonra ineceğim. Gelmeyeceğim sana, görmeyeceğim seni. Senin gözlerinde zincirler var, söylediğin sözlerde hançerler gizli. Göğsümde dolaşan ellerin yılanın dokunuşu kadar soğuk.  “Gitmeliyim,” diyorsun “uyanınca beni görmek ister. Merak etmesini istemiyorum.” Kızıl saçlarını da birlikte götürüyorsun. Yılanın kızılı göğsümde kalıyor, hareli, pırıl pırıl. Saat beşi vurdu. Elimde kalan son resmini de yırttım. Artık yalan sözleri, yapmacık gülüşleri duymak yok. Seni seviyorum demene kanmayacağım artık… Şeffaf bir bantla yeniden yapıştırdım. Zayıfım çok. Resmine bakarken bile elim ayağım tutmuyor. Duvarda resimler soluyor, anılarım soluyor. Yeni bir gün daha başlıyor sensizliğin başkentinde. Sen şimdi başka biriyle evlisin; ben, bu kent şimdi başkasına ait. Yılan gülüyor keyifle, kızıl hareli, parlak. Hareketsizlik mi beni hissiz bırakan, konuşamayan dertlerimin ağırlığı mı bilmiyorum.  Gözlerim yılanın gözlerinde bekliyorum.

 

Yılan, yılan, yılan;

bana bakıyor

 

Tek bir vuruş işitiliyor saatten. Buçuk. Kaç buçuk? Yedi bucuk, sekiz buçuk dokuz buçuk… Kapının kilidinde bir anahtarın döndüğünü işitiyorum. Öyle ya, kardeşimde de vardı bir anahtar. “Ne yapıyorsun?” diye soruyor beni gördüğünde “Bu koku da ne?” Kıpırdayamıyorum yerimden. “Yılan” diyorum fısıldar gibi, göğsümdeki yılana bakarak. Yılan kırmızı hareli, parlak, pulları pırıl pırıl. Gözleri gözümde.

“Ne yılanı?” diye soruyor hayretle.

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir