UZAYLIK – Kenan YAŞAR

Uzayın soğuk olduğu söylenir. Tek bildiğim, sonsuz olmadığı. Mıhlanmış hayatlar gibidir, sonsuz kere sınırlıdır uzay.

Kışı sevmem, soğuktur kış; üşütmeyi hüner bellemiş bir zorbadır. Kışla uzay arasında bir bağıntı olmalı. Üstelik matematiğin her noktasına taş çıkaracak bir bağıntı. Ürküten, donduran ve yalnızlaştıran bir bağıntı.

Bir hevestir anlaşılır; gelip geçmese de olur. Uzay mertebesine erişmek bir yana, kim tanrı olmak ister ki?! Üstün de kalsın, altın da; ey yalnızlığın nokta atışı!

Uzay, kış ve uzadıkça uzayan bağıntı fukarası girişler…  Sündükçe sünen, bir türlü girilemeyen girişler. Aslında hiçbiri de umurumda değil, hiçbir zaman da olmadı. Tek istediğim, dünya gözüyle uzayı görmek. Bu cümleyi ne zaman kursam, “Dünyadan uzaya baktığımız her nokta, dünya gözüyle uzayı görmek değil midir sonuçta?” anti cümlesiyle karşı karşıya geliyorum. Karşımdaki boşluk da olsa, bu cümleyi kuruyor ve bu hiç şaşmıyor/değişmiyor. “Doğru lan!” diyorum sonra istemsizce. Ardından gelen kelamlarım da ilkini ve öncekileri olumlar nitelikte oluyor.

Girelim mi artık? Girelim girelim…

Çok fazla doğru birikti hayatımda. Eğriler bile doğrulmaya başladı desem yeridir. Demesem mi acaba? Olur olmaz sormasınlar sonra; “Neren eğriydi ki de, düzelmeye gereksinim duyasın?” diye. Sorarlar valla, hiç sektirmeden hem de; onlar da ardı arkası gelmez şaşmazlarla kaplı değil mi sonuçta.

Eğrileri de çok seviyorum. Soğuğu ne kadar sevmiyorsam, onları da o kadar seviyorum. Seviyor-sevmiyor papatya falı gibi de olsa cümlelerim, arada onları da seviyorum. İki okşuyor, bir seviyorum. Üç ya da dört baş sıvazlıyor, hep seviyorum.

Eğriler ve soğuk yüzünden uzayı biraz ihmal ettik sanki. Bunda, doğruların da payı büyük.  Uzayda bunlara takık herhangi bir biyolojik ya da fizyolojik bir oluşum olduğunu sanmıyorum. Onların takacak çok daha leziz şeyleri olmalı. Ağızların suyunu akıtan bir teknoloji ve hızla kaplanmış olmalılar. Şayet öyleyse, hisler de dâhil, o hızda oyalayıcı ve gereksiz hiçbir unsura yer olmamalı. Zamanın sonsuzluğunda, sıkılmamak ve hissetmemek adına asla yavaşlanılmıyor; durmanın esamesi bile okunmuyor olmalı. İki durup bir soluk almalar tarihe karışmış olmalı.

Uzayı seviyorum ama seni sevmiyorum zaman. Özellikle de çok fazla hissettiğim zamanlarda sevmiyorum seni. Ve nedense çok fazla hissediyorum seni. Bu hep böyle miydi, yoksa bir ara mı böyle oldu, hiçbir zaman bilemedim. Bilseydim, emin olabilseydim keşke. Hislerin yanına pişmanlıklar eklenince, daha bir çekilmez oluyorsun zaman. Keşkeleri kulağından hiç çıkarmayan bir tek sen varsın; küpeler evrenin en iflah olmaz ve unutulmaz parçasısın zaman.

Uzay da ayrı bir dert. Soğuğa ve radyasyona dayanaklı bir sürü şeye ihtiyacın var. Şayet huzuruna çıkabilirsen tabii. Kıyafeti, şusu busu derken tomarla para harcaman gerekiyor. Hadi çıktın diyelim; n’apacaksın? Metrekare, kilometrekare ve ne kadar ölçerlik varsa o kadar kare koca bir hiç kalıyor karşında, o sonsuzlukta.

Ne denli yükselirsek yükselelim, ayağımızın altında kalan şeye uzay demek için daha çok yolumuz var. Teknolojimiz ve onu kontrol etme düzeyimiz, bilim insanlarının belirlediği basamakların daha ilkine ulaşamadı bile. Dünyamızın toplam enerjisinin çok azını dönüştürüp kullanabildiğimiz gerçeği bir yana, burnumuzun dibindeki gezegenlerde yaşam alanı oluşturup koloni kurmak, şu aşamada hayalden öte bir şey değil. Kaldı ki güneş sistemimizi aşıp, kendi galaksimizi kolaçan etmeyi ve oradan diğer galaksilere açılmayı, hatta hatta evrenin alayına dalmayı tasavvur edebilelim. Adama demezler mİ; daha dur bakalım, denizden yeni çıkıp emeklemeye ve yürümeye başladın, yeri bitirdin de, gök ve tayfası kaldı öyle mi?! Aradan geçen milyonlarca yılın da hiçbir önemi yok üstelik. Sonuçta evrimin zaman döngüsünde küçük küçük noktalardan ibaret hepsi de.

Ah insan, zavallı insan; ne vardı, Dünya denen kutundan çıkacak? Sonsuzluk nere, yokluktan hâllice varlığın nere? İyi de, daha çıkmadık ki! Sudan bile çıkamadık. Emekleme döneminde bile değiliz evrimimizin. Üstelik emekleyip yürümekten ziyade, kekeleyip tekrar ediyoruz çok uzun bir zamandır:

Suyu sevdiğimden değildi hani. Islanma isteği ve özlediğimdendi belki. Seni suyla yakalayan bilincim, tasavvurunu taşa bağlayıp suya atmıştı sanki…

Sonra sonra fark ettim. Tanımadım, hiç bilmiyordum arzuyu. Bağırır durur da duymazdım çığlıklarını.

Tek başına gidilen bir yol vardı önümde. Zamanın üzerine basmak gibiydi seni algılamak. Adımlarımız biliyor, ben bilmiyordum.

Aynısı ve aynısıydı tüm yalanlar. En fazla bir tekerlemeydi rahme bahşedilen ikizlik. Basılmazdı aynı anda, aynı noktaya. Ve ruh bir yalandı.

Kelimeler çetelende bir ağırlık. Oturup sorgulayabilirdin tüm ilişkilerini. Karşına da alır, konuşurdun da; sanki varlarmış gibi.

Eşit çizilmiş sınırlar. Sen, hayat ve diğerleri; her şey eşit. Susuz da kalsa yükseliyor duvarlar. Ve sadece geçiyor, emek değil ki zaman.

Yosun bağlamadan hani, çok da kokuşmadan düşünceler, hazır boşluklar da varken, bırakalım da süzülsünler mi?

 

Sarmaya başladılar bir kere, tıkanma noktasına gelen her şey. Geriye ve silerek gitmenin tam da zamanı şimdi, izi kaplayan boşlukları.

Suya dönün, suya atın her şeyi. Çıkmadık hiçbir zaman, çıkamadık sudan. Kumsalda bir iz yaşadıkların; dalgalar alıp götürecek birazdan.

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir