İKİ KİTAP BİR AYNA – Ali Hikmet Eren

Bir okuma tekniği ya da zaman darlığı mı demeli, aynı anda iki, bazen üç kitap taşıyorum çantamda. Her gün, her birinden parça parça okuyup, kitabın bölümleri de birbirine girmeye başladığında farklı bir gerçeklik, böyle bir algı da çıkıveriyor ortaya, doğal olarak.

Altay Öktem’in Thomas Düşerken ve İlker Ülgen’in Aynadaki Yatak kitaplarıyla aynı anda hemhal olunca, konuların, olayların, karakterlerin birbiri içine girmesine de engel olamıyorsunuz okuma sürecinde.

Kitaplar bitip, karakterleri ve olayları birbirinden ayırmak, salim bir kafayla mümkün olmuyor uzun bir müddet. Beyniniz sulanıyor, tam da öyle oluyor.

Altay Öktem’de ayna, pek çok yazarda olduğu gibi, önemli bir nesne, kimi zaman da imgedir. –Nesneler imgeye dönüşebiliyor zamanla, gördüm.-  Aynaya yaptığı ve bir şiirinin son dizesinde yer alan yanlış öpülme itirafı hala aklımdadır onun. Hoş, böyle bir itiraf da ayna dışında kime, hangi nesneye yapılabilir ki?

Ayna, kırık ya da parçalanmamış haliyle, hiçbir ayna bütün değildir ya, neyse, pek çok gerçekliği ve kurmacayı barındırabilir içinde, taşıyabilir, saklayabilir… İnsana benzer aynalar da. İnsan bedenini, ruhunu ve gizlerini toplamak da aynalara düşer belki bu yüzden.

Son romanı Thomas Düşerken’de yine ayna, farklı aynalarda bölünen parçalarından kendini yeniden başka bir gerçeklikle ve ama yine bir aynada, -bence!- var eden kadın bedenleri var Altay Öktem’de.

Var etme çabasının mimarı da kolları, dolayısıyla elleri ve parmakları olmayan, ikinci dünya savaşı zamanlarında kendi gerçekliğini bile zoraki bulabilen Yahudi bir fotoğraf sanatçısı; Thomas Dumas…

Thomas, ayak parmak ucuyla, Alp Dağlarında, bir uçurumun çok kenarında, bir manken olan Maria’nın vücudunun ışıkla uyumunu keşfederken, belki de en güzel ışığı, en güzel kareyi yakalamaya çalışırken ayak parmaklarıyla deklanşör arasında kalan o boşlukta, uçurumun, onu gerçek anlamda tanımlayan o boşluğun kollarında buluverir kendini.

Thomas’ın hayat hikayesini, bir anının, anlamak için birbirlerine ihtiyaçları oldukları bir gerçekliğin peşinden koşan iki roman kahramanından, ikinci elden dinlemeye, onu anlamaya çalışırız biz de, romanın diğer sayfalarında.

Thomas çektiği fotoğraflarda, insan bedenini aynaları ve ışığı kullanarak farklı pek çok parçaya ayırıp, sonra da onları tekrar birleştirerek söylüyor içinden geçenleri. Yazarak, çok da güzel yazarak üstelik, üçüncü kişilerle ancak anlaşabilen Thomas, tanınmasını sağlayan “Hayat Dilimin Ucunda” adlı fotoğrafıyla pek çok itirafı, hayatın aslında parçalanmış bir gerçeklik, çaresizlik, varoluşu tanımlayan o puzzle’ın aslında ne kadar da önemsiz bir parçası olduğunu dillendiriyor. Thomas, kollarının, söylemiştim, dolayısıyla ellerinin de olmaması bir yana, dilsizdir de; tıpkı bir ayna gibi…

İlker Ülgen aynayı konuşturur oysa, ayna dile gelir onun öykülerinde, içindeki ve dışındaki binbir nesne ve öykünün esas kızı olan kahramanıyla. Ayna bir bütün, içindekiler kırık kırıktır. Aynadan çıkmalarına, aynaya girmelerine, onunla derdini paylaştıkları sürece izin verir kahramanlarına Ülgen.

Thomas Dumas, aynalar yardımıyla, -genelde çıplak kadınlar,- parçaladığı bedenleri kendi ruh haliyle yeniden tasarlayarak yeni bir beden ve belki de ruh haliyle sunuyor çektiği fotoğraflarla okura.

Çıplaklık en güzel parçalanmışlık, en güzel sadelik ve var olma değil midir?

Aynadaki yatak öyküsündeki kadın gerçekliği, öykünün kurgusal parçalanışı, kadının pek çok farklı görüntüsünün zaman dışı bir yerde, muhtemelen bir yatak odasında yeniden bir araya gelmesiyle buluyor kendini. ‘Esas kız’ın gerdek gecesinde, aynada kendi yansısıyla konuşmasından anlıyoruz bunu.

Kişilik ya da kimlik, bir kediyle, pelüş ayıyla, yastık ya da sandalyeyle, herhangi bir nesneyle bile kendini tamamlayabilen, onlarla iletişim kurabilen bir ‘çoklu kişilik’ olarak çıkıyor karşımıza. Kendine yabancılaşarak, kendi yarattığı kişilik ya da ruh halini yine kendi belirlediği objelerle tartışan, kimi zaman yaşadığı odaya,  kimi zaman da tek nesnesi olan aynaya bile yabancılaşan…

Kitap, baştan sona gizil, bir zamansal kronolojiyi de içeriyor; küçük bir kız çocuğunun, evlilik hesaplarıyla kafası karışan bir genç kızın, evlilik kurumuyla kafası daha da karışan aynı olgun genç kızın, zamanla bir kadının, kimi zaman bir anlatıcının ve en sonunda da bütün bu yaşananların muhatabı olan, olabilecek bir ya da birden çok erkeğin birbirine geçmiş, farklı ama aynı zaman aralıklarıyla örülmüş hikayeleri bütünü.

Parçalanmış gerçeklik, kitabın adında da yer alan bir aynadan yansıyarak, aynı aynada ve aynadan yansıyan bir yatak üzerinde yeniden birleştiriyor o kız çocuğunun, o genç kızın ve o kadının gerçekliğini. Erkek çocuklar, büyük adamlar, aynayı parça parça bölümleyen o nesneler hep var.

Tıpkı Thomas Dumas’ın yapmak istediği gibi, aynı bütüne ait pek çok parçadan, yanına kimi zaman ışığı, kimi zaman da farklı yaşamsal uzuvları alarak yeni bir bütün, yeni bir gerçeklik oluşturuyor İlker Ülgen de. Aynayı kullanıyor o da!

İlker Ülgen okuru yabancılaştırmayı, bu yabancılaştırma içinde de karakterlerinin ruh hallerini okura çaktırmadan ‘kakalamayı’ iyi biliyor. Neyin ne olduğu, hatta kimin ‘ne’ olduğu sorusunu, tam da kendini sorgularken hem de, öyküdeki kahramana soruveriyor okur.

Tıpkı Altay Öktem gibi…

İki kitap arasındaki asıl ortak nokta da, Altay Öktem’in Thomas’ında, parçalanmış kadın bedenlerini, sayfalar süren düşme sürecinde şekilden şekle girerek anlattığı o kitap kapağıyla, İlker Ülgen’in, düşüşünü tamamlamış ve artık paramparça olmuş bedenlerin ayna parçalarından ve o parçalara yansıyan beden kırıntılarından yeni bir kadın bedeni oluşturabilen kitap kapakları…

Altay’ın Thomas’ı İlker’in kitap kapağına düşüyor benim çoklu okumamda, hepsi bu!

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir