BİR KÜLTÜR ŞEHRİ ANKARA – Esme ARAS

Ankaralılar için, yaz gecelerinde dere boylarında yapılan gezintiler, kemerli taş köprüler, değirmen arklarında çamaşır yıkayan kadınlar, sürüler halinde yüzen ördekler bir uzak geçmişten fotoğraf karelerine yansıyan hayallere dönüşmüştür.”

Erman Tamur, çalışmalarını Ankara’nın tarihi ve kültürel değerleri üzerine yoğunlaştıran bir araştırmacı-yazar. “Ankara Keçisi ve Tiftik Dokumacılığı-Tükenen Bir Zenginliğin ve Çöken Bir Sanayinin Tarihsel Öyküsünden Kesitler “den sonra “Ankara Dereleri Üzerine Tarihi ve Güncel Bilgiler” alt başlığı ile yayımlanan “Suda Suretimiz Çıkıyor”u okuyucusuyla buluşturdu. Kebikeç Yayınları tarafından basılan kitapta Tamur, derelerle birlikte bir kentin ekonomik ve sosyal yaşamının, tiftik üretimi, dericilik, buğday üreten su değirmenlerinin, kentin karakteristiğini oluşturan geleneksel Ankara evlerinin, kısacası kentin mimarisi, özgün ve değerli kültürel mirasının nasıl da değişime uğradığını anlatıyor. Anlatmakla kalmıyor, arşivindeki siyah-beyaz fotoğraflarla bunu kanıtlıyor.

– Mesleğinize ilişkin teknik kitaplarınız bir yana Ankara üzerine pek çok inceleme-araştırma kitabına ve makaleye imza attınız. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz, kimdir Erman Tamur?

Bir ilkokul öğretmeninin çocuğuyum, 1946’da Ankara’nın Bala ilçesinde doğdum. Bütün öğretim hayatım Ankara’da geçti. ODTÜ İnşaat Mühendisliği mezunuyum. Mesleğim nedeniyle uzun yıllar projelerde çalıştım. Yaşadığım şehri çok seviyorum. Çocukluğumdan bu yana, tarihe ve arkeolojiye olan ilgimle okuyup öğrendiklerimi bütünleştirip Ankara’ya ilişkin bir şeyler yapmalıyım, diye düşündüm. Kadim tarihte öne çıkarılmamış, yeterince araştırılmamış veya ele alınış tarzları itibarıyla araştırılmışsa dahi yaygınlık bulamamış, Ankara’ya özgü bazı konuların olduğunu fark ettim. Mesela, Anakara keçisini hemen herkes bilir ama niye meşhurdur, onu önemli kılan nedir, bunu herkes bilmez. Ankara keçisinin esas önem taşıyan yönü, onun tiftiğinden dokunan kumaşlar veya ondan üretilen örgü ürünlerinin çok kaliteli oluşudur. Bir dönem Ankara’da bu ticaretin çok ağırlık taşımasıdır. Ankara’nın kırsalında yetiştirilen keçiden kırkılan tiftikle Ankara’da dokunan kumaşı, yani kırsal ve şehir merkezinin bu bağlamda bütünleşmesini araştırmak bana keyif verdi. Ayrıca iki yıl önce Altındağ Belediyesi, Ankara’da bir Kent Müzesi kurma kararı aldı. Ulucanlar Cezaevi Müzesi yerleşkesinin içinde, eskiden hapishanenin yarı açık bölümünü oluşturan ve mahkûmların işçi olarak çalıştığı matbaa binasının müzeye dönüştürülmesi çalışmaları sürdürülüyor. Müzenin alt yapısını ve içeriğini oluşturmak üzere Ankara konusunda araştırma yapan yazarlar, koleksiyonerler, Ankara’ya gönül vermiş kişilerden bir danışma kurulu oluşturuldu. Ben de danışma kurulunda görev alanlardan biriyim. Müzede kent tarihini anlatan kronolojik bölüm ile Ankara’da fotoğrafçılık, sağlık işleri, matbuat, yaşanan acı ve tatlı olaylar gibi tematik konuların ele alındığı bölümler var. Ayrıca Ankara’nın yetiştirdiği ünlü kişilerden Ulus’taki meşhur Foto Aile, Eyüp Sabri Tuncer kolonyacısı, 1940’ların sonundan 60’lara kadar görev yapan nikâh memuru Mücteba Bey gibi Ankara’nın bir parçası olmuş ve bunun için unutulmaması gereken, yakın tarihi hatırlatan ve şehirdeki hayatı yaşatan her şeyi bütünlemeye çalışıyoruz.

– Konu Ankara olunca sizi katıldığınız sergiler, aldığınız ödüller, düzenlenen panel ve sempozyumlar ile radyo-televizyon programlarında görüyoruz. Bir Ankara aşığısınız, bu sevginin/bağın altında yatan nedir?

Bütün hayatımın Ankara’da geçmesi bir etkendir. Sosyal kategorilerin basamaklarını çıkar gibi Ankara’nın çok değişik semtlerinde oturdum. Çocukluğum Aktaş’ta geçti. Aktaş, o yıllarda Ankara’nın geri kalmış, çok yoksul gecekondu semtlerinden biriydi. Babam, benim de öğrencisi olduğum Atilla İlkokulu’nun başöğretmeniydi. Sonra Dörtyol’a taşındık, sosyal kategori olarak bir basamak ileri çıktık. Daha sonra Maltepe, Bahçelievler, Kavaklıdere ve Çankaya. Ankara’nın semtlerini gelişmişlik düzeyleri itibarıyla bir baştan bir başa gördüm. Her semtten arkadaşlarım oldu. Her kesime mensup insanlarla tanıştım, yaşadım. Ankara’nın girdisini çıktısını, zulalarını öğrendim. Eski Ankara’da Kale ve Hamamönü civarında, Anafartalar’da, Ulus’ta gezip dolaşmayı çok severim. Ankaralı olmak bence bir şans, insan yaşadığı şehrin tarihini öğrendikçe, geçmişine ilişkin bilgileri arttıkça gördüklerini daha iyi anlamlandırır ve sevgisi de o ölçüde artar diye düşünüyorum.

“Değerlerine sahip çıksın Ankaralılar, çıkalım hep beraber”

– “Suda Suretimiz Çıkıyor”da Ankara’nın akarsularını 1839’un haritaları ile 1924 ve 1944’ün şehir planlarından incelemişsiniz. Ayrıca arşivinizdeki kartpostallar ve çeşitli koleksiyonlardan izini sürmüşsünüz.  Bu kitabı size yazdıran başat sebep nedir?

Ankara’ya ilişkin el atılmamış hangi konu var diye baktığımda, akarsularını gördüm. Örneğin Ankara Keçisi konusunda da araştırmalar yapılmıştı ama bunlar zooloji kitaplarıydı. Kültürel ve ticari değer olarak, şehir yaşantısına nasıl tesir ediyor, insan yaşamına, şehirdeki yapılaşmaya yansıması nedir gibi boyutları benim çok ilgimi çekti. Ankara’nın dereleri bir zaman vardı, şimdi yok mu desek, yarı yarıya var mı desek… Kaybolup giden bir değerdi. İnsanda hem hüzün, hem nostalji yaratıyor. Benim, hayatta kaybolup giden her şeye karşı zaafım vardır. En azından unutulmamalı, kayda geçmeli diye düşündüm. Daha da özel bir sebep söyleyeyim. Çocukluğumda Hatip Çayı’nın kıyısına giderdik, öğretmenimiz götürürdü bizi. Şimdi o dere yok ve üzerinden cadde geçiyor. Bu tip düşünceler kentlide çağrışım yaratır, hiç olmazsa olduğu kadarını koruyalım bilinci oluşabilir. Ben bu kitapları yazarken mesaj vermeyi de istemişimdir. Halen bir Hacıkadın Deresi var ki yarı bölümü açıktan akıyor ve tabiat harikası bir dere. Buna sahip çıksın Ankaralılar, çıkalım hep beraber.

 – Kitabınızın önsözünde ve arka kapak yazısında Ankara’nın yitirilen değerlerine yönelik bir çağrı yapıyorsunuz. Yerel yöneticiler bu kitaptan haberdar mı ya da konuyla ilgileri ne düzeyde oldu, nasıl geri dönüşler aldınız?

Kitabım yerel yöneticilerin eline geçsin diye özel bir çabam olmadı doğrusu. Ama şunu söyleyeyim, benim bu kitapla vermeye çalıştığım mesaj birkaç boyutludur. Ankara, derelerini yitirmekle peyzajından ve yaşantısından çok şey kaybetmiştir. Bu konuda olumlu gelişmeler olmasını her zaman arzu ederim. Ama hiç de umutlu değilim. Söz konusu yöneticilerin bu tip hassasiyetlerinin olmadığını görüyorum. Hacıkadın Deresi gerçekten çok güzeldir, bir yerden sonra menfez içine alınıyor ve kayboluyor. Acaba doğal haliyle korunabilir miydi? Pekâlâ korunabilirdi. Böyle bir bakış açısı yok. Biz dereyi önce yok ediyoruz, arkasından yapay bir kanal içerisinden su akıtıp onu süslemeye çalışıyoruz. Bazı değerleri mümkün mertebe doğal haliyle korumak çok önem taşır.

Dereler kitap kapağı

 

“Şehre renk katan unsurlardır akarsular”

 – Kayaş, Mamak ve Saime Kadın’ın 1960’lara kadar Ankara’nın kıyısı, her kesimden insanı buluşturan kentin gözde mesire yerleri olduğunu öğreniyoruz. Bu görüntüler neden bu kadar uzağımızda ve sadece fotoğraflara hapsedilen birer anı/hayal olarak kaldı?

Çünkü dereler artık açıktan akmıyor. Dereler şehirlerin görünüşüne çok şey katar. Yeşilırmak olmasa, Amasya bu kadar güzel olamaz. Şehre renk katan unsurlardır akarsular. Ankara’nın belli başlı üç deresinden biri olan Çubuk, en şansı olanıdır. Halen şehrin içinde büyük ölçüde açıktan akıyor. Değeri bilinmesi gereken bir güzellik bizim için. Hatip Çayı, eski Ankara’nın hemen yanı başından geçmesi nedeniyle kanaatimce şehir yaşantısına en büyük tesiri yapmış bir akarsuyken, bugün şehir içindeki bölümü tamamen kapalı menfez içinde. İncesu’nun da şehir içinde önemli bir bölümünü açıktan görmüyoruz. Dereler açıktan aktığı zaman kenarında bahçesi, bostanı, köprüleri, değirmenleri vardı…

“Roma Bendi’nin kendisini de ismini de koruyamadık”

 – Yalnızca dereler kurumuyor, onu çevreleyen doğa ve tarih (kemerler, köprüler, bentler, değirmenler) de yok oluyor/ediliyor. “Küçük bir dere bu güzellikleri yaratmaya yetiyor” da insanoğlu neden koruyamıyor?

Dünyada insan yaşamında ve tabiatta değişimin önüne geçmenin imkânı yoktur. Bunu doğal süreç olarak kabul etmek gerekir. Ama yitirilmemesi, korunması gereken de çok şey var. Biz bunu dahi yapamıyoruz. Bugün buğdayı su değirmeninde öğütecek halimiz yok. Hatip Çayı yok oldu, değirmenler de kayboldu diyorsak, bu çok doğal bir şey. Ama o derenin kenarındaki değirmenlerden bir tanesi, sembolik olarak çalıştırılarak korunamaz mıydı? O zaman, Ankara’nın un ihtiyacı çevreden getirilen buğdayın bu değirmenlerde öğütülmesi ile karşılanırdı diyebilirdik. Bu bir tarih bilinci meselesi. Koruma bilincinin, o anlayışın, dünya görüşünün bilhassa da yetki sahiplerinde olması lazım. Böyle bakarsanız bu size keyif verir ve baktığınız her yerde geçmişi yaşarsınız. Bırakın bendin kendisini korumayı, bendin ismini bile koruyamadık. Caddenin ismi Bent Deresi’ydi, çünkü altından bir zamanlar Bent Deresi akıyordu. Hatip Çayı, eski Ankara’ya geldiği zaman Hisar Tepesi’nin eteklerinden geçerken Bent Deresi adını alır. Dereyi menfez içine aldık, âlâ; üzerinden geçen yola da adını verdik. İsmi Roma dönemindeki bentten geliyordu. Şimdi Roma Bendi yok, Bent Deresi yok, üzerinden geçen Bent Deresi Caddesi var. Ama… Orada da durmadı, bir-bir buçuk ay önce Ankara Büyükşehir Meclisi’nde alınan kararla caddenin ismi Hacıbayram Veli Caddesi’ne dönüştürüldü. Hacıbayram Veli, bir Ankara evliyası olduğu için onun adını yüceltmek istemiş olabilirler. Ama yanlış…  Hacıbayram ismini taşıyan bir cadde zaten var. Bent Deresi’nin de tarihi bir anlamı var, onu yok etmek gerekmezdi.

– Çubuk, Hatip (Bent Deresi) ve İncesu’nun isimlerinin en az 500 yıldır değişmemiş olduğunu görüyoruz. Peki, Bülbülderesi, Kavaklıdere, Hoşdere, Dikmen Deresi, Kirazlıdere, Cevizlidere, Macun Deresi, Kutuğun Çayı gibi dereler bugün yok ama adları hâlâ yaşıyor diyebilir miyiz?

Adları kısmen cadde, sokak ve semt isimlerinde yaşıyor. Bir kısmının orada da yaşamıyor. Bugünkü Çayyolu Köyü’nün eski adı Kutuğun’du, içinden geçen dereden alırdı adını. Dere bugün kaba bir iz halinde kaldı. Ankara’nın üç büyük deresi dışındaki Ankara çanağının içinde oluşmuş küçük derecikler, yazın kurur, kış sonrası ve baharda biraz suları olurdu. Yoğun yapılaşma ve imar hareketleri sırasında bu dereler yok oldu. Bu işin meraklısı, derelerin nerelerde aktığının izlerini takip edebilir. Bülbülderesi Caddesi’ne gittiğiniz zaman oradan derenin aktığını pekâlâ fark edersiniz, çünkü caddenin iki tarafı yüksektir. Hoşdere’nin doğusundaki vadide akan küçük derenin ismi de yine caddeye yansımıştır.

“Cumhuriyet dönemine ait yapıların eski yazıları bir hoşluktur”

 – Bugün ayakta kalmayı başarmış tarihi köprülerimizden Aynalı (Taş) Köprü ve Akköprü ile Cumhuriyet döneminde inşa edilen Etlik Köprüsü ne durumdadır?

Bunların içinde kuşkusuz ki en önemlisi Akköprü’dür. Selçuklu eseridir, yedi gözlü bir taş köprüdür. Tabliyesi ortaya doğru yükselir. Estetiktir ve göze çok hitap eder. Köprünün eski resimlerine bakacak olursak, o güzelliğini boş bir arazinin ortasındayken ortaya koyabiliyor. Bugün çok yoğun bir yapılaşma var. Bu sıkışmışlık içinde köprüyü uzaktan göremiyorsunuz. Ancak yakınına gittiğinizde fark ediyorsunuz. Etlik Köprüsü, Cumhuriyet döneminde yapılmış bir köprüdür. Bana ilginç gelen şöyle bir özelliği vardır. Harf devriminden önce yapılmıştır ve iki kitabesi de eski yazılıdır. Ankara’da bir elin parmaklarının sayısı geçmez bu tip yapılar. Ulus’taki Zafer Anıtı’nın üzerindeki kitabe de eski yazılıdır. Cumhuriyet dönemine ait ama eski yazılardır. Bu bir hoşluktur bana göre. Korunması gerekir diye düşünüyorum. Köprülerin bugünkü durumu ise maalesef iç açıcı değildir. Etlik Köprüsünün ilk yapıldığı zaman çok güzel olan beton korkuluklarının yerini şimdi çok basit bir korkuluk almış durumda. Tabliyesinin betonlarında dökülmeler var. Bakımsız ve perişan… Aynalı Köprü, Çubuk çayı üzerinde Esenboğa yoluna yakın ama birçok Ankaralının varlığından haberdar olmadığı bir köprüdür. Kısmen korunmuş duruyor diyebiliriz.

Ankara Keçisi kitap kapağı

– Kitapta 1930’da kurulan Türkiye Tiftik Cemiyeti’nin inşa ettirdiği Sof Dokuma Evi’nin fotoğraflarını görüyoruz. Sizin Ankara keçisi ve tiftik dokumacılığı üzerine de çalışmalarınız var, tiftik üretiminin bugünkü durumundan söz eder misiniz?

Tiftik üretimi deyince Ankara Keçisi yetiştiriciliği söz konusudur. 16.-17.yy’larda Ankara bu anlamda en parlak dönemini yaşamıştır. Ortalama her yedi evden birinde tiftik dokunurdu. Tiftik dokumacılığı deyince bugünkü sanayi anlamında fabrikalar falan düşünmeyelim; evlerin işlik haline getirişmiş odalarında, bir veya iki tezgâhta üretilirdi. Ancak Ahilik geleneği ile üretimde standardizasyon vardı. Yani belli bir kaliteden katiyen taviz vermemek, kumaşın oluşturulmasının her aşamasında, dokunmasında, boyanmasında, perdahlamasında belli standartlara uymak… Bu nedenle çok üst düzeyde bir kalite tutturulabilmiş ve kumaş yalnız Osmanlı şehirlerinde değil, Avrupa’da da satılabilmişti. Fakat zaman içinde, aşama aşama bizim açımızdan geriye doğru bir gidiş yaşandı. En başta dış alıcımız İngiltere,  sof kumaşı almak yerine, tiftiğin ipliğini alarak kendi oluşturduğu tezgâhlarda işlemeye başladı. İplik ihracatı devam etse de, kumaş anlamında önemli bir gerilemedir. İngiltere, sonraları bir aşama daha ileri giderek ham tiftik istemiştir. Bizde tiftik, Batı’da moher denilen keçinin sırtından kırkılan tüyler, elde iğ, fengere, kirman denilen basit ahşap araçlarla iplik haline getirilirken İngiltere bu iş kolunu bir aygıt vasıtasıyla yapmayı sağlamıştır. Böylece Ankara kumaştan ipliğe, iplikten de ham tiftik satma durumuna düşmüştür. Son aşama, Ankara keçisinin Türkiye dışına çıkarılarak Güney Afrika’nın Kap bölgesinde yetiştirilmeye başlanmış olmasıdır. 1950’lilerde Ankara keçisinin sayısı on milyondur, bugün yüz bin civarına inmiş durumda. Bu gerilemenin nedenlerinden biri, tiftiğin yapay elyafla rekabet etmekte geri kalmasıdır. Ankara keçisi yetiştiriciliği çok zahmetli bir iştir. Nazlı bir hayvandır. Çok çabuk hastalanır, kışın soğuktan, yağmurdan, rutubetten korumak gerekir. Seçici bir hayvandır, temiz bir akarsuyu içer. Bu kadar zahmetle yetiştirilen hayvan, sonuçta yılda ortalama bir buçuk kilo tiftik verir. Ekonomik olarak yetiştiricileri tatmin edemez bir rakamdır. Aslında devletin çok ciddi sübvansiyonu olmasına rağmen yetiştirici için maalesef yeterli olamıyor. Bu işin çıkış noktası çok uzun yıllar konuşulmuştur. Afganların Keşmir keçisinden üretilen Kaşmir gibi bir kumaş üretmeliyiz ki pahalı fiyatlara satılabilsin. Ankara keçisi yetiştiriciliği tümden bitmeyecek ise çıkış noktası böyledir. Tekstil sektöründeki işadamlarımızın ilgi göstermesi lazımdır.

“Ankara, okuma-yazmayı ve sanatı seven insanların şehridir”

 – Ankara’nın dününe baktığımızda, hep yolların kavşak noktalarında yer almış. Çağlar boyu askeri bakımdan stratejik bir önemi ve tarım, sanayi, ticaret merkezi olmuş. Kimi dönemlerinde bölgesinin en gelişmiş şehri, kimi dönemlerde ise geri ve sıradan bir Anadolu kasabası kimliğine bürünmüş. Peki, bir yazar ve mühendis olarak Ankara’nın bugününü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yeni gelişen semtlerle modern yerleşimler oluşuyor. Elbette olumlu bir şeydir. Ama Ankara’daki yapılaşmanın yoğunluğuna dikkat edilmemesi alt yapıyı ve trafiği zorlamaktadır. Şehrin belli bölgeleri bu hizmetler bakımından büyük rahatsızlık yaşıyor. Ben Ankara’yı daha çok bir kültür şehri olarak düşünüyorum. Ankara, okuma-yazmayı ve sanatı seven insanların şehridir. Böyle bir şehrin görünüş itibarıyla göze hitap etmesi gerekir. Bu konudaki uygulamalar son derece zevksiz. Yerli yersiz yapılan havuzlar, caddelerin ve bulvarların gidiş dönüş yönlerini birbirinden ayıran yüksek ağaçlandırmalar… Bir dönem Ulus’taki meydana dikilen plastik palmiye ağaçları geliyor aklıma. Bu işlerin ehil insanlar, şehirciler ve peyzaj mühendisleri tarafından ele alınması gerekir. Eymir, Ankara’nın yanı başında küçük ve çok güzel bir göldür. ODTÜ’ye mal edildiği zamanlarda ağaçlandırılmış ki o konuda büyük katkısı olan rahmetli Kemal Kurdaş’ı saygıyla anmak gerekir. Güzelliğini bu haliyle korumak lazım. Ankaralılar oradan faydalanabiliyor, hiçbir kısıtlama da yok. Bu konuda bir yanlış anlama var. Arabaların göl sınırından içeri girmelerine izin yok. Bu da çok doğal bir şey. Eymir’i koruyalım. Hemen kıyısına kadar bir yapılaşma olmasın. Bunu hiç arzu etmem.

  

Esme’nin notu: 04.01.2015’de Ankara Hürriyet’te yayımlanmıştır.

 

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir