SIFIR YA DA HİÇ – SERDAR AYDIN

“ve aşk, insanın tabiat karşısındaki

kibirli duruşuna verilmiş bir cezadır…” (1)

 

Sıfırın değeri, bir “değersizliği” imlediği için vardır belki de. Değersizliğin niceliğe ilişkinliği açıktır. Ancak nitelikteki çağrışımlarını, hele de şiir söz konusuysa, vurgulamak gerekir. Başlı başına gerilim odağıdır; sıfırla başlayan bir şiir. Kitap adı olmuşsa “Sıfır”, enikonu tedirgin edici bir algı deneyime hazır olmak gerekir. Şairin, derdi nedir ki kitabına “Sıfır” adını vermiştir, sorusu, ilk anda akla gelen ve bir daha da akıldan çıkmayan başat kaygı imine dönüşecektir. Böylesi tedirginlikler içerisinde, eğer cesaretinizi toplayabilir ve “Sıfır” adlı kitabın kapağını açabilirseniz, siyah bir sayfa ile karşılaşıp, şairin biyografisinin de siyaha gömülü beyaz harflerle ifadelendirildiğini görecek, kapak rengi olan gri ile uçuk gök mavisi arası tonun bütün teskin edici etkisinin, bir anda, buharlaştığını fark edeceksinizdir.  Şairin adının, eğer önceden tanışıklığınız varsa ve şiirlerini okumuş iseniz, bir eksiltme ile yazılmış olduğunu ayrımsadığınızda, sıfırın indirgeyici ve hiç’e dair çağrışımlarının etkisinin, bu eksiltme ile ilişkilenebileceğini de düşüneceksiniz. Biz, uzun yıllardır, kendisini C.Hakkı Zariç diye bilirken, şimdi Hakkı Zariç’e dönüştüğüne şahitlik etmekte zorlanmaktayız. Bu eksiltmenin gerekçesi nedir, ne olabilir? Açıkçası bir yanıtımız yok. Ancak bu tarz eksiltmelerin ilk temsilcisinin, adından bir “y” harfini atıveren, Cemal Süreya oluşu anımsandığında, bir tür poetik hısımlığın söz konusu olabileceği de akla gelmekte. Ancak kesin olan Sıfır’ın çağrısına uyma zorunluluğudur. Kapak açılmış ve yolculuk başlamıştır. Verili olanla, hatta “bu kadar gökle” yetinmeyen ve rüzgarları aramak için çamur selinde sürüklenmeyi göze alan şair özne, sıfıra gidişinin ilk anında ıslak kül biriktirdiğini söyleyerek karşılar okurunu. Çünkü bu biriktirmenin gerekçesi, yenmek ve yenilmek için yeni bahaneler aranmasıdır ve zaman, hem soyut hem de “gerçek”tir. Tam bu anda Lacan başını uzatıp, “gerçek, imkansızdır!” dediğinde, şairin direnci “biraz daha gök” istemiyle cisimleşir. Elbet ki Lacan haksızdır; “gerçek” vardır ve Sıfır bu gerçeğin ulağıdır!..

Gerçek vardır ve İnsan’ın yarattığı zalimliğin, akıtılan kanın ve ölümün granit yontusundan başka bir şey değildir. Adı “hayata dönüş” olan ve sınırsız zalimliğin ortasında, acıyı, salt acıyı çoğaltan bir an içerisinde, belirsiz bir zamire, O’na, yani sıfırda kalana veda ithafıyla, gidişin kaçınılmazlığı ifadelendirilir. Kucağında parçalanmış bir kafatasıyla, kendisini yokluğundan bilen(!) şair, Sıfır’a varır. Adındaki eksiltme, belki de bu yekpare acı’nın yaşandığı zamanları tersinlemek için zorunlu olan, ontolojik bir reflekstir. Bunu kimse bilemez, ancak blues tınılı yalnızlıklar içerisinde ve bir ranzanın yurtsuzluğunda, blues’un babaannesi, koca memeli Bessie Smith’in hırıltılı sesi, uzaklardaki bir buğday ya da pamuk tarlasının ortasına çağırır; hayata, özgürlüğe ve şiire inananları. Sıfır, artık ordadır ve her yerdedir. Çünkü “metruk evlerin göğünde uçan kirli martılar” gibi, uçuşun ve kirin yapıştığı her an, her şey ve her şiir, kaçınılmaz olarak sıfırla başlayacaktır.

C.Hakkı Zariç, eksiltili adıyla Hakkı Zariç, Sıfır(2) adını verdiği şiir kitabıyla, okuruyla yeniden buluştu. Kitap, sıfır göstergesi odağında kurgulanmış şiirlerden oluşuyor. Şair, ilk paragraflarda değindiğimiz bütün çağrışım olanaklarıyla Lacan’ı yalanlayıp, gerçeğin varlığına bir tür şahitlik ederek, okurunu Bessie Smith’in çağrısına uymaya, davetine icabet etmeye çağırıyor. Bu çağrı, depresif bir öfkenin imleriyle yapılandırılmış. Öfkenin yöneldiği olgu ise, bizatihi yaşanan hayatta, “siyah bir leke gibi” ve çam kırıklarına dönüşmüş kentin varlığında, belki de daha çok Aşk’ın, ilişkilerin ve ilişkisizliklerin yurdunda, yani “gerçek” ve hayalde ıralanıyor. Diyor ki şair;

“sevdiğim ve özlediğim herkes alçakmış biraz.” S.10

 

Tümel bir inkarı ve yadsımayı dillendiren dize, alçaklığın evrensel tarihinin ben’in varlık hallerine nasıl acımasızca sirayet ettiğini ifadelendiriyor. Bellek, sıfıra giderken, limitin ölüm olduğu an, anımsanıyor her şey. Perdesiz pencerelerle sorgu odaların özdeş olabileceği, bu özdeşliğin aşık olunanın yokluğuyla ilişkilenebileceği savlanıyor. Çünkü sıfır, kendisini tekrar ediyor. Sıfırın gösterge değeri, aşığın maşuka hasretini sürekli olarak büyütürken, dramatik yükü çok ağır dizeler sıralanıyor:

“Dalga sesleri biriktiriyorum senin kulakların için

Güz’ün akşama yayılan müziğindeki esintiyi

Alkolün gece yarılarımdaki baş dönmesini bir de” s.13

 

“sevgilim her yerini hangi güz öpebileceğim?..” s.14

 

Sıfırın kendini tekrarı, vuslatın olanaksızlığı ve bekleyenin uzak hasretleri, bir yandan ütopyanın yıkımını aşk üzerinden yapılandırıyor, bir yandan da yeni umutların önünü açıyor. Şair ben, naif bir kederle dalga sesleri biriktiriyor, kendince umutlar üretiyor, sözler veriyor ve kavilleşiyor gelecek olanla: Adres defteri denize atılacak, cep telefonu bir bankanın önünde parçalanacak, “O” geldiğinde kente kusulacaktır. Ama umarsız bir haldir söz konusu olan. Umarsızlık, her şeyin ve “çözümün”, O’nun gelmesiyle ilişkilendirilmesindedir aslında. Belki de “O”, yoktur, olmayacaktır; üretilmiş bir hayal ve yanılsamadır. Bu durum, doğal olarak belirsizlikleri içerir. Belirsiz olan ise vuslatın olasılığını hiç’e gömer. Gömütün “gerçek” olduğu da savlanabilir. Çünkü uzaklık, hiç kapanmamıştır:

“uzağım sana, uzağım en az Kars kadar” s.17

Uzaklıklar hasreti büyütürken, sadece aşığın maşuka yönelmiş sayrı hasreti değildir azabı artıran. Sıla hasreti ve çocukluğun başladığı, yitirildiği o uzak topraklar, kuzey rüzgarlarının hırçın ve kararlı aşındırma gücü her şeyi daha da deriştirir. “Kars, çocukların da Kars’ı” diyen hısım şair, Kaf Dağından sürülmüşlerin ortak yazgısını taşır bu an’a. Ancak o uzaklık,  belki de kavuşmanın olanaksızlığı başka bir çevrimin de gerekçesini yaratacaktır. Ayrılıklar, kasabaların yıkık istasyonlarına dönüşürken, bir başka dönüşüm daha gerçekleşir. Artık;

“her aşk ilk aştır!…” s.21

Bu kesin yargı, aslında bir umutsuzluğun, umarsızlığın itirafıdır. İlk Aşk, bütün özgünlüğünü yitirip sıradanlaşırken, tersinlenen süreç her aşkın ilk aşka dönüştüğü metamorfuzu imler. Bu dönüşüm, iyi bir şey midir, değil midir, düşünmek gerek. Ancak kesin olan Aşk’ın kaçınılmaz bir dönüşüme uğradığıdır. Sonuçta “siyaha” sığınır insan. Yüzler, kederin aynası olur. Acı, gittikçe büyür. Ancak yine bir çelişki, açmaz, muamma karşılar insanı. Sevilen ve özlenen herkesin “biraz” alçak oluşu, şairin “alçak” sözcüğüne yüklediği ontolojik değerin boyutunu farklılaştırır. Ve şimdi hüküm, yeniden kurulur:

“bazı acıları yazmak, tek sözcükle, alçaklıktır” s.25

Bu dizenin anlamlandırılması, okur için çok zordur. Hatta şair için de çok zordur. Adorno, “Auscwitzden sonra şiir yazmak barbarlıktır.” savını öne sürerken, benzer bir bağlama işaret etmiştir aslında. Acılardan, büyük acılardan sonra o acıları yazmak, bir şekilde estetize ederek ifadelendirmek, acı’nın oluşturucu niteliklerini, gerekçelerini, sonuçlarını vs. müphemleştirerek ortadan kaldırabilir. Dolaylı yoldan yaşanan trajedinin akla uydurulmasını, unutulmasını sağlayabilir. İşte bu yüzden bazı acıları yazmamak gerekir ki bu acılar unutulmasın, yeniden benzer acılar yaşanmasın… Ancak şiir devam edecek, sıfır kendini tekrarlı döngüsü içerisinde var edecektir. Toplama kamplarından kurtulmuş Paul Celan, nasıl ki şiir yazmış ama sonuçta intihar etmişse, diğer şairlerde yazacaktır, belki de intihar edecektir. Çünkü şairin, var olmak için gereksinim duyduğu güç, yazmaktan ve şiirden başka bir şey değildir. Sonu intihar bile olsa, her şair, şiirini kurdukça, yazdıkça var olur. Ölüm ya da intihar, bu varoluş bağlamına dahildir ve her şey şiire hizmet edecektir. Bir de aşk tabi ki… İnsanın, doğa karşısındaki kibirli duruşuna verilmiş en büyük ceza olan Aşk… Hakkı Zariç’te bilmiştir, tanımıştır, anlamıştır Aşk’ı… İtiraf da eder:

“Aşk yıkımdır, aşk yıkımdır küçüğüm” s.37

Böylesine belalı, lanet, ceza ve yıkım olan Aşk, neye yarar ve niye vardır? Yanıt açıktır aslında: İnsanın, kibrini yenmesi ve hiç olduğunu algılayabilmesi için, vardır Aşk… Bir de ölüm vardır, bu farkındalığı, bilinci ve ayırt etme gücünü veren.  Hakkı Zariç, bu patikalardan geçmiştir. Deneyimi ve bilgiyi, geçerken edinmiş; sıfır’a vardığında da şiirler yazmıştır. Ama her durumda Aşk, şairin varlığını, yıkımla da olsa yapılandıran başat öğedir. Ve elbet ki kadınlar, bu yıkımın kökeninde yer alacaktır:

“Kadınlar; o bakma manyakları ve vitrin camları

Halının üstündeki uzun saçların depresif siyahlığıs.41

 

Her şeyin Sıfır’a gittiği ve depresif gerginliğin doruk noktasına ulaştığı an, bakışın ve vitrin camlarının yıkımı ivmelendirmekten başka bir işlevi de kalmaz. Yaşananın trajik yoğunluğu içkin bir öğe olarak ben’in varlığına eklemlenir. Ötekiler, ben’in içinde bulunduğu gerilimin farkında bile değildir: vitrin camlarının önünden geçen, bozkırın ayazında bir kardeşinin gözyaşına sığınan, yıllardır bekletilmiş sözcüklerin kahrından dem çeken ben, kime derdini anlatabilir ki?

“Bilmiyorlar, bilmiyorlar, bilmesinler

Bazen oyuncak tabancayla da intihar ederler” s.41

 

Büyük bir bunaltıdır söz konusu olan. Sıfır’a varılmıştır. Deneyim ve yaşantı, öğretici niteliğini öne çıkarmış, öğrenen kendi itiraflarını dile getirmiştir. Bu itirafların, çevrim içinde anlamlandırılması olanaklıdır ancak. Bilmeyenler, bilmeyecek olanlar ve bilse de söyleyemeyecekler kuşatır her tarafı. Sıfır’ın çekim gücü öylesine fazladır ki unutmamak için direnmek ve belleği diri tutmak gerekir.

“Sıfırdayım işte dinmeyen o yorgunlukta” s.43

 

“Kadınların asla unutmayacağını unutmamalıyım” s.44

 

“Sıfırdayım işte akmayan o suyun sesinde” s.44

 

Kadınlar, Aşk ve Sıfır… Dinmeyen yorgunluk, kadınların asla unutmaması, akmayan suyun sesi… Pitoresk fragmanlar geçip gider bir an’da. Meczuptur Aşık ve mırıldanır, ayrılığın duldasında; kadınlar unutmaz… Aslında bütün öğeleriyle kapanmayan bir yara betimlenir. Ki bu yara;

“Şiir okurken ağlayan çocukların tarihinde gizlidir…” s.46

Niçin ve nerede ağlar bir çocuk, şiir okurken?.. İlk akla gelen, okul müsameresinde zorla şiir okumaya memur edilmiş öğrencinin yaşadığıdır. Ya da “devletin ve tabiatın yanlış sorusuna” yanıt vermeye yeltenenin gözü pekliğidir, gözyaşlarını çağıran. Ancak her durum Ben’in varlığına dairdir ve Sıfır’ın çağrışımlarında da göze gelir. Çünkü bu göze geliş, yarayı taşıyanların soruları ve vukuu bulanı algılarken deneyimledikleri acıdır ki kendi varlıklarının ve varoluşlarının da kökeninde yer alır. Dolayısıyla yazıyor olmak, yarayı betimlemenin ve dışlaştırmanın temel edimi haline gelir. Ancak bu edimde marazidir ve kendini, kendiliğiyle tüketecektir. Melih Cevdet Anday, Güneşte kitabında, kendine dönen bu kaos halini etkileyici bir şekilde ifade eder:

“bütün bunlar apriori bilgilerdir ve yaşantısız bir sele benzerler.

arayın! bulunacak bir şey varsa!”

              

Bütün apriori bilgilerle birlikte hayat sürüp gitmektedir, elbet ki arayışta… Bu halde yaşantısız bulunacak bir şey var mıdır? Ya da bulunacak, ben’in derdine hemhal olacak bir şey var mıdır? Bu soruların açık yanıtları yoktur ve belki de bilinemezdirler. Ancak kesin olan şiirden başka bir sonucun olmadığıdır. Fakat şiirin varlığı da bir tür özkıyımdır. Şair, söyler:

“Oysaki kendime kıyıyorum ben şiir yazarak” s.49

Ya da;

“Sesimde paramparça bir akşam

Yaralarıma bakarak suskunluğumu dinliyorum” s.55

 

Şairin ulaştığı bağlam, öylesine bedbin ve bedbaht bir noktadır ki, artık vitaliteye ilişkin unsurlar olabildiğince azalmış, canlılığın sürdürümü “rastlantıya” kalmıştır. İnsan soyunun devamı, aşka, cinselliğe ve sevişmeye bağlı iken, bu yaşam yorgunluğu sonun başlangıcını imleyecektir.

“Sevişemeyecek kadar yorgunum” s.56

 

“Uzlaştığım herkes restleşiyor benimle

Ha enkaz, ha Zariç, ha hiç!..” s.56

 

Zariç, katıksız bir umutsuzluğun, karamsarlığın içerisindedir. Sıfır, bu duygudurum halinin göstergesidir. Artık her şeyin sona ereceği, çöküşün ivmeleneceği ve Ölümün sahne alıp son tiradı fısıldayacağı düşünülebilir. Ha enkaz…ha Zariç…ha Hiç… Hepsi bir ve aynıdır aslında: Enkaz, Zariç, Hiç ve Sıfır… Şiir, bütün bu özyıkımın betimidir. Ancak bir şey olur: Her şeyin, ölüm ile mutlak sona ereceği an, bir şey olur. Aşk yeniden ortaya çıkar. Bu defa kibrini alt etmiş, cezasını çekmiş ve enkazından, hiç’in pespaye umutsuzluğundan yeni bir umut devşirilmiştir.

“Elbette kederle, yoksullukla, aşkla

Sevgilim beni kır

Bana sıfırdan başla!…” s.61

Aslına rücu mu eder her şey? Sıfır, sonu, hiçliği, değersizliği imlerken, Aşk ile çevrime giren özne, kederle, yoksullukla ve fakat bir kez daha, var edebilir mi kendini? Sevgiliye duyulan gereksinim, mutlak bir acizlik sayılabilir aslında. Ama Ben, Öteki olmadan yapılandıramaz ki kendini? Sevgilinin Ötekiliği, Aşkın umarsızlığını, yani mutlu aşkın imansızlığını mı ispatlar ve öğretir maşuka? O zaman niye Aşk’a gereksinim duyar İnsan? Kibrini yenebilmesinin, Aşk’ın kestiği cezanın ve hükmün infazının bir yanılsaması mıdır her şey? Sorular ve sorunlar gittikçe büyürken ve limit Sıfır’a vardığında, Aşk, artı ya da eksi sonsuzu içerebilir mi? Belki de bütün soruların yanıtları ya da yeni soruların çoğulluğu, Sıfır’dan başlayana içkindir. Belki de Gerçek ile Aşk, Lacan ile Şair, psikanaliz ile şiir, bu içkinleşmenin çöküntüye evrildiği an, yeniden varoluşun ontolojik refleksini yaratacaktır. Sıfır, bu yeniden varoluşun ilk an’ı sayılabilir mi? Sayılabilir!..

(1)     Oktay Taftalı, Acının Eşiğinde Yaşama Felsefesi, s.20, Destek Yayınları, 1.Basım, Nisan 2010, İstanbul

 

(2)     Hakkı Zariç, Sıfır, Yasakmeyve Yayınları, 1.Basım, Aralık 2014,İstanbul(dize alıntıları bu kitaptan yapılmış, sayfa numaraları yazılarak gösterilmiştir.)

üç nokta, ekim 2015, sayı: 17

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …