ANLATMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ YA DA ÖYKÜ NE DEĞİLDİR? – Murat DARILMAZ

Oysa her şeyi hazırlamıştım bir yazılması kalmıştı. Zihnimde bütün toparladıklarımı silmeme sebep oldu, o cümle. Büyük bir markete (Ankara’da yaygınlaşan tabirle gros market) girmiştim, çıkışta gördüm dev afişi; “Her çok, azdan olur.” Elimdekileri bırakıp afişi seyrettim uzun süre. Tabii ya dedim, zaten anlatmanın dayanılmaz hafifliğini yazmayacak mıydım, neden olmasın, buradan başlayayım diyerek düşünmeye başladım, eve gelene kadar yazıyı neredeyse bitirmiştim.

Edgar Allan Poe “Nesir Diliyle Yazılmış Hikayede Bir Tek Etki Yaratmanın Önemi Üzerine” makalesini 1847 yılında yazmış, yani bundan 170 yıl önce. Bu bilinen makalenin özünde Poe şunu vurgulamaktadır: “Yazar amacını okurda tek bir etki, tek bir izlenim yaratmakla sınırlandırmıştır. Hikayedeki her ayrıntı tek, bu tek etkiyi, bu tek izlenimi uyandırabilmek içindir.”

Guy de Maupassant; “Akıllıca bir araya getirdiği olaylar, üstü örtülü değişimler, yalnızca yazarın becerisiyle vurgulanan gerekli olaylar anlatılır. Yazar kimi ayrıntıları önem derecelerine göre ayıklayarak, dikkati üzerine çekmek istediği bir hakikat ile ilgili derin bir izlenim yarattır.” der.

Büyük üstad Anton Çehov’a da kulak verdikten sonra meramımı anlatmaya başlayacağım: “Sanat ile vaazı birleştirmek hoş olurdu tabii, ama hikaye tekniği göz önünde bulundurulduğunda bu, kanımca çok zor, hatta nerdeyse imkânsızdır. Yazarken, hikayede eksik olan öznel öğeleri doğrudan doğruya okurun eklemesini beklerim. /…/ Birçok karakter çizmek gerekli değildir. Ağırlık merkezi iki kişide olmalıdır: bir erkek ile bir kadında./…/ Tanrı bizi basmakalıp sözlerden korusun!”

chehov_35

Daha 20. yüzyıla girmeden öykünün büyük üstatları, öykünün ne olduğuna dair görüşlerini okuduğumuzda dikkatimizi bir yere çekiyorlar: Öyküde olması gereken kadar yaz, dağıtma, dağılma, ne bir eksik ne bir fazlan olsun.

Buradan derdime geçsem iyi olacak. Sadece bana öyle geliyor olabilir, çok fazla birbirinin tekrarı, anlatımcı, anlatmayı seven öykülerle karşılaşıyorum son zamanlarda. Sanki roman yazacakmış da son dakikada vazgeçmiş gibi yazılan metinler. Çoğundan daha başındayken uzaklaşıyorum, sonunu getiremiyorum maalesef. Bir sayfada rahatlıkla anlatacaklarını, dört   sayfaya taşıması insanı öyküden soğutuyor. Derdim burada sayfa sayısını tartışmak değil. Anlatacaklarını ben daha ilk iki sayfada anlamışken bunu on sayfa çoğaltman hem kendini yormana sebep oluyor, hem de benim zamanımı alıyor. Çehov’un dediği gibi “Adam çimenlerin üzerine oturdu, dediğimde hemen anlıyorsunuz, çünkü açık bir cümle, dikkatinizi zorlamıyor. Öte yandan ‘Uzun boylu, dar omuzlu, orta kilolu, kızıl sakallı bir adam, yayaların çiğneyip geçtiği yeşil çimenlerin üzerine sessizce, utangaç bir şekilde oturdu, ürkekçe etrafına baktı.’ diye yazarsam pek kolay anlaşılmaz, zihni yorar. Zihin bu cümleyi hemen kavrayamaz. Oysa iyi bir cümle hemen, bir saniyede kavranmalıdır.” Ben o kadar da değil diyorum, betimleme gerekiyorsa yapılabilir elbet ama çok uzatmadan sündürmeden, yalın bir şekilde. Vazgeçmeyi bilmek gerek. Öykü çöplüğü vazgeçemediğimiz cümleleri olan öykülerle dolu.

Öykücüler ya bunları bilmeden tamamen içinden gelen duygu dünyasını aktarmak için yazıyorlar ya da tüm bunları bilerek kendilerince yine anlatmak istediklerine gem vuramayarak belki de yine kendilerince yeni bir dil oluşturduklarını sanarak yazıyorlar. Sonuçta iki yol da aynı kapıya çıkıyor, bol anlatımcı bir dil ile yazılmış öyküler. Uzatılmış, sündürülmüş… Daha öykünün ikinci sayfasında dağılmış, karakterler çoğalmış, ruh halleri farklılaşmış, dil karmaşıklaşmış, cümlelerdeki zaman sürekli değişmiş. Üstelik en az yedi sekiz sayfa daha okuyacağız bu öyküyü. Anlatmayı seviyoruz vesselam. Anlatacak çok şeyimiz var. Yaşımız genç de olsa, orta da olsa çok olaylar biriktirmişiz, anlatmamız gerekiyor. Bir söyleşide genç öykücünün söylediği anlam bakımından şöyle bir şeydi; “Anlatmam gerekenler vardı, biriktirdiklerim. Arkadaşlarıma, çevreme anlatıyordum. Anlattıklarım herkesin hoşuna gidiyordu. Bunları yazsana demeye başladılar. Yazdım. Bu öyküler öyle çıktı.” Öykünün anlatılarak yazılan bir edebi tür olduğu yanılgısına düşmüş; oysa öykü eksilterek yazılan, üzerinde uğraşılan bir edebi türdür. Anlatımı, hikâyesi, kurgusu ve saire, ne derseniz artık, onların hepsi öykünün birçok öğesinden birisidir. Bir öykünün işçiliği olmadan gün yüzüne çıkarmak cahil cesaretinden başka bir şey olamaz.

Aslında derdim kimseyi yargılamak değil. Kim nasıl isterse yazsın. Eleştiri yoksunu edebiyat dünyamızda bunların didiklenip cümle cümle, öykü öykü göz önüne serileceği yok zaten. Herkes yazabilir. Herkes yazdıklarını yayımlatabilir. Öykü dünyamızda bu düşünce genel geçer akçe olarak kabul edilmiş durumda. Yayınevleri tarafından da anlatımcı, uzatılmış öyküler sevildiği, benimsendiği için de bir şekilde yayımlatmakta da sorun görünmüyor. Bir yayınevinin bana yazdığı mail, aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir şeydi: “Betimlemeleri biraz daha arttırmanız gerek, paragrafları biraz daha uzatsanız iyi olur. Hem bazı öyküler hiç bitmemiş gibi duruyor, sonu yok gibi…” artık ne denir bundan sonra bilemedim. Öyküyü bilmeyen birinin elinden çıkma bir metin gibiydi, yanıt vermeye bile gerek görmedim.

sait-1

Baştaki cümleye dönerek bahsedecek olursam, her çok gerçekten azdan olur, tıpkı öykünün tarifi gibi, öyküyü tarif etmiş bu slogan. Oysa az cümleyle çok şeyler anlatmak, boşluk bırakmak, eksiltmeli dil kullanmak, öykünün ana felsefesi olmaktan çıkarılıyor sanki. Amerika’yı yeniden keşfetmenin bir anlamı var mı? Poelar, Çehovlar, Sait Faikler, Ferit Edgüler orada dururken, biz onların yazdıklarını biraz daha öteye taşımamız gerekirken sanki onlar hiç yaşamamış gibi öyküleri sündürüyoruz. Biraz abartı mı olur, iddialı mı olur bilemedim ama sanki ustaları okumadan, onların nasıl yazdıklarını incelemeden öyküye soyunmuş öykücüler var. Öyküler vazgeçilemeyen cümlelerle, atılsa hiçbir şey kaybetmeyecek paragraflarla dolu. Bunu hadi öykücü arkadaşım bilmiyor veya gerçekten vazgeçemedi diyelim, yayınevleri editörleri, genel yayın yönetmenleri de mi bilmiyor? Zaten bilmiyorsa o başka türlü bir felaket olur, belki de başka bir yazıda da onu ele almak gerekebilir.

Burada şunu da vurgulamak gerekir iyi öykücüler yok mu, iyi öyküler yazılmıyor mu, elbette yazılıyor. Öykü dünyamızın hem geçmişinde hem de şimdiki zamanında, gerçekten dünya çapında diyebileceğimiz iyi öykücüler var. Böyle bir damardan iyi öyküler akıyor. Bir başka yazıda da onlardan bahsederiz. İsim isim, kitap kitap. Ben anlatmanın dayanılmaz cazibesine kapılan öykü anlayışına bir giriş yapmak istedim sadece. Belki ileride daha da konuşuruz.

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir