ALİ KİKMET EREN’LE KONUŞTUK… – OSMAN NAMDAR

Ali Hikmet Eren, kısaca ahe, şiirde kendine özgün bir dilin peşinde. Karamsar. Karamsarın umudunun, bir kırıntı kadar bile olsa, her zaman umutlu birinin umudundan daha değerli olduğunu düşünüyorum. Yağmura İçerden Bakmak, Turayazı ve Peçeli Şiir kitaplarından sonra uzunca bir süre ortalıkta görünmedi. Ali Hikmet Eren ile kolektif bir oluşum olan MedaKitap Yayınlarından çıkan Red kitabını konuştuk.

Ali’den başlayalım; bizim Ali’mizden. ‘Bahçede oynayan çocukların kırıldığı’ bir çağ bu. Kıranları tanıyoruz, biliyoruz. ‘Avluda oynayan çocukları kim kırdı?’ şiirindeki o boş sayfalara, şiiri reddederek, şair olmasan ne yazardın?

Artık güneş değil, gölge dolduruyor kaptanın seyir defterini. O yüzden işte o boşluk. Ne yazılabilir ki, kırılan çocuklardan başka. Başkan kırılan bir ‘fışkıye’nin peşine düşmüştü hatırlarsan. Çocukları kırdılar sonra; eşyadan daha önemsiz olan çocukları! Bu öyle direngen bir duruş ki, kırıldıklarını kabul etmek bile istemedi avluda oynayan çocuklar. Yeniden en başa gidip, kırılıyor, sonra oyuna dahil oluyorlar yine. Oyun hiç bitmiyor. Saf ve temiz bir oyun bu.

Yine aynı şiirden devam edelim; ‘sonra durduk yere kendi kanını emen / ikiyüzlü direniş…’ dizeleri, ki böyle çok dizelerin var senin, fazlasıyla karamsar değil mi? Karamsarlığın kötü bir şey olduğunu da, şairin saçmaladığını da düşünmüyorum ayrıca. Ali İsmail öldü. Direnen de direnmeyen de boğuldu mu gerçekten?

Zeka ve mırıldanmalarla başlayan bir direniş, yüksek bir haykırışa dönüştü, zekayı yanından hiç ayırmadan. Evet, bence boğulanlar oldu. Kendi kendini boğanlar da. Nefes almaya çalıştıkça daha çok boğuldular, boğulduk. Gökyüzü resimli çocuk kitaplarında yazıldığı gibi mavi değil artık. Şair o yüzden saçmalamış işte; çocukların kırıldığını kabullenmekle. Karamsarlık evet ama aynı zamanda bir umudu da barındırıyor bu dizeler içinde. İroni ve sonrasız bir döngü var o şiirde.

Şiirlerde baştan sona içinde yaşadığımız günlerin ruhumuza yığdığı keskin acı dolaşıp duruyor. Sokaklar gaz ve toz bulutu içinde; bahçeler tarumar, avlular bomboş ve çiçeksiz. Ülkenin hayata ses veren ana merkezleri, Kızılay, Tuzluçayır,  Kadıköy, Kordon bu ortamın yaşattığı umutsuzlukla savaş halinde. Umut, bizden kaçıyor gibi. Bizim mahalle(!) acısını ‘jazz’la mı anlatmalı?

Bilmiyorum, fazla mı karamsar bir tablo ama umutsuzluğu, var olan durumu, sokakların boşluğunu, betonevler’in çokluğunu, belki de senin de sözünü ettiğin kentin ana damarlarına ve dolayısıyla yine insana yüklediğim, oradan çoğaltarak çaresizce beklediğim, sadece yazabildiğim sorumluluğu… Jazz da bu yollardan biri elbette. Öteki bir yol, jazz. Var olanın anlamsızlaşmaya başladığı, hiçbir işe yaramadığı durumlarda, yeniden kendime, yedek kulübesine döndüğüm, dinlenme durağı. Tek başına yeterli değil ama.

“iki ucu boklu bir değnek” olan ülkede, hele de “kafası kıyak bir baba”yla hesaplaşmak gerektiği kesin. Öldürmek için o kadar çok gerekçe varken, babanı neden öldürdüğünü hatırlamıyor musun gerçekten? 

Kuyruğu dans ederken kendisi ağlayan kertenkele gibi sevgili ülkem. Ben de öyle. Oldum olası iktidarın en küçük suç ortağı olan baba’dan, babalardan nefret ettim. Otorite tam da orada başlıyor çünkü. Ben de bir babayım ve bu suçun bir ortağı da benim dolayısıyla. Bu zinciri koparma isteği belki de benimki. Babamı kaç kere, en son ne zaman öldürdüğümü hatırlamıyorum inan. Bu yüzden belki de tekrar tekrar öldürmeye çalışmam. Eğer yakın bir zamanda öldürmemişsem, bu dürtü yeniden depreşiyor işte. Şiir oluyor en fazla.

 Şiirin reddi, şairin reddi… Son zamanlarda çok fazla ‘kandırılan’ var. Şiir de günümüzde şairin kendini kandırdığı bir mecra mıdır? diye geliyor aklıma. Buradan yola çıkarak kendine ve şiire “red” bence de doğru bir tutum olarak çıkıyor karşımıza.  Sence burada bir sınır var mı, varsa nereye kadar?

Şiirin reddi’ni onun biçemi, anlama olan yolculuğunun mesafesi ve şiiri tekdüze dilden kurtarmak olarak anlıyorum. Asıl önemli olan şairin reddi. Tepede durması gereken, kendi kendimize sürekli tekrarlayıp hatırlamamız gereken de bu. Şairin reddi, şirin de olmazsa olmazı bence. Bu konularda çok yazdım, burada uzun uzun anlatmak istemiyorum ama, şair, nankördür biraz, olmalıdır. Aynı olanın, verili olanın ve dayatılanın ona sunacağı iktidar alanlarını da reddedebilmelidir. Belki azınlıkta kalacak, yalnızlaşacaktır. Şiir uzun bir yolculuktur oysa; bugün için olduğu kadar gelecek için de yazılır şiir. Öncelikle de gelecek için. Red burada başlıyor işte. Temelleri sağlam atılmış bir reddiye her daim kalıcı olacaktır.

Son olarak, MedaKitap Yayınları’ndan da söz edelim istiyorum.  Bir kooperatif, bir imece,  bir dayanışma oluşumu olarak biliyorum ben. Son zamanlarda yayıncılıkta yaşanan “sadece ticaret” amacına karşı, bu yayınevine bir “red” ve yeni bir başlangıç olarak mı bakmalıyız?

Evet, tam da öyle bir oluşum MedaKitap. Egoların şişmesi, alelacele yazılan metinlerle şair – yazar olabilme saplantısı ve bu sıfatlara gereğinden fazla yüklenen anlamlarla paranın kesiştiği o yerde işte, fiyat da oluşuyor ister istemez. Yayıncılıkta da reddedilmesi gereken o kadar çok şey vardı ki, neredeyse kendiliğinden, böyle bir yapının, yayınevinin içinde bulduk kendimizi. Çoğalarak, çoğaltarak gidiyoruz. Henüz 3. yılımız yeni bitti. Genç bir yayınevi sayılabiliriz yani. Otuz altı kitaba ulaştık. Edebiyat buluşmaları, toplantıları yapıyoruz. Ortak kitaplar hazırlıyoruz. Çeviri ve telif eserler basıyoruz. Ve evet, ticari bir yapının içinde olmakla birlikte, ticaret yapmamaya çalışıyoruz. Kitaplarımızı hediye etmek, kütüphanelere ve sahaflara bağışlamak en sevdiğimiz eylemlerden biri.

 

Red, Şiir, MedaKitap Yayınları, Eylül 2016

 

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir