SON DANS – ÖYKÜ – İlker ÜLGEN

Karımın bronzlaşmış teninde beyaz elbisesi tiril tiril dalgalanıyordu. Güzeller güzeli kadınım öylesine afet ki çevremizde dans edenler her dönüşlerinde bu tarafa bakıyorlardı. Ona sahip olmak mağrurlaştırıyordu beni. Uzanıp toz pembe dudaklarını öptüm, sonra göğüs hizasında duran elini dudağıma getirdim, bir öpücük de ona kondurdum. Sekansı hiç bozmadan onu hızla kendi çevresinde bir tur döndürdüm ve kolumun üzerinden geriye sarkıttım. Karımın tek kolu olmadığı için boş yeninden geriye uzatabileceği bir uzvu yoktu; olsun, bu haliyle bile diğerlerinde olmayan görkemli bir parıltıya sahipti. Üzerimizden eksilmeyen gözlerden bu belli.
Kendime hızla geri çekip sarılınca çevreme bakakaldım şaşkınlıkla. Az ötemizde yanan bir mum uçuyordu. Birkaç çiçek. Hayvan şeklinde katlanmış peçeteler. Üzeri şarap lekeli bir masa örtüsü. Az önce pistte bizimle birlikte dans eden herkes havalanmış, kendi eksenlerinde diklemesine dönüyorlardı. Benim dışımda kimsenin yüzünde bir şaşkınlık ibaresi yok, hatta sımsıkı kavradığım karımın bile. Çok mu içtim acaba? Ya da gündüz aldığım ilaçla alkolü karıştırınca böyle bir yan etkisi oldu. Ama epey zaman geçti alalı. Peki tüm bu abuklamanın açıklaması nedir o zaman? Ayakkabılar uçuşuyordu ortalıkta. Birazı yenmiş biftekler, bir kaşık alınabilmiş çikolatalı sufleler. Bir çelist enstrümanını tepe taklak olmuş bir biçimde çalıyordu. Cılız garsonun teki yaşlı bir çiftin kadehlerine tersten şampanya dolduruyor, içkinin köpüklü damlaları boncuk boncuk havaya süzülüyordu. Hepimizin çevresini pürüzsüz mavi bir yatak örtüsü gibi sarmıştı deniz, bizi tam ortasına almıştı. Çekiç balıkları, leopar fokları, fener balıkları, denizanaları ve nicesi dolanıyordu içinde. Gerilerden ürkütücü bir karartı geliyordu. Belki bir gemi. Hatta tanker. Bütün balıklar hızla kaçışıyorlardı. Bizim de kaçmamız gerekirdi ama benim dışımda kimsenin ruhu duymuyordu ki olup bitenleri. Ötemizdeki genç çift laubali bir biçimde kahkaha atıyor, berilerindekilere sataşıyorlardı. Yaşlı bir çift oldukça zorlanarak yerlerinde sallanıyorlardı. Bir kız çocuğu içinde bulunduğumuz çemberi boylu boyunca katediyor, annesi de peşinden döneniyordu. Masalardan birinin altına saklanmış semiz bir kedi sinsi sinsi etrafı izliyordu. Ama gelen tehlikeyi kimsenin ayrımsadığı yoktu. O dev karanlık büyüdü, büyüdü ve görkemli bir mavi balinaya dönüştü. Kuyruğuyla öyle bir dalga yarattı ki herkes bir anda dört bir yana saçıldı. Yine de ilginçtir, kimse bunu bile ayrımsamadı.
Ne olur ne olmaz, yüzündeki şen gülümseyişiyle gayet mesut duran karıma iyice sarıldım. Havada mide bulandırıcı bir hızda dönüyorduk ama birbirimizden ayrılmıyorduk. Ellerimiz göğüs hizasında kavuşmuştu. Karımın başı yavru bir kuş gibi boynumu yuva yapmıştı. Uçuyorduk son hız. Yakamozlu uzayda yol alıyorduk. Diğer insanlar çoktan kaybolmuştu. Birkaç farfaracı meteoru, kıskanç bir kuyruklu yıldızı, husumetli iki gezegeni es geçip masmavi güneşe vardık. Güneşin yüzeyi ferahlatıcı, yumuşacık. Birbirimize iyice yumulduk, çekirdeğe doğru gömülerek tutkuyla sevişmeye başladık. Bizim tutkumuz arttıkça güneş parçalanıp kar kristallerine dönüşüyordu. Havada uçuşuyor, tıslayarak yıldızlara karışıyordu o taneler. Mest olmuş karımın gözü hiçbirini görmüyordu. Benimle öpüşmeyi abartmış, içime hava üflemeye başlamıştı. Kocaman bir balona dönüştüm sonunda. Gittikçe uzaklaşıyordum ondan. Göğsümün ortasında kor gibi bir yumru, sızladıkça sızlıyordu. Ellerim açık, sesi iletmeyen bir boşlukta feryat figan debeleniyordum. Karım çoktan uykuya dalmıştı, güneşten arta kalan bir parçayı kendisine örtü yapmıştı. Neden duymuyordu beni, neden görmüyordu? Nasıl oluyor da yokluğumu umursamıyordu? Gittikçe ufalıyordu. Minnacık oldu, zerre kadar ve sonunda yok oldu.
Mutlak bir karanlığın içinde boğuluyordum. Karanlığın can acıtabilecek sivrilikte bir nesne, hatta bir canlı olabileceğini şimdi çok iyi duyumsuyordum. Pençeler tenimi dalarken, içimden parçalar kopuyordu. Sanki bir kuyruklu yıldıza dönüşmüştüm ve ilerledikçe eriyor, küçülüyor, tükeniyordum. Sonra birden karanlık titredi. Bunu görmedim, duymadım ama iliklerime kadar hissettim. Bir daha titredi, bu kez daha kuvvetliydi. Titreşimler çatallı bir sese dönüştü, tüm bedenimle algılayabildiğim bir hisse.
Belki sözcükleri yoktu, titreşimleri okunamıyordu; yine de her yanımı kaplamış olan huzursuzluk, mutsuzluk an geçtikçe dağılıyordu. Hızla devinen sarımsı bir ışığa dönüşüyordum. Minik kanatlı, arada parlayıp sönen bir ateş böceği.
Ötemde bazı dev canlılar gördüm. Kıpırdamadan yerde yatan, mor suratlı bir dev. Onun hemen dibinde, gözleri sudan oluşan, tek kollu başka bir dev. Yerde yatan devin göğsüyle ve yüzüyle oynayan ak bir dev daha. Çevrelerini saran çeşitli boylarda ve renklerde bir sürü memnuniyetsiz dev. Korktum onlardan, bir fiskede öldürebilirlerdi beni. Hızla kaçtım oradan.
Davetkâr ışıklarıyla türdeşlerimi bulmam çok zor olmadı. Yabancılamadılar beni, hemen danslarına kattılar. Hatta aralarından biri galiba beni pek beğendi, yamacıma kadar geldi, biraz güdük kalmış bacacığıyla kanadıma değiverdi. Bir ateşböceği için mutluluğun tarifi bu değil de nedir ki?

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir