BAKİ’DİR HAYAT, ÖLÜM ANOMALİ…
“her şey tükenir kardeşlerim; bir çocuğun gözleri hariç.”
Hayati Baki
İnsan doğar. Hayat başlar.
Sonra ölüm gelir.
Kişinin kendi ölümü, bütün olasılıkların hiç’e çıktığı bir yıkım, vitalitenin sönümlendiği büyük sondur. Şairin dediği gibi, doğum ile ölüm tarihi arasına konan küçük çizgide geçip gider hayat. Ancak ölüm, aradaki çizgiyi oluşturan her noktada etkin ve hükümrandır. Zaten yaşlanmak, dünya üzerinde var olmak ölümle, ölülerin artması ve mezarlıkların ben’in varlığında ontolojik bir uzama, psişik bir göstergeye dönüşmesiyle ilişkilidir. Mesela bebeklerin, çocukların ölüm algısı yoktur, iyi ki de öyledir. Ama büyüdükçe ölüm ile karşılaşılır. Bir gün kulağınız “İyi insandı, nasıl olmuş, aniden vefat mı etmiş?” diye bir tümce duyar ve sonrasında bu tümcenin duyum sıklığı artar. Birileri ölür ve birileri doğar. Süreç, kişinin kendi ölümü gerçekleşinceye kadar devam eder. Sonrası öte dünya; bilinmeyen, bilinse de geri dönüp anlatılamayan bir yer…
Geometrik tanım şudur; bir çizgi sonsuz sayıdaki noktanın bileşiminden oluşur. Ve bu çizgi doğum ile ölüm tarihleri arasına konduğunda, doğan ve ölen insanın yaşadığı her şeyi içeren varoluşsal ve geometrik bir göstergeye dönüşür. Bu halde çizgiyi oluşturan noktaların neliğine odaklanmak gerekir. Edimsel olanı zaman parantezine alırsak, çizgiyi oluşturan noktaların her birinin yaşanmış olana içkinleştiği ve son kertede anılardan oluştuğu savlanabilir. Anılar, yaşam sürecinin kalpte ve bellekte kalan imleridir. Çünkü insan sürekli anımsar ve anımsayan özne, zaman içinde bir tür yolculuk yaparak, anımsadığını anımsama an’ına geri getirir. Bir klişe olarak hayatın film şeridi gibi gözlerin önünden akıp geçmesi de böyle bir şeydir. Bu yüzden unutmak, insanın kalbine ve aklına ihanettir. Acıları, sevinçleri, deneyimlenmiş her şeyi anımsar insan. Unuttum dediği esasen gizlediğidir ve insan unutmaz aslında, bir yerde saklar unutmak istediğini, bilinçaltına süpürür ama bir zaman sonra, saklanan dehşetli bir bengi dönüşle çıkagelir. Bir sevdiğinizi yitirdiğinizde, ölüm gönlünüzdeki muhabbet ehlini alıp gittiğinde, gidenden size kalan anılar ise acının asıl sebebidir. Yas, bu sürecin adıdır. Anıları olanın yokluğuna, bir daha onunla herhangi bir anı biriktiremeyecek oluşa katlanmak için geçilmesi gereken bir süreç…
Yas, zamana bağlı olmayan ve bitimsiz bir olgu olarak, unutamayışın, hatıralar belgeliğinin sancaktarıdır ve sanata, şiire mutlak olarak dahildir. Nitekim ben, bir süre önce ‘Yas’ adında bir şiir kitabı yayımladım. Umudumu kestiğim ve kesmediğim şeyleri odak aldığım, ancak her koşulda yas ile ilişkili şiirlerdi bu kitapta yazdıklarım. Elbet ki herkes kendi yas’ını yaşar ama bir şair olarak, yas şiirleri yazmakla öncelikle kendi varlığımı anlamlandırmaya çalıştım ve sonra, derdimi ehl-i dert erbabına açık etmek için yazdım bu kitabı. Ancak kesin olan hüküm değişmedi; ne anılar tükendi ne de yas bitti…
Yas içinde olan özne kendiliğine kapanır, iç’e döner kanımca. İç’inde yaşadıkları, ölümün aldıklarının, hatıraların ve yokluğun dayattığı yas’ın, umudun, umutsuzluğun nüvesidir. İç’e kapanan ötekini de yitirir. Çünkü iç’te muhatap olabileceği sadece kendisidir. Dolayısıyla iç’te vukuu bulan ben’in kendi kendine mırıldandığı bir tümce, bir ezgi ve en nihayetinde bir “monolog” olacaktır.
İşte, yas’tan sonra iç’ime döndüğümde bulduğum bu monologları yazıyorum hayli zamandır. İç’imden geldiğince. Bazen şiir, bazen mensur şiir, bazen metin veya felsefi fragman… Yazıldıkça güneşe çıkan, göze getirilen ve şimdilik yakın çevremle, dostlarımla paylaştığım, bazen de kimi parçalarını yayımladığım monologlar… Sevgili Hayati Baki de konuk oldu, yoldaşlık etti bana bir monolog boyunca. Anıların el verdiği, zamanın unutuş hükmüne direnen ve iç’teki kendi kendime konuştuğum anların sonucunda yazıldı şiir. Şimdi, güneşe çıkarıyorum bu monoloğu.
XVIII. MONOLOG
hayati baki için…
hiç teknesi olmayan kaptanın avuntusu
nedir
nihilist öğretilerini sırnaşık kedilere anlatırken kanaması sözcüklerin
ve sırtında taşıdığı hiçliği şiire bağışlayanın avuntusu
nedir
sonrasız dönüş yalnızlığındaki yalvacın helak ettiği avuntu
nedir
denize bakan kızıl gözlerde ve baki bir uzaklıkla ve hayati bir kararla susulan
nedir
teknenin ölümü’nü yadsıyanın logos’u hangi denizin adıdır ve bilinmez mi
teknesi olmayanın ölüsü de olmayacaktır
ve bu yokluk
şiir değilse
nedir
Hayati Baki, bizim deyişimizle Hayati Hoca… Sevgili kardeşim Ali Hikmet Eren’in üniversitede resmi hocası da olan, benim ise İzlek Dergisi’nin küçük odasında tanıştığım, sonrasında sürekli sohbet etmeye çalıştığım, Ankara’nın eski zamanlarındaki güzel kıraathanelerinde, mesela Engürü’de, Paris’te, Balkan Kıraathanesi’nde, Sakarya Çay Ocağı’nda bazen de sokaklarda dolaşıp, dolaşırken şiir, felsefe ve dünyanın ahvali üzerine konuştuğumuz Hayati Hoca…
Bir şairin terekesinde ithaflı şiirler, kanımca çok önemlidir. O şairin iletişim kurduğu öteki insanları açık eder ve etkileşimlerin şiir oluş’a nasıl sirayet ettiğinin de göstergeleridir. Hayati Baki, bu bağlamda benim için çok kıymetlidir. Gençliğimin umutsuz karanlığında, nihilizmin koridorlarında, intiharın kesik damarlarında dolaştığım ve intiharın neliği üzerine anlam üretmeye, kendi intiharımı engellemeye çalışırken çoğu zaman şiire ve yazma edimine tutundum. Ailem, sevdiklerim, sevgilerim can yoldaşlarımdı tutunma çabamda. Hala tutunmaya çalışıyorum, mecazen bir tutunamayan olsam da… Çünkü sevginin gücü, ölümden korur insanı. Ne mutlu ki sevebiliyorum. Ağlayabiliyorum. Yazabiliyorum. Ve hiçbir zaman unutmadığım an’lar, anı’larla yaşama tutunmaya devam ediyorum. Bir de Emek Çınar var; kıvırcık saçları, gökyüzü gibi mavi gözleriyle beni bana anımsatan can oğlum ve Emek’in annesi, aşık olduğum kadın Nuray… Annem, ablam, abilerim, kardeşlerim, gemisi kitap olan MedaKİtap tayfası, dostlarım, yoldaşlarım… Bazen çok zor olsa da tutunmaya, sevginin gücüyle var kalmaya çabalıyorum ama ölüm, her an hayatın içinde ve hiç istemesem de sık sık karşılaşıp duruyoruz. Yitirdiğimiz insanlar, iç’imizdeki boşluğu büyütüyor durmadan. Daha şiir bile yazmıyorken yitirdiğim babam ve sonrasında birçok ölüm, ölü, mezarlık, kabir ve yas… İşte monologlar böylesi bir şairin iç’indeki konuşmalar; çoğunlukla kendi kendisiyle, anılarla, kavramlarla, edimlerle ve bazen de şiir ithaf ettiği yoldaşlarıyla… Hayati Baki de bu yoldaki yoldaşlarımdan birisi, kadim bir dost ve hoca, vefalı bir sözcük emekçisi…
Yukarıda okuduğunuz ve kendisinin de bu metni okurken öğrendiği şiirle Hayati Hoca da monologlarıma konuğum oldu. Aslında, uzun zaman önce, ilk kitabımda da Hayati Baki’yi anmıştım. Ankara sokaklarında dolaşırken aklıma yerleşen, kalbimde yankılanan dizelerini anımsayıp, hocanın ilk şiir kitabı olan “Sonrasız Dönüş Yalnızlığı”na bir selam vererek gerçekleştirmiştim bu anmayı. Sonra ne mutlu ki yıllar ve yıllar sonra ikinci baskısını MedaKitap olarak gerçekleştirdik. Hakikaten büyük bir sevinç duymuştuk “Sonrasız Dönüş Yalnızlığı”nın ikinci baskısını yaptığımızda. Bu baskı bizim, MedaKitap Tayfası’nın ve özellikle Ali Hikmet Eren ile birlikte Hayati Hoca’ya gönderdiğimiz bir selamdı.
Anılar bitmiyordu, unutmuyorduk yaşanmış olanı. Nietzsche’nin bir atın boynuna sarılıp ağlaması ve sonrasında delirmesi üzerine İzlek odasında başlayan, sokaklarda yürürken devam eden ve Büyük Express’de alkolle damıttığımız bir sohbetten sonra hocaya ithaf ettiğim bir şiir yazmıştım. Bilal Kolbüken’in Kül Sanat Yayınları tarafından 2006 yılında basılan “…sonra, sözler…” kitabımda yer almıştı, putların değil ama ‘akşamın alacakaranlığında yazılmış güneşli şiir’. Hayati Baki, Kül’ün çatı katındaki ofisinde ilk kez okumuştu bu şiiri. Zaman hızla geçti ve şimdi monologları yazarken, az önce okuduğunuz şiir de çıkageldi kozmostan.
Ezcümle, yaklaşık otuz yıldır tanıdığım, hiç teknesi olmamış bir kaptanın avuntusunu, iç’indeki nihilist öğretilerini sırnaşık kedilere anlatan, sözcüklerin kanamasını ve sırtında taşıdığı hiçliği şiire bağışlayan, sonrasız dönüş yalnızlığında yalvaçları helak eden, denize bakan kızıl gözlerinde baki bir uzaklıkla ve hayati bir kararla susan, teknenin ölümü’nü yadsıyan ve logos’un hangi denizin adı olduğunu sorgulayan, aynı zamanda teknesi olmayanın ölüsü de olmayacaktır hükmünü yoklukla ve yokluğu şiirle bilen, şiir kılan Hayati Baki’ye bin selam…
Felsefenin sokakta ve dolaşarak yapıldığı kadim zamanlarda şiir, varlığın özüydü. Varlığa gelen, edimin oluş’undaki devinimi şiirle ifade ederdi. Bu tılsımlı bir şeydi ve şair, kaostan kozmos yaratan ve sonra kozmosun kaosundaki hiç’liği bilen ve ifade eden bir anımsayan ve anımsatan varlıktı aynı zamanda… Bu metin boyunca ben de andım, anımsadım ve ifade ettim. Hayati hoca ile baki bir sohbet ettim. Bozkırın sokaklarında dolaşırken rüzgarın ürperttiği bir yalnızlıkla kuşatılmış olsak da sonuç kesindi. Ars longa vita brevis… Çünkü hayat baki, ölüm anomaliydi… Ve Hayati Baki, iç’indeki hayali en çok bu dizesi ile ifade etmiş olabilirdi.
“her şey tükenir kardeşlerim; bir çocuğun gözleri hariç.”
Bir Mülteci gibi gelip geçtiğimiz bu dünyada her şey tükenirken ve insan tüketirken her şeyi, tükenmeyen şeylere işaret etmek de en çok bir şaire yakışırdı. Şair ve hoca haklıydı, bir çocuğun gözleri tükenmezdi… Anıların unutulmaması, şiirin devam etmesi ve bir atın boynuna sarılıp ağlayan filozofun hayati hayalinin baki olması gibi, unutulmuyordu bazı yaşanmışlıklar ve anılar…
Çünkü denizin kıyısında ufka bakan bir şairin, hayati kararı sözcüklere ve şiire olan inancıydı ve bu metni de o inanç yazdırmıştı. Bir tek sahici ve samimi hatıranın, retorik boğuntulardan, akademik ahkamlardan ve analizlerden çok daha kıymetli olduğunu kimse yadsıyamaz. Bu yüzden, okuduğunuz metin bir anma, anımsama, anımsatma, unutmama, unutturmama ama en çok da vefayı kalbe ve akla taşıyarak konuk eden poetik bir yönsemenin sonucu olarak yazıldı.
Sevgili Hayati Baki; Hayati Hoca, pruvan neta dümenin viya olsun…
İyi ki aynı güneşin altındayız ve iyi ki şiirler yazdın, yoksa bozkırın bütün sokakları denize çıkamayacaktı…
Çünkü şiir söyledi, artık bozkırın da denizi var ve mavi en çok Ankara’ya yakışıyor…
SERDAR AYDIN
(*)- Edebiyat Nöbeti Dergisi’nde yayımlanmıştır.