BANA ŞAİR OLDUĞUNU SÖYLE YA DA SONSUZA KADAR SUS – Serdar AYDIN

Jim Jarmusch’un son filminin adı “Paterson.” Bu ad, aynı zamanda bir yer adı. New Jersey eyaletine bağlı Paterson şehri, Amerikan şiir dünyasının önemli şairlerinden iki tanesinin yaşam alanı. William Carlos Williams ve Allen Gingsberg, hayatlarının kimi bölümlerinde bu kasabada yaşamışlar. Filmin başkahramanının adı da Paterson. Kahramanımızın görünen işi otobüs şoförlüğü. Paterson Belediyesinin toplu taşım araçlarından olan eski otobüslerden birini kullanıyor adamımız. Ama asıl önemli niteliği “gizli bir şair” olması.  Şiirlerini yazdığı bir not defteri var. Mesaisine başlamadan önce şiirini yazıp, sonra yola koyuluyor. Özelikle günümüzde, hele de ülkemizde herkesin höykürerek ifşa ettiği “şair olma iddiası”nı, Paterson olabildiğince gizlemeye çalışıyor.

paterson-adam-driver,aMdxbRL7cU-ripPZnUVmyw

Sadece kendisi için yazıyor denilebilir. Evinin garajında bir masası var ve kimi zamanda bu masa üzerinde, sevdiği şairlerin kitapları arasında da defterine şiirler yazıyor. Sevgilisine bile okumuyor şiirlerini. Oysa en büyük hayranı ve destekçisi o. Sabır Taşı filmindeki performansından çok uzakta olan Gülşifte Ferahani, adeta hayalleri peşinde koşan bir düş gezgini. Perdeleri, duvarları boyayan, hızını alamayınca kendisini, elbiselerini de boyayan, tuhaf yemekler yapıp Paterson’un beğenmesini bekleyen garip kadın. Bir de adı Marvin olan  bir köpek var ki asıl kahraman belki de o. Paterson’un hiç sevmediği ama mecburen ilgilendiği, sevgilisinin ise belki Paterson’dan çok sevdiği kıskanç ve acımasız bir köpek. Akşam dolaştırmalarında inatla kendi yoluna giden, Paterson’ın  eve girmeden önce kontrol ettiği posta kutusunu her gün gıcıklığına eğen ve pencereden onun düzletmesini izleyen  Marvin, finalde acımasızca intikamını alıyor ve filmi, fiilen bitirecek yaratık olarak, aslında rol de çalıyor, denilebilir.

PATERSON_D12_0287.ARW

Paterson’un neredeyse ülkemizdeki memur tipine benzeyen sıradanlıkta bir hayatı var. Çalar saat ya da herhangi bir alarm, uyandırma aracı kullanmıyor. Yatağın yanındaki komodinde şiir kitapları ve kol saati var sadece. Her sabah bu “sessiz saati” tarafından, nasıl oluyorsa,  aynı saatte uyandırılıyor?..  Aynı mısır gevreğiyle kahvaltı yapan, aynı yollardan aynı şekilde geçerek otobüsüne giden ve iş başı yapmadan defterine şiirler yazan bu “gizli şair”, özelikle William Carlos Williams’ın poetik etkisi altında. Ayrıca “New York School ” ekolünden etkilendiği ve Frank O’Hara’ya da değer verdiği söylenebilir.

Buraya kadar her şey yolunda. Ama eldeki verilere göre oluşması beklenen bir Şoför/Şair gerilimi asla gerçekleşmiyor ve mutlak bir sıradanlık hakim filme. Müzik de yok, neredeyse. Şiirler yazan küçük bir kızın, sorusuyla Emily Dickinson’u sevdiğini öğrendiğimiz, sefer tasında Dante’nin suretini taşıyan, akıllı telefonu olmayan, otobüs bozulduğunda yolculardan telefon alarak durumu merkeze bildiren “kahramanımız”,  belki de Anayurt Oteli’ndeki Zebercet’in uzaktan hısımı. Bir de sürekli bir ikiz göndermesi var ki, bu yönsemenin hikmetini çözemedik doğrusu. Görüntü estetiği, bir görsel ihtişamdan da söz edilemez. Bar sahibi Doktor’un dışındaki yan karakterler de çok sıradan. Sadece “Aşk, olmazsa hayat neye yarar?” diyen saplantılı aşık ve Romeo anıştırması ya da filmin sonunda “ahhha…” ünlemiyle Paterson’a boş bir defter hediye edip, boş sayfaların birçok olasılığı içerdiğine vurgu yapan, William Carlos Williams’ın yaşadığı yerleri görmeye gelmiş Osaka’lı gezmen ve şair Japon vatandaşını saymazsak, her şey mutlak bir devinimsizlik ve sıradanlık içerisinde. Belki de tarihsel momente ve poetik algıya uygun bir durum. Çünkü çocukluğu Paterson’da geçem Allen Ginsberg’in temsilcisi olduğu Beatnik akımının sıra dışı coşkusallığı karşısında, “New York School ” ekolünün sakinliği, şehrin ve filmin bu mutlak devinimsizliğine uygun. Tek aktif karakter köpek Marvin ve finalde, Paterson’un kanepede unuttuğu şiir defterini parçalayarak bu cevvalliğini herkese gösteriyor. Çünkü şiirlerin başka bir kopyası yok! Sevgilisinin bütün ısrarına rağmen Paterson, sürekli erteliyor bu yedeklemeyi. Zaten mavi uçlu kibritler ve kibrit kutusu üzerine “şiir” yazabilen gizli şairimiz Paterson, defterinin parçalanması karşısında bile en küçük tepki vermiyor. Evet, defteri, şiirlerini yazdığı ve tek kopyası olan defterini parçalıyor köpek ve şairimizin sesi bile yükselmiyor, bir çığlık bile atmıyor, köpeğin kuyruğunu ya da kulağını, sarkık yanaklarını bile ısırmıyor! Sanki böbreküstü bezlerini aldırmış ve adrenalin diye bir hormon hiç uğramamış adamın bedenine. Heyecan yok, öfke yok; neredeyse insani hiçbir tepki yok. Ya diğer hormonlar? Sanırım onlarda hiç yok veya eser miktarda. Öylesine güzel ve karaşın bir sevgilisi olan adamın, sürekli yanında uyuyan bu cins-i latife olan ilgisizliği, neredeyse bakir ya da iktidarsız olduğunu düşünmemize neden oluyor ve bu mutlak ilgisizlik bir muammaya dönüşüyor?

Yaklaşık iki saatlik bu film bittiğinde, “Ben neredeyim ve niye izledim bu filmi?” sorularının yanı sıra birçok çağrışım ile de baş başa kalıyorsunuz. Sıradanlıkta bir güzellik var mıdır, minimal sinema estetiği böyle bir şey midir? Açıkçası bu film odağında hiçbir önermem ve söyleyecek sözüm yok.

Paterson-2016-Jim-Jarmusch.335-poster-450

Filmdeki yan karakterlerden olan, sanki Emily Dickinson’un reenkarnasyonla yeniden bedenlenmiş haline benzettiğimiz, kendisi de şiirler yazan küçük kızın tabiriyle;  Emily Dickinson seven ve şiirler yazan bir otobüs şoförünün varlığının yaratacağı, yaratması beklenen rezonans bir türlü oluşmuyor. Olması gereken ya da murat edilen, beklenen gerilim gerçekleşmiyor. Yönetmen, böyle bir rezonans ve gerilim yaratmayı, belli ki hiç istememiş ve bunu da fazlasıyla başarmış. Dolayısıyla kendi beklentinizin altında kalmak ve kurduğunuz hayalin acısına katlanmak zorundasınız. Coffee and Cigarettes serisini anımsadığınızda, bu filmin de Holywood sosuna bulanmayan, püriten bir minimalizme sahip olduğunu söylemek gerekiyor. Ama yine de tematiğin geriliminin görsellikle, müzikle ya da herhangi bir şey ile öne çıkmasını bekliyorsunuz. Ama olmuyor. Temayı öteleyip, bütün tarihsel bağlarından koparsak bile bu filmin, bir film olarak izleyicisinin varlık haliyle nasıl bir ilişki kurduğu ya da kurup kurmadığı meçhul. Böylesi varoluşsal bir ilişki gerekir mi? Bizce, kesinlikle gerekir… Çünkü sanatın, ben’in varlık haliyle ve varoluşun dolayımsız gerilimiyle ilişkisi kaçınılmazdır. Yapıt, var olmaya çalışan ben’in hakikatinin ifşasına yol açmıyorsa, neye yarar?

Ama bu filmin çok önemli ve “büyük” bir mesajı da var: Özelikle günümüzde, hele de ülkemizde herkesin höykürerek ifşa ettiği “şair olma iddiası”nı, boşa çıkaran bir görsel betik. “Şairim…” diye höyküren şuaranın sayısız kere bu filmi izlemesi, izlemek zorunda kalması gerekiyor. Belki böylelikle höykürmeden vazgeçilebilir ve şiirin, bir hayatta kalma sorunu olduğunu söyleyen Turgut Uyar’ın,   “şair olma haline” dair ortaya koyduğu hakikat algılanabilir.

mouchette final

Son söz ve öneri: Robert Bresson’un filmlerini yeniden izlemeliyiz. Özellikle Mouchette filmini ve filmin finalinde yuvarlanarak nehre düşen, paçavralara sarılı o kız çocuğunun düşüşündeki kederin hepimize ait olduğunu, hepimizin o düşüşe bir katkısı olduğunu duyumsayarak…

Belki de en önce Jim Jarmusch izlemeli; ömrümüzden iki saati heba ettiği için…

 

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir