BELLEK MEKANLARI – Serdar AYDIN

“Meyhâne mukassi görünür taşradan ammâ
Bir başka ferah başka letâfet var içinde” 

 Nedim

 

Unutuş, huzurun garantisidir. Unutabildiğiniz ölçüde rahatlar; geçmişin, yaşanmışlıkların, insanların, olayların ve olguların yarattığı gerilimden kurtulabilirsiniz. Bireysel varoluşunuzun en kara anları, unutmak ediminin tılsımıyla temize çekilir, aydınlanır, karanlığı aşar. Unutmamak ya da unutamamak ise ıstıraplı anların geri dönüşüyle ben’in acı kaynağına dönüşebilir. Aslında bu olumsuz betimin tam tersi de geçerlidir. Unutmayı reddeden ve anımsayan insan, anımsadıklarının çağrışımlarıyla nostaljinin dingin sularında yol alabilir. Ancak her iki durumda da asıl sorun bellek’tir. Belleğinizin gücü, olumlu veya olumsuz sürecin ivmelendirici unsuru olacaktır. Eğer belleğiniz güçlü ise unutmayı beceremeyecek; anımsadıklarınızın niteliğine göre olumlu ya da olumsuz olarak etkileneceksinizdir. Belleğin sıfırlanması, her şeyin tabula rasa seviyesine indirgenmesi ise olası değildir. En fazla olumsuz deneyimler bilinçaltına süpürülebilir. Ta ki oradan, çok daha güçlü bir şekilde çıkıp gelecekleri ana kadar.

Bellek ve anımsama yetisi, soyut niteliklerinin yanı sıra somut olgularla, nesnelerle, olaylarla da kökensel olarak ilişkilidir. Ayrıca bireysel belleğin yanı sıra toplumsal ya da kollektif bellekten de söz etmek gerekir. Ancak her koşulda anımsama olgusu, ilişkisel ve geçişimin esas olduğu bir durumu imler. Bu durum tekil olarak bireyin varlık hallerini içerirken, öte yandan toplumsal hayatın gerektirdiği ve yaşam alanlarıyla, mekanla ortaklaşan varlık durumlarıyla da ilişkilenecektir. Konunun spesifik niteliğine odaklanıp, kentlerin belleklerinden, bellek mekanlarından ve anılardan, anımsamalardan söz etmek istiyorum. Kadim bir sakini olduğum, bozkırın ortasındaki Ankara’nın belleğinden…

Kent yöneticilerinin algı ve anlayışları, kentsel tasarım dediğimiz olgunun özünü oluşturur. Bilimsel çalışmalar, objektif kriterler, planlama yöntemleri vb. olması gereken unsurlar ise, uygulamanın gösterdiği bir hakikat olarak, ihmal edilebilecek ve çoğunlukla da ihmal edilen öğelerdir. Dolayısıyla yöneticinin “fıtratı”, yasal yönlendirmelerin ve planlamanın nasılını niyesini de belirler. Kapitalizmin pragmatist kültürünün mutlak egemenliğini resen ilan ettiği günümüz dünyasında, her şeyin paraya ve ranta tevil edilerek bu kültüre kurban edildiği aşikardır. Dolayısıyla denilebilir ki kentlerin siluetlerinden belleklerine kadar her olgu da bu kurban töreninin bir unsuruna dönüşmüştür. Planlama, ihtiyaç, işlevsellik ve estetik unsurlar, günümüzde demode kavramlara dönüşmüş ve işlevlerini yitirmiştir. Marcus Vitruvius Pollio’nun Roma Mimarisini on cilt boyunca anlattığı, en basit haliyle “kullanışlılık, sağlamlık, güzellik” ilkeleriyle özetlenebilen ve Rönesans mimarisinin de esin kaynağı olan görüşleri ve daha birçok mimari görüş, ne yazık ki günümüzde bir anlam ifade etmemektedir. Vahşi kapitalizm uygulamaları, beyaz efendinin kara kıtada bulduğu ve talan ettiği her şeyle koşut bir bağlamda kentlerimizin kaderini ve tasarımını da belirler hale gelmiştir. Güzelim İstanbul’un ki dünyanın başkentidir kanaatimizce, silueti parçalanmış, dikey mimarinin alametifarikası gökdelenler, yeni adıyla rezidanslar tarafından “şehrin ruhu” tecavüze uğramıştır. İstanbul’un fatihi Sultan Mehmet’in, fetih tamamlandıktan sonraki ilk fermanlarından birinde, şehrin ağaçlarından bir dal kesenin kafasını keseceğini ilan etmesi de onun günümüzdeki torunlarını etkilememiş ve İstanbul, tarihin hiçbir momentinde olmadığı kadar, sözde “planlama uygulamalarıyla” gadre uğratılmıştır. Bu durumun, siluetin dışında, kentin belleğini, kültürel zenginliğini de kastre ettiği tartışılmaz bir vakıadır. Ama İstanbul, öylesine derin bir tarihe ve kültüre sahiptir ki bütün yapılanlara rağmen, bellek mekanlarının bazılarını koruyabilmiştir. En azından şimdilik… Peki ya Ankara?..  Maalesef durum çok kötü bir seviyededir başkent için ve ivmelenerek de kötüleşmektedir.

Günümüz kentlerinin ortak niteliği beton yığını oluşlarıdır ve ne yazık ki Ankara, mutlak anlamıyla bir beton yığınıdır. Kentin tarihini ve belleğini oluşturan unsurlar zaman içerisinde kapitalist ve pragmatist külte kurban edilmiş, rantın dışında hiçbir ölçüsü olmayan uygulamalarla, bozkırın ortasında var edilmiş bir kent olan Ankara, an itibariyle betondan oluşmuş yekpare bir lahite dönüşmüştür. Bu dönüşümün hikayesini şehir plancısı ve tarihçilerine bırakıp, sürecin daha öznel karşılıklarını bellek olgusuyla ilişkilendirebiliriz.

Bir şehrin belleğinin, şehrin planlanmasından başlayan ve gösterge niteliğine ulaşmış yapılar ve alan düzenlemeleriyle oluştuğu savlanabilir. Bunların yitimi ise belleğin yitimine, belleksiz ve anısı olmayan yapıların, düzenlemelerin istilasına neden olacaktır. Kent sakinlerinin fiziksel doku ile kurdukları yaşanmışlık ilişkisi de böylelikle ortadan kalkacak ve anılarının nesnesini yitirmiş kederli insanlar caddelerde, sokaklarda bir tür zombi gibi dolaşmaya başlayacaklardır. Belki de Ankara insanın görece asık suratlı ve “ters” oluşunun gerekçesi de bu durumdur. Düşünün bir kez; ilk kez sevgilinizi öptüğünüz kuytu pastane, el ele dolaştığınız park, ilk rakınızı içtiğiniz meyhane, iş çıkışı uğranılan tek tek ya da yollukçu diye adlandırılan ayaküstü içkili mekanlar, derin memleket meselelerini tartışıp durduğunuz şarap evleri vb. nitelikteki yapıların, alanların ortadan kaldırıldığını… Hakikaten dehşet ve trajedi yaratan bir durumdur bu ve Ankara’da, böylesi trajediler fazlasıyla yaşanıyor. Çok geriye, Cumhuriyetin ilk yıllarına falan gitmeye gerek yok. An itibariyle kırk yaşlarında olan Ankaralıların bile yitirdiği o kadar çok anı ve bellek mekanı var ki… Hepsini sıralamaya kalksak tefrika roman yazabiliriz. En azından bizim kişisel tarihimiz ve varoluşumuzda etkisi olan ve şimdilerde yok edilmiş bazı örnekleri, kederle anarak ve anımsatarak devam edelim.

tavukcu-lokantasi-ankara-03

Mesela Tavukçu Lokantası… Rakı ile az çok tanışıklığı olan herkesin mutlaka bileceği, Kızılay’ın ortasında, beyaz seramik döşeli zemini, salaşlığı ve damak çatlatan yemekleriyle meşhur o güzelim meyhane… Her ne kadar lokanta dense de Ankaralıların İstanbullu muhabbet ehline efelenmesine, atarlanmasına neden olan, kendine özgü ve müstesna bir meyhaneydi Tavukçu… Karadenizli sahibi İsmail Poyraz Amca’nın her masayı dolaşıp, “Hoş geldiniz!” demesi, yorgun garsonlarının suratlarındaki sahici tebessüm, az sonra gelecek arkadaşınıza sandalye tutmak istediğinizde mücadele vermeniz gerekmesi, solcu ve sosyal demokratların memleket meselelerini fazlasıyla konuştuğu, hamsi tava, tavuk kanat, et kavurma ve özellikle acılı meyhane pilavıyla namı olan bir yerdi. Mekanın boğukluğu, aşırı gürültüsü, kimilerinin altına kağıttan destek konan masaları, özellikle kış aylarında sigara dumanı nedeniyle flu bir atmosfere bürünmesi ve karşınızdaki insanı bile “görür görmez” hale gelmeniz diğer özellikleriydi. Gece yarısına doğru “Kalkın gidin kardeşim, çolumuz çocuğumuz bekler.” edasıyla tuzluk, kül tablası düzelten, meyve tabağı getiren yorgun ve emekçi garsonlarıyla, tabiri tam anlamıyla hak eden bir bellek mekanıydı Tavukçu… Yıkıldığı gün öğle saatlerinde, rastlantıyla önünden geçtiğim ve iş makinalarının uğultusunu, karşı kaldırım taşına çöküp, insanların tuhaf bakışları altında höykürerek ağlayarak bastırdığım o güzel mekan… Artık, yok. Yerine daha lüks, gösterişli bir bina ve olasılık giriş katına da, eski müşterilerin gitmeyeceği bir meyhane yapılıyor. Bir replikası Çayyolu’nda açılmış olsa da gidenlerin hepimizden gittiği ve dönüp dönmeyecekleri meçhul. Ama benim anılarım ve belleğimden çok şey, geri dönmeyecek şekilde yok olup gitti. Sevgililerimi rakı içmeye götürdüğüm, gençliğin enerjisiyle yüklü yoğun sevişme seansları sonrasındaki orgazm sigaralarının dumanını keyifle savurduğumuz, sarmaşıkların üstünü kapattığı ve bazen kadehlerin içlerine börtü böcek düşen o tenha bahçede artık yok. Kadehime düşen sineği eliyle çıkarıp, “Bak senden küçük, ondan mı korktun? Belki onunda canı çekmiştir rakıyı…” diye otantik şivesiyle hafiften fırça atan, tam bir Karadenizli olan, çakır gözlü o garsonda artık olmayacak hayatımızda. İş çıkışı ya da öğle yemeğinde tek rakı içmek için uğradığımız o mekan artık yok… Yani, ne diyebilirim ki, bunca yoksunluk ve yoksullaşma karşısında. Kişisel varoluşumun ve Ankara’nın belleğinin en önemli parçalarından birisini, hunharca yok edenlere en derin saygılarımı iletiyorum en yüksek kalibreden, kayda alınsın lütfen.

tavukcu-lokantasi-ankara-01

Tavukçu’nun bir tür rakibi olan diğer bir mekanda Körfez Lokantasıydı. Adına bakmayın, bir meyhaneydi orası da. Şimdi yerinde bir banka olan, Ziya Gökalp Caddesindeki Fransız Kültür Merkezine komşuydu. Anmışken vurgulamak gerekir ki yitirilmiş bellek mekanlarından birisi de bu kültür merkezidir. Uzun yıllar boyunca çok güzel etkinlikler yapılmıştı ve birçoğuna katılmıştım. Mesela Fransız şair Jean-Michel Moulpoix şiir söyleşisi ve dinletisi, şiir algımı derinleştiren nirengi noktalarından birisidir. İşte bu kültür merkezine komşu, 1932 yılında Yüksek Mühendis Eşref Özand tarafından tek katlı olarak projelendirilen ve zaman içerisinde tadilat görüp iki kata çıkan bu yapı, Ankara’nın sivil mimari örneklerinden de birisiydi. Lokanta sit alanı olmaktan çıkarıldığı günün ertesinde tahliye edilmiş ve hızlıca yıkılmıştı. Hamsikuşu, laz salatası, kıymalı su böreği, işkembe kavurma ve şaşlık köfte gibi klasik Tavukçu lezzetleri nasıl unutulabilir ki? Ya da bir muhabbet klasiği ve gönül zenginliği göstergesi olarak, rakısını bitiremeyenlerin şişelerinin üzerine tükenmez kalemle seviye çizgisi çizilmesi ve isim yazılmak suretiyle bir sonraki ziyafete kadar şişenin itinayla saklanması, her şeyin paraya tevil edildiği bir dünyaya ve zihniyete nasıl izah edilebilir ki? Kışları soba ile ısıtılmasındaki nostalji dozunun anason kokusuyla bütünleşip insanı sarstığı, iş yerime yakınlığı nedeniyle melun, meczup ve mağluplarla paylaştığımız öğle rakılarımızın bir numaralı mekanı… Taş zemini, perdesiz pencereleri, müşteri olan meşhurların çerçevelenmiş suret ve çeşitli vesikaları, gıcırdayan ve kırılacak gibi duran masa ve sandalyeleri, bahçesindeki görkemli ıhlamur ağacı ve fıskiye, devamlı müşterilere için saygı ile ayrılan ağaç altına konumlanmış, su şırıltısıyla rakı içmeye el veren ve bazen su bitince fıskiyeden bardağa ekleme yapılan rezerve masaları, eski daktilo ve laz lehçesine uydurulan, dosya kağıdına yazılmış ve menü niyetindeki Körfez Gazetesi, kimsenin, konu ne olursa olsun, sesini fazla yükseltmediği, kavga edildiğine dair kayıt bulunamayan güzide mekan… Artık yok! Her ne kadar mekan kapatıldıktan sonra garsonlar dayanışmasıyla aynı ekip Kumsal Lokantasını açmış, Körfez’in sahibi Nazmi Canlı’da ara sıra uğrayıp bu yeni mekanda eski günleri yad etmiş olsa da müteşebbis ruh rant arzusuyla bu yeni mekanı da yok etti; Kumsal Lokantası da kapatıldı, yıkıldı ve an itibariyle iş makinalarının derin bir çukur kazdığı, fore kazıklarla zemininin berkitildiği bir şantiyeye dönüştürüldü. Bu iki mekanın bir ortak noktası da sahiplerinin Karadenizli olması, hatta rivayete göre birlikte çalışmaları ve sonra ayrılıp kendi işlerini kurmalarıydı. İki mekanda da masalar dolaşılıp, neredeyse herkesle yarenlik edilirdi. Kimse yer yok diye geri çevrilmez, sokağa, kaldırıma masa atılıp muhabbetin aksamaması sağlanırdı. Asla bir rekabet söz konusu değildi. Çünkü muhabbet ehlinin rekabetle işi olmazdı. Şimdi yerinde bir iş merkezi olan ve önünden her geçtiğimde mideme kramp girip, kusasım gelen bu mekanı da yok edenlere en derin saygılarımı gönderiyorum.

kumsal-restoran-ankara-raki-balik-04

Rakı değil de bira içilecekse, yine bir efsaneye dönüşmüş mekanı, Körfez Lokantasının sokağında, Sıhhiye yönündeki alt uçta bulunan “eski” Büyük Express’i anmadan olmaz. Sakil ve salaş haliyle, tabureleri ve yuvarlak ahşap masalarıyla, lezzetli spesiyalleri tuzlu Foça Fındığı, Zümküfül, Frankfurter sosis tavası, kokoreci ve tek dekorasyonu duvarlarındaki cam içinde çerçevelenmiş kelebeklerle bir bira ütopyası olan bu mekan da değişti, dönüştü ve daha “nezih” bir hale geldi ne yazık ki. Yan komşusu olan Huzur Express ise kapanıp gitti ve şu an kiralık tabelası asılı.

Ve diğerleri… Sakarya Çay Ocağı, Cafe Anki ve bir dönem İzlek Dergisinin toplantılarının yapıldığı, Kaan İnce’nin de toplantılara katıldığı, bazı tıfıl İzlekçilere “paşa çayı” verilen Balkan Kıraathanesi… Hepsi yok edildi ve bir kebapçıya, iş merkezine, dükkana ya da otele dönüştürüldü.

Unutmadan bir lokantayı daha anmalıyım. Şimdilerde boşaltılmaya başlanılan, “elit” meyhane geleneğinin son örneği ve Körfez Lokantasının kadim komşusu Göksu Lokantası da kepenklerini kapattı ne yazık ki. Cüzdanı kuvvetli, daha “etli ve elit”, avamdan ayrışanların nezih mekanı olan, adıyla müsemma Göksu Lokantası da tarih oluyor. Olasılık onun yerine de bir iş merkezi, camlı dış yüzeyi olan bir rezidans yapılacaktır. Artık, Nedim’in gazelindeki imayı duyumsayacak hiçbir yer de olmayacak.

“Ey şûh Nedimâ ile bir seyrin işittik

Tenhaca varıp Göksu’ya işret var içinde”

 İşretin tükendiği, meşrebin sorgusuz sualsiz ranta kurban edildiği bu dünya, muhabbet ehlinin ve ehl-i derdin dünyası değil kesinlikle. Peki, kimin dünyası?

Kısaca değindiğim, kişisel deneyimlerimin ve bu bozkır kentinin yakın döneminde var olmuş ve şimdilerde hepsi yok edilen bu bellek mekanlarının hayatlarımızdan alıp götürdüğü öylesine çok anı ve yaşantı var ki… Unutmamaya dirensek de kentin bellek mekanlarının böylesine yok edilmesinin vebali çok büyük. Hepsi birbirine benzeyen lanet olası beton yığınlarının, iş merkezlerinin, rezidansların en küçük bir bellek değeri ve anısı olmayacak inanın. Ve muhabbet ehlinin ve ehl-i derdin kahrı, küfrü, vebali de cabası… Hadi, akıllı telefonunuzdan banka hesabınızı kontrol edip, birkaç lot hisse alıp satınız. Akşam sayarsınız kazandığınız paralarınızı. Bu arada, bir gün solucanlara yem olacağınızı da unutmayın sakın.

Çünkü ölüm var…

Beyler ve Bayanlar, ölüm var…

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir