SESSİZLİK YAZILARI-2: POST MORTEM: SOLGUN BİR KARANFİL İÇİN AĞIT / Recep Nas

POST MORTEM / SOLGUN BİR KARANFİL İÇİN AĞIT – 2

 

Anlat şimdi, nasıl yakaladın uçan kuşun kanadından sonsuzluğu

“Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin.
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…
Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden,
kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!”

Daktiloya Çekilmiş Şiirler’den

                             Nilgün Marmara

 

Dün intihar ettim. Büyük bir gürültü koptu banyonun apartman boşluğuna açılan penceresinde. Varoluşumla yeryüzünde kopardığım çığlıkları, kulakları sağır eden bir gürültüyle sonlandırmalıydım. Onurlu bir yaşamın sona erişini bütün insanlık duymalıydı.  Hiç biriniz duymadınız, ordaydınız oysa, yanı başımdaydınız, ama duymadınız. Bir boşluğa bakar gibi, duygusuz gözlerle izlediniz. Ölümcül bir sessizlikle karşıladınız.  Biriniz tavana yakın kalorifer borusuna kemerimi geçirdi, diğeriniz tokasını kullanarak kemeri ilmik şekline soktu. Bir diğeriniz banyo iskemlesini ayaklarım altına sürdü. Bir tek ilmiği boynuma geçirmek kaldı bana. Bunu becerebilmem için hep bir ağızdan yüreklendirici sözler tükürürken etrafa, bu kakofonide boğulmaktansa onurluca geçirir ilmiği boynuma, iskemleyi ittiriverirdim. Öylece de yaptım. Dün intihar ettim. Başarısız, ama onurlu bir girişimdi.Olsun. Bir daha denerim. Olmadı, bir daha. Bir daha, bir daha…

Sesine ses olmak isterdim. Sessizliğinin haritasını çıkarıp, bir kabusun karanlık dehlizlerinden kurtulmaya çabalayan umarsız düş yorgunlarının eline tutuşturmak isterdim. Sessizliğinin canhıraş bağırtıları arasından sıyrılıp, karanlık ormanların, aç kurtların, yabanıl etçil kuşların, azgın deniz hayvanlarının cenginden vuruşa vuruşa çıkıp, sana ulaşmak isterdim.

Şimdi toprağını kanatan kelimelere–senin kelimelerine–tutuna tutuna yolumu bulmaya çalışıyor; kan revan içinde bir çağın cangılında kulaklarımı kanırtan seslerin kilidini açıp, dilini çözüp, milyarlarca yüreğin  gizemini, bir yarayı kanatır gibi, kanatmak istiyorum. Ki saçılsın ortalığa çözemediğimiz bulmacaların yorgun harfleri. Ki çocuklar toplayıp doldursunlar heybelerine; yeniden kursunlar yaşamı böylece, barışı çoğaltsınlar, özgürlüğün sofrasını açsınlar dünya çocuklarına.

 

Al, götür kendini, bırak bana yasını

Dağın ulaşılmaz yüceliğinde sınayıp ömürlerini, öylece yola koyulanlar, telaşsız bir yaşam sürerler. Bir kaplumbağanın sırtına yüklemişler de yüklerini; ağır aksak, dura duralaya, yaşamın her durağında yazı kışa, kışı yaza, yazı bahara, baharı kışa katıp; ağacın, kuşun, kurdun, börtü böceğin yoldaşlığında ‘acıyı bal eyleyip’, yaşamın balından acıyı süzüp, dev memesinden cüceler emzirip; acısından aczini söküp atarak yaşam sütünün tadını çıkara çıkara ve yaşam denilen başımızı soktuğumuz cenderenin eytişimini çözerek, bütün varlığa bilgece nazarlarla üstenci bakışlar fırlatarak, acıyarak, yazıklanarak, müstehzi gevelemelerle sözün büyüsünü afsun afsun onurunu ekmeklerine katık edip yiyenlerin üzerine dökerek, dimdik yürür giderler. Bense yürüyüp gidemedim. Vazgeçtim her şeyden. Sonumu hazırlayan Kader Tanrıçasının bütün planlarını boşa çıkardım. Beş dakikalık bir zevkle sunulan bir yaşamın yönetimine el koydum. Kurduğu tuzakları ortaya çıkardım ve yüzüne çarptım. Dün gece bir kez daha intihar ettim. Öncekinde olduğu gibi bundan da alnımın akıyla ve onurla çıktım. Beceriksizliğimi bir zafer madalyası gibi boynuma astım ve eter kokulu hastane koridorlarından başım dik, yürüdüm gittim.   

 

Kelimelerden bir sen yontuyorum karanfiller ağarken terk edilmiş yaz göğünden

Sessizlik, terk edilmişliğimizin en büyük kanıtı.

Persona, Ingmar Bergman, 1966

 

Gövdenin yarıldığı yerden anlamsız sözcükler sızıyordu. Hiç kimsenin duymadığı, duysa bile anlamadığı. Bir karanfil kanıyordu ince ince teninde.  İntihar gösterini izlemeye gelen şakşakçıların arasında bir tek ben, yarılan gövdenin fay hatlarında çakan şimşeklerin kornealarımı yakan kızıllığını gördüm. Kulaklarımın örsünde ölüm tamtamları çalan seslerini duydum. Bir palyaço hüznüyle izledim seni ve şakşakçılarını. Hukuksal temelden yoksun bir yargılama sonucu idam kararı boynuna asılan bir idam mahkumunun onurlu ve dik duruşuyla varadurdun kapısına ölümün. Lâl oldu dilim, kör oldu gözlerim. Sesin yankılandı duvarlarda. Antika duvar saatinin tik-tak sesleri arasında bulduğu bir boşluktan çıkıp, kulaklarımın örsüne çarptı. İhtiyar bir çınar ağacını devirir gibi devirdin geceyi. Van Gogh’un Kederler İçindeki Yaşlı Adam tablosundaki adam, gelip yerleşti sanki karşımdaki sandalyeye. Yumruk yapıp gözlerine kapattığı ellerinden kelimeler döküldü gözyaşı yerine, sessizce. Öncesiz ve sonrasız bir zamanın uğultusu dolaştı beynimin kıvrımlarında. Sessizliğini, terk edilmişliğin acıtan gerçeği olarak bir tokat gibi çarptın suratıma  Bir sünger gibi emmiş sesini bu duvarlar, bu eşya. Dokundukça seni sunuyorlar bana; getirip masama, getirip soframa, getirip yatağıma bırakıyorlar. Ben de kelimelerinden yonttuğum heykelle söyleşiyorum günler, geceler boyu. Ve her gün, her gece yeni yeni ölüm ritüelleri hazırlıyorum. Senin için…

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir