SESSİZLİK YAZILARI-1: POST MORTEM: SOLGUN BİR KARANFİL İÇİN AĞIT / Recep Nas

POST MORTEM / SOLGUN BİR KARANFİL İÇİN AĞIT – 1

“Her ne yana dönsem, karanlığın duvarlarına çarpıyor bedenim. Buradayım işte ben, artık burada; Bir asude Yokistan’da. Unutmayın, çürümez asla ölüler; çürümezse anılar.” 

 

Her ne yana dönsem
Karanlığın duvarlarına
çarpıyor bedenim
Buradayım işte ben
Artık burada
Bir asude Yokistan’da
Unutmayın…
Çürümez asla ölüler
Çürümezse anılar.

Bir mezar taşı yazısı

 

Her yeri iy’ce ovdum. Kapı tokmağından tutun da girişteki paspasa, ayakkabısını çıkarırken elini yasladığı antre duvarının, insan elinin uzandığı yere ulaşan kısmına kadar olan her yeri. Ellerimi tahriş etmesine aldırış etmeden en kalitelisinden deterjanlar kullandım. Ondan hiçbir iz kalmamalı. Ayak bastığı, oturduğu, sürtündüğü, geçerken bilerek-bilmeyerek elini değdirdiği yerlerde; hatta öylesine otururken dalıp gittiği yerlerde bile bakışlarından bir tek iz kalmamalı. Gecenin bir saati zil zurna sarhoş geldiği günlerde bir koluna girip onu odaya taşırken, diğer kolunun uzantısı olan eliyle tutunduğu kapı pervazlarında, kapı kollarında, etajer üstünde, karyola kenarında, yatak çarşaflarında, ranza merdivenlerinde bıraktığı izlerden kurtulmalıyım. Acılarından, kederlerinden, hüzünlerinden, ince hesaplarından, yaşamda kalma uğruna; dahası varsıl bir yaşam sürmek uğruna giriştiği tuzak kurma çabalarından, aldatma hesaplarından, her doyuma ulaştığında kahrolası yeni bir doyumsuzluğun çanlarını çalan o bastıramadığı açlık duygusundan, açgözlülüğün ruhunda ve bedeninde açtığı yaralardan, şiiri çalınmış kupkuru yaşamının bedenine nakşettiği izlerden, anlatacak öykülerinin kalmamasından, anlattıklarının her daim bir pespayeliğin çukuruna götürmesinden, kurtuluşlarından, kurtulamayışlarından kurtulmalıyım. O da öyle yapmamış mıydı? Ölüme yatarak kurtulmuştu bütün bunlardan. Uzun bir yolculuktan toplayıp biriktirdiklerini ölümün acıları dindiren, kederi bir kefen bezine sarıp bir armağan sunar gibi burnumuza burnumuza uzatan sessiz yatağına sermiş; yanına uzanıvermişti işte. Ölüm sessizliği dedikleri bu muydu? Oysa bunca yılın, bir irin birikmesi şeklinde yumrulaşıp içsel bir gürültüye dönüşmesiydi bu. Ölüme yatmıştı; onca sözü, sözcüğü, acıyı, kederi, hüznü, kahkahayı, mutluluğu, mutsuzluğu gövdesine gömmüş; sessizliğe mahkûm etmişti.  Şimdi bir çam ağacının gölgesinde, yüzü Tanrıya dönük–dinsel ritüel böyle emrediyordu; oysa yaşarken  bir kez olsun Tanrı’yla yüz yüze gelmemişti– acılarından ve kederlerinden ve yaşarken kanıtlayamadığı o  derinlikli, o çıkmaz yollara düşenlere rehber olacağı sanısıyla giderek bir sayıklamaya dönüşen, söylene söylene değer yitimine uğrayan, kendisine yararı olmayan rüzgârıyla kendi denizinde savrulan düşsel gemisine yüklediği kelimelerle koyun koyuna yatıyordu.

 

Sonra gittin …

Sonra öldün, sonra ıslıkladılar seni
gösterişsiz tabutunu yuhaladılar
lahana yaprakları attılar sana
sonradan görme tombul ortayaşlılar
semiz, genç burjuvalar seni
tepeden tırnağa fermuarladı.
akşam gezmesine çıkan emekliler bile
duygusuzca silkeledi üzerlerinden
senin gözyaşlarını

İsmet Özel, Erbain, 40 Yılın Şiirleri
Üç Frenk Havası, 3. Requiem

 

İşte öldün. Gece sabaha evrilmişti. Çok geçmedi, ezan sesleriyle doldu göğün sofrası. Kuşların uyanmasından az sonraydı. Öldün. Sele verdim ömrümü türküsünün ezgileri döküldü kuruyan dudaklarımdan. Yüreğimin kovanındaki acıyı hüzne, hüznü tevekküle dönüştürmenin beyhude çabası. “Allah korktuğundan kurtarsın” yakarılarıyla tütsülediler seni. Soğuk rüzgârlar esti ruhumun derininde. Üşüdüm. Sabahın ilk ışıkları camlardan sağılmaya durduğu sıra çıktım odadan. Seni ölümünle baş başa bıraktım.

İşte öldün. Alıp götürdüler seni. Alıp götürmediler de, kendin yürüdün gittin sanki. Morarmış ayakların üzerinde, sendeleye sendeleye, sağrısına okkalı bir kamçı yemiş yorgun bir doru at gibi. Gül gibi açılmış yaralarınla sıska bacaklarının pergelini geniş geniş açarak. Yürüdün gittin.

Yürüdün gittin. Dur gitme, dedim. Duymadın. Ufukta kaybolan kül rengi bir kuş silueti gibi siliniyordun görüş alanımdan. Koştum, yetiştim ardından. Dizlerinin üstüne düşmüştün. Ölü gözlerinle kanayan dizlerine bakıyordun. Dudaklarından anlamını çözemediğim sözcükler dökülüyordu. Sus, dedim; konuşma. Yaran derine kaçmış, dedim. Pis bir çaput bezini yakıp, kömürümsü külünü yarana bastım. Oynama, dedim; oynarsan yara tazelenir. Kanar, dedim. Ben kanarım, dedim. Çok kanarım, kör olurum, yolumu bulamam, dedim. Dinlemedin beni. Güçlükle kalktın yerinden. Yürümeye koyuldun yine. Ardından bağırdım avaz avaz. Eve dön, eve dön. Duymadın.

Bir gülü koklar gibi kokladın yaralarını. İşte, az ötemdeydin. Gördüm. Annemin acımakla öfkelenmek arasında kolan vuran sesinin tınısı uğulduyordu kulaklarımda. Sen duymadın. Kendi hikâyenin tek kahramanı olarak salt kendinle meşguldün. Romantik hikâyeler  uyduruyordun yine kafanda. Romantik bir cenaze töreni, romantik bir defin işlemi, romantik bir veda. Lacivert takım elbiseni, çelik mavisi gömleğini giymiş; o çok sevdiğin, üzerinde kobalt mavisi puantörler olan lacivert kravatını boynuna geçirmişsin. Göğüs cebine özenle yerleştirdiğin kırmızı bir karanfil kondurmuşsun. Noktasını koyduğun bir ömrün soru işaretlerini, ünlemlerini, paranteze aldığın yan tümceciklerini mırıldanıyordun, sayıklar gibi. Sus, dedim sana, konuşma, kıprama. Yaran derine kaçmış, dedim. Umursamadın beni, duymadın. Eve dön. Eve dön. Akşam oldu. Rüzgârlı Tepe’ye çıktım, oradan göle indim. Sessizliğinin terkisine binip dünyayı terk eden sen’i aradım. Dizlerim parçalandı, ellerim kanadı, gözlerime kan oturdu. Bademciklerim şişti bağırmaktan. Mum gibi sararmıştı ellerin, çiçek bozuğuna dönmüştü tenin. Uzaktan gördüm. Gel dedim, eve dön, dedim. Çalılar yırtar tenini, çakıllar dişler ellerini. Çakalı var, iti var, kopuğu var. Ne işin var sokaklarda, dağ başlarında. Dedim. Sonra sustum.

 

Sustum  sonra …

Bir alacakaranlıkta beni sonsuza dek süreceği korkusuna gark eden bir hüznün ve kesif bir kederin kuyusunda bırakan; yönümü, yordamımı yoğaltan kurtuluşumun -ondan kurtuluşumun- tohumlarını saçıyorum. Bir kurtuluş değil bu. Bir haritanın yırtıldığı yerden kanarken dünya, ellerini kanlı kasap önlüklerine silen riyakarların sofrasından çaldığım ekmeği kuşlara sundum. Şen cıvıltıları arasından seçtiğim kelimeyle mühürledim yüreğimi. Ve sustum. Omertama bir yasa daha ekledim. Sesine, sessizliğine, duvarlara yapışıp kalan göz izlerinin ibrişimine tutundum ve yaşamaya koyuldum.

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir