ÖYKÜDE KARAKTER – Murat DARILMAZ

“Nezihe Meriç’in ‘Yandırma’ Kitabındaki Öykü Karakterlerine Toplu Bir Bakış”

  • GİRİŞ:

Öyküyü bir dil sorunsalı olarak ele aldığımızda onun disiplini ile karşılaşırız. Her edebiyat türünün ayrı disiplini vardır. Öyküdeki kısalık, yoğunluk, kurgu yapısı, gizli ve beklenmeyen sonucu (sürpriz), mekanın kullanımında getirdiği teknik anlamdaki darlık, zamanın bir bölümünü -belki de bir anını- kulanmadaki çerçevesi öykü biçimi içerisinde yer alan öğelerdir. Her biri ayrı yazı başlığı olacak şekilde kapsamlı incelemeyi gerektirir.

Öykü atmosfer yaratmayı, yaratılan atmosfer içerisine okuru çekmeyi hedefler. Bunun için mekanı, zamanı kullandığı gibi önemli öğe, insanı, kullanır. İnsanın her hali öykünün içerisine yansır.

Öykünün temel öğelerinden biri karakterdir. Öykü içerisinde öykünün yükünü taşıyanıdır. Karakter olgusu, zaman zaman tiple karıştırılsa da ikisi farklı şeylerdir. Karakter baskın olandır. Öykünün girişinden sonucuna kadar her yerinde vardır. Öyküde birkaç karakter bir arada yer alabilir. Bu, öykünün yoğunluğu, dokusu (örgüsü), ile ilgili bir durumdur. Örgüsü uzun, olay öykülerinde birden çok karakter bulunabilir, kısa durum öyküsünde pek rastlanmaz. Tip olgusu ise karaktere göre daha silik kişiliklerdir. Öykünün içerisinde zaman zaman  veya bölüm bölüm yer alabilir. Karakterin arkadaşı, ailesinden biri, bakkal, tamirci v.s… olabilir.

Murat Gülsoy da “Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık” kitabında bu iki öğeden şöyle bahseder; “Tip ait olduğu kategorinin özelliklerini taşıyan bir örnektir. Romanın ya da öykünün bir yerinde ortaya çıkan bir doktor veya bir serseri ait olduğu bu kategoriye uygun bir davranış sergiler ve olayların akışına yardımcı olur. Önemli olan onun belirli bir doktor yada belirli bir serseri olması değil, herhangi bir doktor veya herhangi bir serseri olmasıdır. Bu kişilerin kurmaca içindeki rolleri çoğalırsa, anlatılan hikayenin seyrini değiştirecek kadar güç kazanırlarsa karakter özellikleri taşımaya başlarlar. Ancak bazen rolleri çok olmasına rağmen tip düzeyini aşıp karakter olamayan kişilerle de karşılaşırız. Bu kimi zaman yazarın seçimidir. Gerçi yazarların bu konuya yaklaşımları da çok çeşitlilik gösterir. Kimi yazarlar karakter merkezli bir kurmaca anlayışını sürdürürken kimi yazarlar olay örgüsüne ağırlık veren bir tarzı benimserler. Dolayısıyla karakterin yaratılması süreci bu iki yazar grubu için farklılıklar gösterecektir. Anmakta yarar var: Hemingway, ‘Yazar roman yazarken yaşayan insanlar yaratmalıdır, karakterler değil, insanlar; karakter bir karikatürdür,’ diyerek tavrını açık bir şekilde koyar. Bana kalırsa biz bu sözü gerçekçi karakter yaratma çabası olarak algılamalıyız.”(1)                   

Öyküde karakter, yazardan bağımsız bir şeydir. Yazarın duygusu, düşüncesi, ideolojisi, değer yargıları, nesnel özellikleri karakterle ilgili değildir. O, üzüntüsünü veya sevincini karaktere zorla uygulatamaz. Karakter metnin içindeki gerçekliğe, metnin yapısına ve kurgusuna uygun hareket eder. Bunun aksi olduğunda yazarın eline geçirilen kukladan farkı kalmaz. Yapay bir görünüm alır. Onda ki temel esas karakterin sahiciliğini, yaşanırlılığını okura aktarmaktır. Karaktere kendi düşünce yapımızı, ideolojimizi zorla söyletmeye kalkmak, onu kekemeleştirir, belki de sözcüklerin ağızdan dökülmesini güçleştirir. Cemil Kavukçu, Şaban Özüdoğru-Ethem Baran  ile yaptığı söyleşide bu konuda şöyle söyler; “Ben öykülerimde yarattığım kahramanları serbest bırakmak isterim. Kendi düşüncemi kahramanlarım aracılığı ile yansıtmak istemem.” (Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Sayı:49, Mart 2004)

Yazar kötücül özellikleri, kendi ve toplumun değer yargılarının tam tersi özellikleri, siyasal düşüncelerine ait olmayan düşünceleri karakterine  giydirebilir. Belki de iyi bir metne gidecek yol oradan geçecektir, kim bilebilir? Tüm bunların yanında metnin karakterlerinde, tiplerinde, mekanlarında v.s., yazarın yaşantısına ait özellikler elbette bulunacaktır. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Öykünün bir anlatma sanatı olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu anlatma sanatını kullanırken insan önce kendi yaşantısına başvurur.

James Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi kitabında  şöyle der ; “Sanatçı, yaratan bir tanrı gibi, eserinin içinde ya da arkasında ya da ötesinde ya da üstünde kalır, gözle görünmez, varoluşun dışına arınmıştır, ilgisizdir, bir kenarda tırnaklarını keser.”(2)

nezihe

2) NEZİHE MERİÇ’İN ‘YANDIRMA’ ÖYKÜ KİTABINDAKİ KARAKTERLERE TOPLU BİR BAKIŞ:

İlk baskısı Nisan 1998, ikinci baskısı Ağustos 2005 yılında yapılan Nezihe Meriç’in Yandırma Öykü kitabında yedi öykü yer almaktadır. Öykülerin başlıkları şöyle; Yandırma, Bir Yunus, Oya, Kadın Aşk Deniz, Çiçek Balı, Balıklar da Acı Çeker, Ünlemleri Kökertmek.(3)

‘Yandırma’, içerisindeki öykülerin farklı teknikle yazılmış olması ile dikkati çeker.  Bu yazı kapsamına alınma sebeplerinden biri de bu teknik özelliğidir. Öyküyü okurken yazar bizi öykünün yazılma tekniğinin içine çeker. Karakterleri beraber yazar gibi, kurguyu beraber oluşturur gibi yazar. Bize bir atölye dersi verir. Bu, onun bilerek kullandığı bir yöntemdir. Bunu öykünün içerisinde zaman zaman bize hissettirir. Nezihe Meriç öykücüğündeki öykü öğelerinin (Örneğin; mekan)  tek tek incelenmesi ile metinlerindeki alt okumalara ulaşılıp onun öykülerinden farklı hazlar alınması sağlanabilir, öykü yazanlar buradan kendi metinlerine doğru yol alabilirler. O, bizim için iyi bir yol göstericidir çünkü.

‘Yandırma’ öykü kitabındaki karakterlere kısaca göz atalım:

‘Yandırma’ Öyküsü:

Öykücü masanın başına oturur. Yazacağı öyküsünü düşünür;  “Şimdi, bu öyküyü yazmak için, masanın başında oturmuş düşünüyorum. Düşünüyorum da, bir öykü ne şaşırtıcı, ne garip oluşumlarla başlıyor, gelişiyor, kotarılmaya hazırlanıyor.” (3: s.7) Oradaki (gecekondu bölgesindeki)  saf, temiz, sıradan insanları,  onların yaşadığı katıksız aşkları düşünür ve yazmaya başlar.

Yakın arkadaşının kızına gelinlik dikimiyle başlanacaktır öyküye. Gidip kumaş bakılacaktır. Terziye (Zümrüt Hanıma) ilk gidişi anımsanır öykücünün.

Zümrüt Hanım; gecekonduda oturur, kent merkezine oldukça uzaktır. İpek üzerine ipekle sarma işlemekte eşi bulunmaz bir terzidir. Üç ay önce usta başı Rüstem’le evlenmiştir. Yukarıdaki inşaatın ustabaşısı (Rüstem Usta’nın üzerine kalas düşmüş, hastaneye kaldırılmış.). Rüstem Ustayı çok sevmiştir Zümrüt. Kurban olacak kadar.  “ Yooooo! Olmaaaaaaaaaaz! Beni koyup gidemez Rasim usta. Kurbanlar olurum onun yoluna ben. Beni ona götürün, yüzünü göreyim, adamım, adamımadamımadamımadamımadamımmmm!”(3: s.10)

Zümrüt Hanımın yanına giderken ona evi  gösteren kadını -dostunun karısını bıçaklayan- anlatır bize… Feodal, ama bir o kadar da -evli bir adamla ilişkiye girecek kadar- asi. Diğer kadınları aptal görecek kadar da kadının özgüveni hakim. Aşkı sevdayı bilir, diğerleri bilmez. Aslında öykünün karakteri konumuna yükseliyor, tipten karaktere geçiyor. Çünkü sadece yolu gösterecekken başlıyor dostuyla ilişkisini, aşkı, sevdayı anlatıyor.

“ Sesi insanı heyecanlandıran renklerle, bir inip bir çıkıyordu. Soluk soluğa kalıyordu hırsından konuşurken. Bir ara gözucuyla baktığımda, boynuyla, kürek kemiğinin bitiştiği yerde pıt pıt atan bir nokta ilgimi çekti.”(3: s.12) Kendini anlamadıkları gibi Zümrüt Hanımı da anlamazlar. O da sevdalıdır çünkü.

Diğerleri bilmez sevdayı. Nezihe Meriç, Zümrüt Hanımın evine direk gidebilecekken onun evini gösteren kadına ihtiyaç duyuyor; sevdanın gücünü anlatmak, pekiştirmek için belki de. Böylelikle buradaki tip, karaktere dönüşüyor.

Diğer Tipler:

Şamlı Fatma; Bir takım karanlık işlerin kadını. Zümrüt’ü küçük bir kızken alıp büyütmüş. Onu iyi yetiştirmiş. Süslü, koruyucu, kollayıcı. Şamlı Fatma’nın kızları var, damatları var. Damatlarının ne oldukları belli değil. Birtakım karanlık işler, karanlık adamlar.. Kavgacılar. Edepsizler. Kumarbazlar. Çok küçükken doğurduğu bu kızlarını sevmiyor.

Rüstem Usta; İnşaat usta başısı. Akşamları yemeğini kendi yapar. Rakı sofrası kurar. O, şirketin en eski, en güvenilir, en hatırı sayılır ustabaşısıydı. Erzurum yetimi. Bir dikili ağacı bile yok. İnşaatta kafasına kütük düşüyor. Hastanede yatıyor. Başında Zümrüt bekliyor. Sevdanın karşı tarafındaki kişisi olsa da Rüstem Usta karakter biçimine dönüşmüyor. Nezihe Meriç sevdanın kendisini anlatmayı tercih ediyor.

Gecekondu insanları var. Çocuklar, simitçiler. El işlerini, örgülerini alıp kapı aralarına oturup laf üretmeye başlayan kadınlar…Gecekonduların meraklı insanları. İşçi sınıfının gündelik işçileri, işsizleri vs…

Nezihe Meriç, bu öyküsünde karakterleri ve  tipleri çoğaltmasının sebepleri arasında gecekondu atmosferinin yaratılması vardır. Öykü Zümrüt Hanımın Rüstem Usta’ya sevdasını anlatacakken bunun yanında gecekondu insanlarını, kendi kabuğu içerisinde dönüp duran feodal insanları da anlatarak öykünün atmosferine toplumsal olgu eklemiş olur. Topumun bir parçası olan sıradan birey/bireylerin yalın sevdası/sevdaları anlatılırken toplumsal yapıya, oradaki ilişkilere de vurgu vardır.

‘Bir Yunus’ Öyküsü:

Yunus’un öykücü sohbetiyle  başlıyor öykü. Yüreği daralıyor sürekli. Kimseyle sohbet edemiyor. Denizci. Teknesi var. Sünger avcısı. Rakı içiyor. Mezesiz. Sadece rakı. Tanrı bu çocuğa güzel ol demiş. Dul bir anası var. Süngerci, Yunus’u, bu kıyı kentte, bu fakir kentte ziyan olmasın, vurgun yemesin diye, büyük kente yollamak ister. Anacık da bağrına taş basar. İstanbul’a gelir. Arada Abla’nın (Ona sürekli kadın bulan tip) getirdiği kızlarla birlikte olur. Yer, içer, sevişir. O asıl sohbeti arar. (Belki de yaşamın anlamını !) Ama Abla der ki “bunlarla olmaz. Buraya kadar…”(3: s.29) Uzun yıllar sonra geri döner. Süngerci de ölmüştür, anası da. Everirler onu. Üç tane de çocuğu olur. Sonra yine İstanbul’a gider. Çoluk çocuğu bırakarak.

Yıllar sonra, Mıstık (Yunus’un halaoğlu), çağırtınca onun moteline döner. Oturunca Mıstık, İbram abiyi çağırmaya gider. Yunus’u kalmaya ikna etmesi için. Sofra donatılır. Rakılar içilir. Yunus İbram abiye dert yanar: “ Abi, ben o işin peşinde değilim. O… Onu boşver. O kolay. Benle konuşacak, şu rakıyı, böyle bir yerde karşılıklı içecek, beni, nasıl söyleyim, şöyle söyleyeyim, bana yaşamak denen bu şeyi, ne bu yaşadığımız abi, benim çok kafama takılıyor, nedir bu yaşamak denen hani anlatabildim mi, bakma güldüğüme, çok düşünüyorum bunu abi, hani işte bunu benimle düşünecek biri gerek abi. Çocuk da olsun, peki, öbür iş zaten var abi, genciz bugüne bugün, o tanrı vergisi bi şey, ama benim demem o değil. Getir bizim Selime’yi buraya, olur mu abi? Getirebilir misin? Diyelim getirdin, iki çift konuşamazsın abi. Susar oturur. Şu sofrayı, şu söyleşiyi onunla nasıl bölüşürsün? Biliyorum bir günahı yok. Ama yapamam. Senin için de öyle değil mi? Kızlar oğlanlar büyüdü, gelin damat, torun ney, iyi, ya kral ne oldu abi? Artemis’e ne oldu? Ne oldu o güzel kırmızı saçlarıyla, çilli yanaklarıyla, sana vurgun, sen ona… Of be abi… Ben ne yapayım?”(3: s.35)

Küçük, sıradan insanı anlatır. Denizci, süngerci Yunus’u. Onun İstanbul’a gidişini. Orada yiyip içip kadınlarla yatıp kalkmasını. Yıllar sonra geri dönüşünü. Evlenir ama o sıradan hayat, o basit insanlar, küçük kasaba, Yunus’a dar gelir. Geri İstanbul’a döner, çoluk çocuğu orada bırakarak. Onun için asıl olan yaşamak. O, kendi içinde büyük isyanlar eder, ama bilinç düzeyi, bilgi birikimi, sınıfsal konumu yeterli olmadığından onun yaptığı bireysel içi boş, kof bir isyandır. Onun yapabildiği sadece kaçmaktır. Yunus’un İbram Abisi ile yaptığı geniş sohbet bizi sarsar; temelde insan ilişkilerinde bilinçli, birikimli olmaya bir vurgudur bu. Ama ondan ötesine geçmez. Geçmeyi istememek Nezihe Meriç’in bilinçli tercihidir aslında; didaktizmin sarmalına bulaşmak istemez yazar.

 ‘Oya’ Öyküsü:

Oya; 3,5 yaşında bir kız çocuğu. Deniz kenarında annesi ile dondurmacıda; anne oturuyor.

Oya çakıllar arasında, masalar etrafında oynuyor. Kendini büyük sanıyor. “Ben kocamanım, ben ablayım.”(3: s.35) diyor. Oya kara saçlı, kara gözlü. Yanlarında Danyel’i  görüyorlar.

Danyel; 7-8 yaşlarında, sarı saçlı, gözleri mavi. Sevimli bir çocuk. Oya Danyel’e iki gazoz    kapağı vermek istiyor. Uzattığı eline vurunca gazoz kapakları sağa sola fırlıyor. Boğazı acıyor, ağlamak istiyor.

Bir çocuğun yaşadığı ilk kırıklığı anlatır. Yaşamı belki de ilk tanıyışı, ilk kavrayışı. Diğer öykü karakterleri gibi. Bir yaşam sorgulaması vardır. Karakterimiz küçük çocuk da olsa yazar bu öyküsünde yine yaşamı sorgular. Ona göre sorgulamaktır aslolan kaç yaşında olursa olsun.          

 ‘Kadın Aşk Deniz’ Öyküsü:

Üçüncü şahıs anlatıcısı. Gizli anlatıcı. Kırık bir aşk öyküsü denebilir. Metine yer yer deniz de giriyor. Denizi betimliyor, karakter öğesini güçlendirmek için. “ Sıra ancak o zaman onunla yeniden tanışmaya, anlaşmaya gelebilir. O nasıl olsa orada; genelde hep mavi.”(3: s.41)

Babasını yaşadığı aşk yüzünden ancak yirmi dört yaşında anlayabiliyordu. Çünkü o, aşık olup annesini bırakıp gitmişti. “ Beni varsaymamış diye kızgındım babama. Aşk onu aydınlatırken, çevresini gözü görmemişti. Öyle düşünüyordum. Şimdi anlıyorum onu. Öyle oluyor insan.”(3: s.47)

Denizden uzak oluşuna, bozkır çocuğu oluşuna sürekli vurgu var; “Ben bir bozkır çocuğu olarak, içime işlemiş olan gelenekten, görenekten gelen her rengi, her kokuyu hem sevdim, hem yaşatmak istedim.” (3: s.48)

Kadın geleneksel düşünüyor. “ Evimde hamurlar açılsın, mantılar yapılsın, sarımsak kokusu tüm kokuları bastırsın, tarhana çorbasının yanında ille de acı biber turşusu olsun, kapuskanın kokusu dünyayı sarsın, kırmızı biberi bol olsun diye düşündüm. Üç çocuk doğurmak istedim. İlki oğlan öbür ikisi kız.”(3: s.48)

O (erkek karakter), geleneksel bir yaşam tutturmasını (kadın karakterin) tuhaf, işe yaramaz, yerini bulmamışlık olarak görüyor. Fantezi görüyor. Kadına kendi ağzından şöyle anlattırıyor:“O zaman da seviyordum Rize bezini, Şile bezini, sonra da sevdim. Ben de Fransız keteniyle Hint ketenini kıyaslamayı biliyordum elbette. O, cevizli sucuğun pekmez kokusuyla, dut pestilinin kokusunu ayırt edemiyordu.- Böyle şık olan, böyle çizgileriyle Batı dünyasını sarsalayan, moda dünyasında seçkin yeri olan bir kızın, Dilek’bağa gittiğinde, üzüm çiğnemeli, inek sağmalı bir yaşama tutturmasını tuhaf, işe yaramaz, yerini bulamamışlık olarak görüyordu. O Fransız konyağı, somon füme ve… Hep söylenen bir söz vardır, ‘olmuyor’ denir. ‘Söylenince basitleşiyor’ doğru. Kestirmeden şöyle demek gerekir. Ayrı ayrı dünyalarda yaşamıştık. Bizi belirleyen o dünyalar birbirini tutmuyor. Yanlış bir işti evliliğimiz.”(3: s.48)

Evet evlenmişlerdi. Adam burjuva. Kadın, batı dünyasını bilen, tanıyan ama gelenekselliği ağır basan bozkır çocuğu. “Ondan ayrılmak karanlık demekti”(3: s.49) onun için. Ama ayrılırlar. Kadın karakterimiz bir başka kızda olan, kendinde olmayanı sorgular. Batı değerlerini bilse de erkek egemen kültürünü kabulleniş vardır. Yıllar sonra vapurda görünce, onun mutsuz, yorgun, düşünceli halini görünce seviniyor yazarımız. Utandırıyor bu düşünce, belki çocukça geliyor ama seviniyor.

Kadın yıllar sonra başka bir adamla evleniyor. Akıllı, uslu, parasal durumu iyi, kendinden hoşnut, onu beğenen, beğenilerin uyuştuğu bir genç adamla evlilik. Bir evi oluyor. Evlendiğini, durumunun iyi olduğunu, keyfinin iyi olduğunu bilsin istiyor. Ama sonra duyuyor ki adam iyiymiş, yaşamı keyfince sürüp gidiyormuş. Daha doğrusu iyilermiş. Keyifleri yerindeymiş. Boşuna sevinmiş oluyor.

Kadın karakter, erkek karakterin birlikte olduğu diğer kadın tipinden bahseder. O da yamacın tepesinde evi olan çevirmen. Kadın, ondan bahseder; erkek karakterin onunla da çok benzeştiği söylenemez.  Kadın karakterimiz hala kendini sorgular. “Eksik olan neydi? Bende olmayan, benim beceremediğim, akıl edemediğim”.(3: s.55) Feodal bakış açısı, batının akılcılığı yerine doğunun duygusallığı hakim kadın karakterimizde. Erkek haklıdır. Ayrılırken bile. Diğer karakter tipine bak o da benim gibi (balığı elle yemek, kırlarda dağlarda dolaşmak, duş yapmadan günü tüketmek…) diyerek hem cinsiyle anlamsızca kendini kıyaslama yoluna gider. Kadın erkek ilişkisine birey olma, bireyin özgür tercihi açısından yaklaşılmaz. Kabuğunu kıramayan kadının (kendi konumunu gerçek anlamda içselleştirmeyen diyelim) düştüğü durum vardır.

‘Çiçek Balı’ Öyküsü:

Nemide Hanım: “Durmuş, dinlenmiş, dingin bir anlam var yüzünde.”(3: s.57) İnsan ve yaşam üzerine edinilmiş bilgilerden damıtılmış bir hoşgörü. Yaşam cimrilerini sevmiyor (üst kattakini de).  O cimri kadına şöyle diyor: “Zavallı işte; başı kara. Yaşamdan hiç nasip almamış. Güneş hiç onun için doğmamış. Ne diye yaşadığını sorsan, bilmez.”(3: s.59) Deniz kenarında büyümüş. Balıkçıların, gemicilerin arasında. Bahtsız biraz. “Tanrı bana, şenliğime uyan bir koca vermedi. Kendi halinde, sessiz bir adamdı. Çakmak çeşitlerini, saat markalarını çok iyi bilirdi. Öldü gitti.”(3: s.63) Romantik. Evde misafir ettiği gençler, aşkı bilmiyor diye hayıflanıyor.

Nemide Hanım sürekli aynı yere tatile gidiyor. Hatta gitmeyince merak ederler. Kahvede otururken bir gün yan masadaki kadının ve yanındaki adamın konuşmalarına tanık olur. Kadın pimpiriklidir. Geçen seneki olay aklına gelir. Tuna olayı. “Az buçuk değişse de hep aynı şey. Çocuklar baskı altında. Analar babalar da haklı. Çocuklar da haklı. Devir değişiyor. Ne olacak bu memleketin hali. Her şey bozuluyor. Hiçbir şey… Ah!” (3: s.63)

Ayrıntılı olarak o olayı anlatmaya başlar Nemide hanım. “ Onların bu hallerine bakıp, üniversite müniversite. Çocuk ayol bunlar, çocuk işte ne de olsa.”(3: s.67) “ Sözümüzü gevşetmeden sürdürmeliyiz. Bir öyküyü kotarmak büyük incelikler ister. Çok dikkatli olmak gerekir.  Örümcek ağı bağlantıları zedelemeden geçmeli sözden söze.”(3: s.67) (Yine öykü tekniğini hissettirir bize) “Kadın, sinirden gerilmiş bir yüzle, hepsine ayrı ayrı, dimdik bakarak kırıp geçirdi ortalığı: Tuna’nın onlarla beraber olduğunu biliyordu. Nerede olduğunu ona söylemeleri  gerekirdi. Yoksa çok fena olacaktı. On beş gündür sinir krizi geçiriyordu.” (3: s.68)

“Tuna Bora’ya aşık/mış. – Bora maddi durumu çok bozuk olduğu için, gece yarısı Hal’de yük taşıyormuş. Tuna buna bayılıyor. Ona saygı duyuyor/muş. Annesi bunu anlayamaz/mış. Tuna bu yüzden annesiyle zıt gidiyor/muş.”(3: s.69) “ Aslında, Nemide Hanımın söyledikleri biçimlendirmişti korkusunu; sorduğu sorularla, esirgemediği kınamalarla… Peki sen anneni dinlemedin evden çıktın. Diyelim iyi ettin. Peki sonrasını düşündün mü? Kime güvendin? Bora’ya mı? O daha kendini kurtaramamış. Dönüşü düşündün mü? Sinirleri sıfır bir annen varsa, onun kurduğu evde, onun sana sağladığı maddi imkanlarla yaşıyorsun, onun sinirleriyle oynamak hakkını nerden biliyorsun? Kendine- Nemide Hanım kıçına der- güveniyorsan, artık o eve dönmezsin.  Yoo, çarem kesik deyip döneceksen gene de, o evin, o evi kuran kadının koşullarına uymaya zorunlusun. Beğenmiyorsan işte yol. Ayaklarının üzerinde duramıyorsan, susar oturursun. Ne kadın şu Nemide Hanım. Tüm bunları, kebapların, gülüşmelerin, dondurmaların arasına çekirdek çitlermiş gibi karıştırıp söylemişti. Hiç batmadı çocuklara.”(3: s.69)

Bu olayı hatırlayarak Nemide Hanım, değer yargılarını sorgular. Toplum-aile, aile-birey ilişkilerini sorgular. Değişimin hızla yayıldığı bir zamanda, gençliğin içi boş bir kültürle/birikimle bir başkaldırı gerçekleştirdiğini, sözde gerçekleştirmeye çalıştığını bize duyumsatır. Burada 12 Eylül sonrası yaratılan gençlik kuşağına bir gönderme vardır.

‘Balıklar da Acı Çeker’ Öyküsü:

Yine öykü yazar gibi kurgulanır öykü. Ben anlatıcı. Birinci tekil şahıs.

Babası Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda bir mirasa konuyor. Kalkınan Türkiye’nin fabrikatörlerinden biri. Ama kendisi fabrikatör çocuğu tanımına, yaşamına uymayan birisi.

Kız kardeşi, çok sonra doğan erkek kardeşi, orta halli bir ailenin çocukları olarak büyüyorlar. Taşralı, deyim yerindeyse. Dedesinden kalma köşk yavrusu bir evde oturuyorlardı, bahçe içinde. Taşra yaşamı üç kardeşin içine işlemiş. Babası erken ölüyor. Annesi İstanbullu. Kardeşiyle,  İstanbul’da liseyi bitirip dönünce dededen kalma evi değiştirmeye başlarlar. Modern kesimli dayayıp döşerler. İstanbul’a göçülür sonunda. Ev satılırken annesi biraz bozulur.

Bu öyküdeki ikinci karakterimiz, ev sahibi. Öykü içinde öykü kurgulanır. O yurtdışına gitmişti. Şimdi İstanbul hasreti ile yanıp tutuşur. İstanbul’a yerleşmek istiyor. Boğaz sırtlarında bir villa alınıyor. Bakıcı tutuluyor. Mustafa Bulut. Çocukluk anılarındaki Arnavut İsmail Efendiye benzeyen en ufak bir yanı yok. Bir villa ki, hangi odasına gitsen, hangi penceresinden baksan Boğaziçi. İçi antikalarla donatılıyor. Bakıcı Mustafa Bulut, kaçırıyor karısı Cemile’yi. Bir iki yıldır kapalı kalan eve, uzak diyarlardan misafir gelecektir. “Cemile, böyle bir evi, uzun zamandır arayıp sormayışlarını da hiç anlayamamıştır. Eve hayran olduğu için, ona hıyanetlik edenlere de inceden inceye bir kin büyütmüştür içinde, kendi gecekondusunu silip süpürürken.”(3: s.85) “ Ev sahibimiz hanımefendi, yanına bir arkadaşını alarak, güzel bir bahar sabahı kalkıp Boğaz’a villaya doğru yola çıkar. Yolu şaşırıp, uzatmış olsalar da. Güzel bir sabah gezisi yapmış olurlar.”(3: s.85) Ama geldiklerinde villayı bakımsız, döküntü, her yeri ot bürümüş ve içinde inek varken bulurlar.

Öykü, öykü yazma üzerine kurulu. İç içe geçmiş öykücükler var. Yazarın, ev sahibinin, ressamın anlatıldığı, bakıcı Mustafa Bulut ve kaçırdığı karısı Cemile’nin, çiçekçi çingenenin aşkı anlatılır. Burada değişim, bozulan değer yargıları karakterler sayesinde parça parça anlatılır. Bu didaktik olarak değil duyumsatarak anlatılır. İçiçe geçen öykü parçacıklarından belki de 2-3 öykü çıkabilecekken Nezihe Meriç burjuva ve küçük burjuva yaşamlarındaki değişimi birarada vererek değişimin aslında insan psikolojisindeki yerinin aynı olduğunu vurgular; zihinde ve bedende sarsıntı.

‘Ünlemleri Kökertmek’ Öyküsü:

Yazarın yine öykü anlatma biçimini kullanmış. “ Bu öyküde, iki ‘ah’, bir ‘eyvah’ kullanmak istiyorum.”(3: s.88) “Bu iki ünlemi de, bu öykü içinde, derinlemesine, iç içe geçmiş, sonu olmayan mağaralar olarak duyumsuyorum.”(3: s.88) Bir Ozan. Halasına gidişi. Halasının içkici kocası. Ozan, balık, salata malzemesi ve halasına börek için yufka alarak orada rakı sofrası kuruyor. Ozan’a evin tasvirini geniş bir şekilde yaptırır. Evin kızı da var. Evin kızını tanımıyor Ozan. Sonra vapuru seyrederken evin kızının vapurdaki hikayesini anlatmaya başlar yazar. Onun tek düzeliliğe karşıtlığını, iç isyanını anlatıyor. Kızın vapurda seyrettiği adamı o kadar anlatışı ve betimlemesinden sonra adam vapurdan indikten sonra kızın gittiği yönün tersine gidiyor. “Oysa o bakışları onaylamamış mıydı aşkı! O da hemen orada, kıza yandığını, yangın bir aşkla, anlatılamaz bir tutkuyla, ona bağlandığını anlatmamış mıydı! Kızın gideceği yolun tam tersi yönüne doğru yürüyor. Dolmuşların kalktığı yana.- Hayır hayır hayır, dönüp bakmıyor.- Hayır, dolmuşa binmiyor, yürüyüp gidiyor.”(3: s.96)

Kız da yokuş yukarı evine çıkar. Öykü burada biter der ama bitirmez yazar. Eve çıkarır. mutlu bir aile tablosu çizdirir. Anne, baba ve kız olarak. Bizi de öykünün başından Ozan’ın da o evde olduğunu onunda bir aşk aradığını, annesinin ona birilerini baktığını hissettirince ve Ozan’ın da o kızdan hiç haberi olmadığı işareti verilince, şimdi karşılaşacağı belki de bir aşk başlayacağı hissini duyumsatır. Onun için sonunda belki , “Bu öyküde ‘eyvah’ın yeri yok galiba”(3: s.97) der. Metnin içerisine umutsuzluk / umut gibi yaşamın çelişkilerini koyarak gergef işler gibi  aşk öyküsünün yazılışına dair ders verir. Bize güzel bir aşk öyküsü anlatır Nezihe Meriç.

***

KAYNAKÇA :

1) Murat Gülsoy, Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık. Can Yayınları, 2.Basım 2006, s.191

2) James Joyce, Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi, Çeviri Murat Belge, Birikim Yayınları, 2.Basım, s.202

3) Nezihe Meriç, Yandırma. Yapı Kredi Yayınları, 2.Basım 2005.

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir