POETİKANIN PUSULASI – Serdar AYDIN

“Dünyayı değiştirmek istemiştik, ama perişanca yenildik. Şimdiyse değişmemek için ben dünyaya direniyorum.” (1)

 “Belki bu dünya da başka bir dünyanın cehennemidir.”(2)

            Poetika, Aristoteles’in tragedya ile komedya arasındaki farkları ortaya koyduğu yapıtıdır. Düşünce dünyasında sanat üzerine yazılmış ilk kitap olarak kabul edilir. Ancak zaman içerisinde poetika, şairin şiir görüsünü ya da şiir evrenini tanımlamak için kullanılan bir kavrama dönüşmüştür.  Şiir için kurucu nitelik taşıyan bir kavram olan poetikanın neliğini belirleyebilmek, çok değişkenli bir çözümlemeyi gerektirir. Şairin bütün yapıtlarını şiire içkin nitelikler açısından değerlendirmek ve bu değerlendirmenin sonuçlarını poetikanın imleri olarak ifade etmek bir yöntem önerisidir. Ancak tek yöntem bu değildir. Eleştirmenin şaire ve şiire yaklaşımına uygun olarak farklı yöntemler de bulunabilir.  Hatta, bu metinde yapılacağı üzere, sıra dışı bir önermede bulunularak, poetikanın pusulası ya da kerteriz noktalarının tespit edilebileceği savlanabilir. Bir başka deyişle şairin, şiir görüsünü ve poetikasını imleyen, ontolojik ve poetik bütünlüğe sahip dize ya da dizeler bulunabilirse, söz konusu şiir evrenine yaklaşmanın kolaylaşabileceği ya da büsbütün zorlaşabileceği söylenebilir.

7104_b_4375

Bu metin, böylesi bir iddiayı ortaya koymakta ve savımızı görünür kılmayı amaçlamaktadır. Şair Mahmut Temizyürek’in poetikasının pusulası, kerteriz noktası ya da işaret fişeği olabilecek bir dizesini, dize grubunu, sözcesini bulmayı ve bu dizenin poetik görüş için neler ifade edebileceğini göstermek istiyoruz. Böylesi bir iddia ile şairin şiirlerini okuduğumuzda, bir dize grubunun savlarımızın dayanağı olabileceğini gördük. Bu rastlaşmanın sonrasında anılan dize grubunun nasıl olup da poetika için bir kerteriz noktası olabileceği ya da pusula niteliği taşıyabileceği üzerinde düşünmeye başladık ve bir kez daha gördük ki Hegel haklı: Şiir, sanatlar piramidinin tepesinde yerini her zaman korumaya devam edecek. Öncelikle Mahmut Temizyürek  poetikasının pusulası saydığımız dizeleri alıntılayalım:

                                                “Sorudur bilincin kamçısı ya

                                               Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir”(3)

İki dize, sadece iki dize, bütün bir poetik algıyı işaretleyebilir mi? Bir şairin poetikasının kerteriz noktası olabilir mi? Bu iki dizeyi pusula sayıp yola çıkan okur, şairin diğer şiirlerine ve poetikasına ulaşabilir mi? Sıraladığımız soruların  tamamına olumlu yanıt veriyor ve iki dizenin şairin şiir algısını nasıl görünür kıldığını betimlemek istiyoruz. Esasen dramatik yönü çok güçlü, ancak sözdizimi, ritmi, söylemi ile son derece yalın iki dize ile karşı karşıyayız. Düz okuma ve anlamlandırma pratiği, yalınlık nedeniyle çok fazla olanağa sahip değil. Ancak derin okumayla bu dizelerin poetik anlam alanına, çağrışım evrenine ve oradan da şairin poetikasına, dünyayı ve hayatı algılama edimine, bu edimin nasıl şiire dönüştüğüne ve son kertede oluşan anlam alanlarının zenginliğine yaklaşmak olanaklı görünüyor.

Doğa Filozoflarından, belki de ilk soruyu soran insandan bu yana, “soru sorma edimi” insanın her anlamdaki veriminin kökeninde yer alır. En başta var olan kadim soru kipleri, “ne, neden, nasıl”   hem pratik ve teknolojik, hem de düşünsel ve kuramsal bilginin, eş deyişle bilincin oluşmasını sağlamıştır. Ancak burada hemen bir ayrıma gitmek ya da nüansa vurgu yapmak gerekiyor. Bilinç ile Bilgi’nin arasındaki fark ortaya konmalı ve “sorunun bilincin kamçısı olma hali” bu fark göz önünde bulundurularak açımlanmalıdır. TDK Sözlüğü diyor ki:

 “Bilgi(knowledge, information, cognition) : İnsan Aklının erebileceği olgu, gerçek ve ilkelerin bütünü. Bir şeyin bir şey olarak kavranması. Bir yargılamada bulnabilmek için bilinmesi gereken ögelerin her birine verilen ad. Bir şeyi bilme hali. Bireylerin öğrenme, araştırma veya gözlem yolu ile çaba sarfederek elde ettiği olgular.”

 “Bilinç(conscience, consciousness, conscious) : İnsanın kendisini ve çevresini tanıma yeteneği, şuur. Ben’in kendi etkinlik ve duygulanımlarını sezebilmesi.  İnsanın kendisi, yaşantıları ve dünya üzerindeki bilgisi; aynı zamanda düşünme ve kendini tanıma yeteneği. İnsanın çalışma süreci içinde, eş deyişle toplumsal ilişkiler süreci içinde nesnel çevresini ve kişisel varoluşunu anlamasını sağlayan düşünsel süreçlerin toplamı. Algıları ansan düzeyde bilgiye dönüştüren süreç”

Mahmut Temizyürek

Yukarıdaki tanımlamalar TDK Sözlüğünün ilgili maddelerinde yer alan karşılıkların derlenmiş halidir. Bu tanımlamalara bakıldığında bilgi ve bilincin iç içe olduğu, birisinin diğerinin oluşumunda etkin olduğu söylenebilir. Dolayısıyla hem bilginin hem de bilincin kökeninde soru sorma ediminin yer aldığı açıkça görülür. Bilinç algıları ansal düzeyde bilgiye dönüştürürken, bilgi bu dönüşüm sürecinin zaten içinde yer alan, ayrılması ya da ayrıştırılması olanaklı olmayan bir öğedir. Birbirini tamamlayan, birbiri üzerine kapanan bir süreklilik hali söz konusudur. Şair, sözcük olarak bilinci seçmiş olsa da bilginin, bilincin oluşumuna etkisi kaçınılmazdır. Dolayısıyla, bilincin sözcük değerinin, başat anlamının farklılaştığı söylenebilir. Dize içerisindeki kullanım değerine bakmak, yani şairin şiir diline eklemlenen poetik bir göstergeden söz etmek gerekecektir. Bu gösterge, bilincin sözcük değerini  ve başat anlamını, ikinci dize ile bütünleşerek, bambaşka bir bağlama taşır. Göstergeyi oluşturan gönderen ile gönderilen ikiliği, ontolojik ve poetik niteliklere sahiptir. Çünkü bilincin kurucu niteliği ben’in ontolojisine bağlanırken, soru sorma ediminin bağlayıcı etkisi daha da öne çıkar ve işlevselleşir. Bu süreç içerisinde,  kamçısı soru olan bilinç, ontolojik çevrimin tamamlandığı poetik bir sonuca ulaşır. Çünkü bilinç, hem real hem de irreal varlık tabakalarıyla etkileşim içerisindeki bir “oluş hali”dir. Bu oluş halinin, süreçsellik ve zamansallık dikkate alınarak betimi yapılırsa, eş zamanlı olarak ben’in ontolojik oluş sürecine de ulaşılır.  Çünkü ben, hem kendisi hem de dışındaki dünya için bilme edimini, soru sorma edimi ile koşut bir bağlam içerisinde ilişkilendirir. Bilinç ise, bu ilişkilendirme ediminin sonucunda yapılandırılacaktır. Yani, her anlamıyla bir “bilme” halidir söz konusu olan. Çünkü insan, bilen varlıktır. Bilme, insanı insan yapan kökensel niteliklerdendir. Bilen, bilgiyi üreten ve kendi içkin bilincini vareden insan, ben’in tekil varlık halini tümel varlıkla da ilişkilendirir. Metafizik nitelikleri olan, ancak içinde bulunduğu dünyanın seküler ve profan özelikleriyle yoğrulmuş olan ben, sonuçta kendiliğine içkin hakikatini var eder. Bu hakikatin öznel niteliği, eş zamanlı olarak öznel olmayana eklemlenir. Böylelikle real ve irreal varlık katmanlarının iç içe etkileşimiyle, ontolojik oluş hali tamamlanacaktır. Bu oluş’un poetik niteliği ya da şairin poetikasına ilişkinliği kaçınılmazdır. Bazen bir tek dize bile bu gücü var ederken, en baştaki sorumuzun olumlu yanıtına daha bir yaklaşmış oluruz. Evet, bir şairin poetikasını imleyen, kerteriz noktası olabilecek, belki de poetik bir pusula sayılabilecek dize ya da dizeler olabilir ve belirlenebilir. İlerleyelim:

Soru’nun ya da sorma ediminin bilincin kamçısı olma hali eni konu bir devinime işaret eder. Çünkü sormak mastarı dinamik nitelikler taşır. Durağanlık söz konusu değildir. Dinamik ve devingen bir süreçtir aslolan. Soruyu düşünen, kuran, kurgulayan ben, görece statik ve edilgen bu süreci, devingen ve dinamik bir hale getirerek sorma eylemini gerçekleştirir. Dolayısıyla sorunun yöneltildiği bir muhatabın da varlığı kaçınılmazdır. Çünkü soru, bir muhataba sorulur. Peki bu dizedeki muhatap kimdir? Şairin, bilincin kamçısı olarak gördüğü soru, kime sorulacaktır? Muhatap öznenin kimliği üzerine düşünüldüğünde, ontolojinin varlık katmanları göz önüne alınırsa, tikel ve tümel muhatapların varlığı akla gelir. Özne hem kendisine sorabilir tikel olarak, hem de kendisi dışındaki herkese ve her şeye sorularını yöneltebilir. Ancak sonuç değişmeyecektir. Kime sorulursa sorulsun, olası yanıtlar bilincin oluşumunu sağlayacaktır. Dolayısıyla muhatabın kimliği ya da varlığı muğlaklaşabilir. Önemli olan sorma edimi ve bu edimin karşılığıdır. Muhatabın kim olduğu, ilk anda, önemsizmiş gibi gelebilir. Ancak bu bir yanılsamadır ve muhatabın kimliği oldukça önemlidir. Çünkü soru sorulan muhatabın verdiği yanıt, bilincin oluşumunu doğrudan etkileyecektir. Değil mi ki bilincin kamçısı sorudur… Bu halde elde edilen yanıtın önemi kadar, sorunun kime sorulduğunun, yani muhatabının da önemi çok büyüktür. Ehil olmayana sorulan sorunun olası yanıtları yanlış bilinci büyütmekten başka bir sonuç doğurmaz. Dolayısıyla soru sorulacak olanın seçimi, hem yanıtın niteliği hem de kurucu nitelik olarak bilincin kamcısı olma hali açısından çok önemlidir. Bu seçimde de iki olasılık vardır. Ontolojinin ikili varlık tabakası yaklaşımına uygun olarak; soru, hangi varlık tabakasına ilişkin ise sorunun yöneltildiği muhatap da o varlık tabakasından seçilecektir. Sözgelimi irreal varlık tabakasına dahil edilebilecek sorular, ben’in kendisine soracağı sorular olsa gerektir. Dolayısıyla yanıtlarda ben’in öznelliği tarafından oluşturulacaktır. Real varlık tabakasına yönelik sorularda ise sorunun niteliğine göre muhatap belirlenecektir. Sonuçta bütün sorular bilincin kuruluşuna hizmet edecek, bilinç ise tersten bir bakış açısıyla ben’in varoluşunun özünde yer alacaktır. Esasen son derece kaotik bir süreçtir söz konusu olan. Kaosun içerisinde vukuu bulur her şey. Soru, soruyu soran, sorunun muhatabı, olası yanıtlar ve son kertede kamçısı soru olan bilinç; ben’in varlığını kuşatırken, kaotik ve ontolojik bir bağlamda, varoluş cisimleşecektir. Cisimleşecek olan, şair için şiiri, sanatçı için ise yapıtlarıdır. Kaosun içerisinde ve ontolojik bir oluşun sonucunda ortaya konan yapıt, ontolojik ve estetik bütünlüğü içerisinde kaosa karşı sanatçının verdiği bir yanıttır. Çünkü kaosun bir matematiği vardır ve aslolan kaostan kozmosa yönelmiş sürecin kendisidir. Peki, bu süreç nasıl adlandırılabilir? Bizce bu sorunun yanıtı çok açıktır. Anılan süreç ben’in varoluş sürecidir ve her soru ile imlenebilecek her bir an, ben’in varlık hallerine, eş deyişle varlık kiplerine işaret edecektir. Şair, ilk dizede, betimlemeye çalıştığımız bütün ontolojik süreci poetik olarak ifade etmiştir. Dizenin yalınlığı, söz dizim ve söylemin yalınlığıyla bütünleşirken, anlam ve çağrışım alanlarının zenginliği olabildiğince yoğunlaşmıştır. Böylesi yalın bir dizede, çağrışım ve anlam alanlarının böylesine güçlü olması, şiirin ontolojik ve poetik gücüyle ilişkili olsa gerektir. Aklın(intellect), bu ilişkiselliği betimleme çabası zorlu bir uğraştır. İlk dizenin bu bağlamdaki çetinliği, ikinci dizenin de değerlendirilmeye alınmasıyla çok daha zorlu bir mücadeleyi gerektirecektir.

Bir soru ya da sorma ediminden söz ettiğimizde, eş zamanlı olarak başka bir bağlam daha şekillenir. Çünkü her soru, olası bir yanıtı murat ederek sorulur. Belki yanıtı olmayan ya da bulunamayan sorular da vardır. Ancak bu durum istisnadır. Çünkü her soru, yanıtını da kendi içinde “gizil” olarak içerir. Sorunun yanıtını potansiyel olarak içinde taşıması hem diyalektiğe hem de kaosa ait bir niteliktir. Ayrıca her şeyin karşıtını içermesi de bu diyalektik sürecin bir sonucudur. Hem soruyu sormak hem de yanıtı sorma edimi içerisinde var etmek; diyalektik, öte yandan da kaotik bir haldir. Ben’in varoluşu, tam da böylesi diyalektik ve kaotik bir oluş’un betimidir aslında. Real, irreal varlık katmanlarının bileşenleri aynı zamanda kaosun oluşturucu öğeleridir. Freud’un Id, Ego, Süper Ego çatışkıları, Lacan’ın dil tarafından yakalanmış ve işkence edilen, parçalanmış özne yaklaşımı, varoluşun demonik ve Hümanizma tarafından yok sayılan bütün öğeleri vb. birçok olgu, kaosun öğeleridir. Ben var olmaya çabalarken,   kaosa bir yanıt vermeye,  kozmosa ulaşmaya çalışır.  Bir ifade oluşturmaya, bu ifadeyi bir form var ederek dışa vurmaya ve ötekilere ulaştırmaya çabalar. Yani, bir yanıt bulma çabası, tersten bir bakış açısıyla, varoluş mücadelesinin de özünde yer alır. Şair, sorunun bilincin kamçısı olduğunu söyleyerek muammayı önümüze koymuş ve geriye çekilmişti. Soru ve sorma edimi üzerine bunca açımlamadan sonra, şimdide yanıtın neliği üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Çünkü yanıt, kaosun kozmosa evrildiği ilk an’ın imleyeni olacaktır. Soru soran, soru sorarak bilincini yapılandıran özne, sorduklarına bir yanıt bulamazsa ya da bulunduğu varsayılan yanıtların biçareliğine inanırsa ne olacaktır? Soru soran ama yanıt bulamayan, bulduklarından da emin olamayan bilinç nereye ulaşacaktır? Soru ile yanıtın birlikte var etmesi gereken anlamın, nerede ve nasıl oluştuğunun belirlenmesi gerekir. Şair, bir kez daha zora sokacaktır algılayıcılarını:

 

“Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir”

 

Soru soran, soruyu bilincin kamçısı kılan ve sorduklarına bulmayı murat ettiği yanıtlarla bilincini yapılandıran ben, bir buz dağına çarpar bu dizeyle. Belki bütün soruların olası yanıtları vardır, bulunabilir. Ama ölüm, hiçbir şeye yanıt değildir!.. Ölümün bir şeylere, bir takım sorulara yanıt olma ya da soruların içeriği olma olasılığı var mıdır? Bu olasılığın varlığı ya da yokluğu, ölümün neliği üzerine düşünmeyi gerektirir. Nedir ölüm?.. Ölümlü olduğunu bilerek yaşayan tek canlı olan insan, her zaman ölümle iç içe yaşamak zorundadır. Ölüm, ölen Ben’in kendiliği açısından bir anlam ifade edebilir mi? Yoksa ölüm, geride kalanların yüzleşmek zorunda kaldığı bir olgu mudur? Ölen özne, bilinen bu dünyadan ve hayattan gidendir. Bu gidiş, kalanların kaosunu derinleştirmekten, ardışık soruların anlam alanlarını yoğunlaştırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Giden, gitmiştir. Onun gidişindeki her şey kalanın ödemesi gereken bir tür kefarettir belki de. Varolanın geri gelmemek üzere gidişi nasıl anlamlandırılabilir ki? Bütün yaşanmışlıklar, duygulanımsal değerler, anılar ve her şey kalana ait ıstırabı artıracaklardır. İşte tam da bu an da ileri sürülebilecek en zalim yargıdır:

 

“Ölüm hiçbir şeye yanıt değildir”

 

Bu yargı ile karşılaşıldığı an, ben’in varoluşu açısından en travmatik an’dır. Ölümün hiçbir şeye yanıt olmaması, geride kalanın bütün anlamlandırma dizgesini, anlam verebilme yeteneğini tahrip eder. Eğer bir şeye yanıt değilse, herhangi bir sorunun içeriği de olamayacak olan ölüm niye vardır? Kendiside kaotik olan, paradoks niteliği mutlaklaşan bu teorik soru, pratiğin acımasız somutluğu karşısında kendi anlamını üretmek zorundadır. Peki, bu nasıl olacaktır? Herhangi bir şeye yanıt olmayan, yani yanıt değil ise herhangi bir sorunun da içeriği olmaması gereken ölümün somut varlığı, nasıl anlamlandırılabilecektir? Ayrıca kamcısı soru olan bilinç, hiçbir soruya yanıt olmamakla, hiçbir sorunun içeriği de olmayan ölümü nasıl kavrayacak, bilgiye dönüştürecektir? Böylesi bir anlamlandırma için ben’e dönmek, ben’in bilincine ve bilincin değerlendirme yetisine, anlam üretme pratiğine bakmak ve bilincin kamçısının soru olduğunu “yeniden” anımsamak gerekir.

0000000412068-1

Ölümün neden var olduğu sorusu, bilincin ölüm üzerine üreteceği bilginin ve bu bilgiden yola çıkarak oluşturulacak kavrayışın sonucunda yanıtlanabilir. Bu durum ise birçok “yeni” soruyu ve yanıtı içerir. Yani ölüm üzerine olabildiğince çok soru sorup, ölümü bu soruların içeriği haline getirip, soruların yanıtlarını da  bütünleşik bir bağlamda değerlendirebilirsek, ölümün neden var olduğu hakkında bir anlamlandırma yapabiliriz. Ama şair bu olanağı en baştan reddediyor. Hatta ilk dizede sorunun bilincin kamcısı olduğunu deklere ettiği halde, ikinci dize de bir yargıda bulunarak ölümün hiçbir şeye yanıt olmadığını, yani hiçbir sorunun da içeriği olamayacağını savlıyor. Eksiltili bir durum söz konusu. Bu iki dize arasında, görünmeyen ama kaçınılmaz olarak var olması gereken birçok soru olduğu, olması gerektiği açıktır. Çünkü bilincin ölüm olgusunu algılayıp bir yargıya ulaşması için, birçok soru sorulmalı ve bu soruların yanıtlarına göre bir sonuca, yani yargıya ulaşılmalıdır. Ancak şair bunu yapmıyor ve ilk dizeden sonra yargısını söylüyor. Dolayısıyla, bu iki dize arasında sorudan, sorma ediminden başlayan ama yanıtları bulunmadan, belki merak bile edilmeden yargıya ulaşan bir dizim söz konusu. Bu durumun bir tür anomali olduğu, dilin ve sıralı iletişim mantığının dışında çağrışımsal, ama elbet ki şiire dair bir anlamlandırma alanını işaret ettiği söylenmeli. Çünkü soruyu sorduktan sonra yanıtları “pas” geçerek bir yargıya ulaşıyorsanız, ya sorularınıza herhangi bir yanıt bulamamışsınızdır ya da bulduğunuz yanıtları ihmal ederek, belki gizleyerek ya da yok sayarak, sonuca yani yargıya ulaşmışsınızdır. Dolayısıyla sorudan yargıya ulaşan eksiltmeli bir yöntem izlendiği açıktır. Ancak her durumda, yargıya ulaşmadan önceki olası soruların ne olduğu, olası yanıtların bulunup bulunmadığı merak edilecektir. Şair, bu konuda herhangi bir ipucu vermiyor. Ancak okur ya da algılayıcı bu boşluğu doldurmak zorunluluğunu, kaçınılmaz olarak duyumsuyor. Peki, nasıl doldurulur bu boşluk? Ölümün hiçbir şeye yanıt olmadığı ya da örtük olarak hiçbir sorunun içeriği olamayacağı yargısı ve şairin, bu yargıya ulaşması nasıl anlamlandırılabilir? Çünkü böylesi bir anlamlandırma yapılmadan, bu dizelerin algılanması olanaklı değildir. Zaten şairin de bu anlamlandırmayı yapmadan böylesi dizeleri yazmış olması, bizce olanaklı değildir. Sorun, şairin bu dizelerin oluşumuna, yazma edimine dair ipucu vermemesindedir. İki dize arasındaki sorular nedir, neden atlanmış ve ulaşılan yargı doğrudan ifadelendirilmiştir? Bu bilinemez durum hem dizelerin gerilimini deriştirmekte, hem de okurun bilincinde sorulara neden olarak duygulanımsal deneyimin yoğunluğunu artırmaktadır. Şairin bilinçli bir tercihte bulunarak, böylesi bir teknik uyguladığını düşünmüyoruz. Aksine, irreal varlık dünyasındaki dinamiklerin duygulanımsal bir deneyime koşut olarak bu  dize yapısını, eksiltili tekniği “kendiliğinden” var ettiğine inanıyoruz. İşte bu oluş hali nedeniyle, biz, bu dizelerin poetikanın pusulası veya kerteriz noktaları olduğunu savladık. Ölüm karşısında her ben’in kendi algı deneyimini oluşturduğu, dolayısıyla anlamlandırma ediminin de bu algı deneyimine içkin olarak oluşacağı açıktır. Söz gelimi inançlı bir insanın ölüm karşısındaki yaklaşımı ile inançsız birisinin yaklaşımı kökten farklılıklar gösterecektir. Tasavvuf ehli ölümü vuslat sayarken, öteki insanlar böylesi bir vuslatı belki de hiç algılayamayacaklardır. Bir yokluğun, yok oluşun ya da ebedi hayatın ilk anı kabul edilebilecektir ölüm. Müntehirler, hayata karşı verdikleri bir yanıt sayarken, intihar bombacıları davalarına en yüksek hizmet etme şekli olarak görebileceklerdir ölümü. Bu olasılıklar ve farklı durumlar olabildiğince çoğaltılabilir. Ancak asıl olan ölümün her insanın hayatında şu ya da bu şekilde yer alacağının kaçınılmaz bir olgu olduğudur. Şair içinde bu saptama geçerlidir. Yalangezen kitabının ithaf edildiği adlar, şairin hayatındaki en önemli insanlardır ve ölümle hayattan çekilip, gitmişlerdir.  Şair, kitabın ilk şiirinde yer alan bu dizelerle ölüm karşısındaki algı deneyimini söze geçirmiş, bu ifadeyi oluştururken de poetikasının kerteriz noktası olabilecek, pusulası sayılabilecek dizeleri yaratmıştır. Ayrıca ölümün hiçbir şeye yanıt olmaması, dolayısıyla hiçbir sorunun içeriği de olamayacağı yargısında yer alan ontolojik derinlik, birçok başka yoruma da el verir. Nihilist bir varlık hali, hatta Anarko-Nihilist bir reddiye, ölümü ve ölümün yanıt ya da soru olabileceği her şeyi, bütün olasılıkları hiçliğe gömer. Ölüm, hiçbir şeye yanıt değilse, dolayısıyla hiçbir sorunun içeriği olamayacaksa,  kamçısı soru olan bilincin dışında kalacak ve ölümü yücelten hiçbir dizge de söz konusu olamayacaktır. Dolayısıyla insanları ölüme yönlendiren, motive eden her şey hiçe eklemlenir. Ne bir ideoloji, ne bir siyasi, dinsel dizge, ne de bireysel hayatın hiçbir anı yoktur ki ölümün bir yanıt oluşturmasına olanak versin. Bu durum, koşulsuz bir nihilizmin ve inançsızlığında son noktası sayılabilir. Şairin böylesi bir yönsemesi var mıdır, bilinmez. Kesin olan, bu iki dize de yaratılan aura’nın çok zengin bir çağrışım alanı yarattığıdır. Ancak bu çağrışımların, neredeyse tamamının, hiç’e ait olduğu, karanlığı koyulaştırdığı açıktır. Böylesine “yalın” iki dizenin, bu kadar güçlü bir yokluk duygusu vermesi, ben’i hiç’in içine gömmesi kolaylıkla algılanabilir bir şey değil. Umutsuzluğu, nihilizmi, reddiyenin her halini bu iki dizede bulmak olanaklı. Şairi, bu anlamda kutlamak mı, lanetlemek mi lazım, emin değiliz! Okurlarına, eş deyişle algılayıcılarına hiç’liği ve umutsuzluğu böylesine derinden duyumsatan bu dizeleri yazmanın bir vebali ve bedeli olmalı. Bu vebal ya da bedelin neliği, her koşulda, şiire içkindir. Çünkü “sıkı” şiirin, şairden ve okurdan talep ettiği vebal ya da ödettiği bedel, ancak ve ancak şiirin yurdunda algılanabilir. Mahmut Temizyürek’in bu algıyı kendi ben’inde yarattığı, vebali ve bedeli ödediği kesindir. Okurun ise ne tür veballer içerisinde hangi bedelleri ödeyeceği muğlâktır. Şair, bu iki dizeyle, kendisini ve herkesi, o koyulaşan karanlıkla yüzleştirmiştir. Bu iki dize Mahmut Temizyürek  Poetikası’nın pusulası ve kerteriz noktası sayılmalıdır!.. Hüküm kesindir. Zaten infaz da başlamıştır. Çünkü;

 

“her şairin infazı kalem tutmasıyla yazılır!”  

 

DİPNOTLAR:

 1) Achero Manas’ın “Noviembre” adlı filminden bir diyalog. 

2) “Edebiyatın Karanlık Kahinleri:Aldous Huxley” başlıklı Burcu Başer yazısı,alıntı o metinde yer almış, ancak kaynakça belirtilmemiştir,Varlık Dergisi, Ağustos 2009

3)Mahmut Temizyürek, Yalangezen, s.11, Kırmızı kedi Yayınevi, 1.Basım, Mart 2011, İstanbul

4) k. iskender’in bir şiirinden.

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir