AUTOSÖYLEŞİ : – ALİ HİKMET EREN KENDİ KENDİNE KONUŞUYOR

deli misin sen? diye soruyorum kendime. emin değilim, yazdıklarıma bakınca öyle gibi görünüyor; ama, öte yandan akıllı adam işi midir yazmak, diye de soruyorum kendime… kendimle konuşup, kendime sorular bulup onlara yanıtlar aramak, bu fikri bulan kadar “benim de en az onun kadar deli olduğumu” göstermez mi?

öyleyse başlayalım, diyorum. tamam, diyor ali de, sorularından korkmuyorum, başlayabiliriz, diyor…

kimsin sen? diye soruyorum. en önemli, en hızlı yanıtlanması gereken soru bu bence. önce tanışmalıyız, tanımalıyız birbirimizi, sonrası gelir… birbirimizi ne kadar iyi anlarsak sorular ve yanıtları da o kadar net olur… haklısın, diyorum kendi kendime, sen de kendini tanıtırsan yanıtlarınla, eş zamanlı; çok daha iyi anlaşabiliriz…

soruların bile önemi kalmaz o zaman, belki yanıtların bile, anlaşırız aramızda… küçük anlaşmamızı imzalarken ilk soru geliyor, sanırım ben soruyorum: “neden yazdın ki?”

bu soruyu senden önce kendime sormadım mı sanıyorsun? sanırım yanıtını hâlâ aradığım bir soru bu. yıllar önce, bu konuda, başka yazarların yazma gerekçelerine sığındığım yanıtlar aradım kendime. her birinin o kadar çok nedeni, bahanesi vardı ki yazmak için, hepsi de tanıdık geldi bana, çok da yazdım, düşündüm bu konuda, başkalarının yazma gerekçeleri hakkında. şimdi ise, tam da kendi yanıtlarımı aradığım bir yerdeyim… yanıt aradığım bir soruyu yanıtlamaya çalışmam sahte bir tavır gibi gelse de bana… o yanıtı önce bulmam gerekecek. sanırım, yazdıkça, aradan “zaman” geçtikçe, bu soru da bir yazarın hayatındaki pek çok başka soru gibi anlamsızlaşmaya başlayacak… yanıtı, varsa eğer, okur verecek zamanla; ben değil.

o hâlde seni biraz daha tanımamız gerekecek. biz’e kendimizden söz eder misin az da olsa, yazmaya nasıl başladık?

bir aynanın karşısında başladım ben yazmaya, 23 yaşındaydım. sanırım sen de yanımdaydın, aynı yaşlardaydık o zaman. elimize kalem kağıt alır, geçerdik aynanın karşısına…

altay öktem’in bir aynayla konuşmaya başlaması ve “yanlış öpüldüğü” bir hayatı aynada sorgulamaya başlaması bizim de yazmaya başladığımız yıllara denk gelir. altay’ın önemli bir yeri vardır o yüzden de yazma serüvenimizde… bazı yazarlar, bazı yazarlara ne çeşit bir etki yaptıklarını bilmez… ben en çok senden etkilendim bu yüzden de!

öğrenciydim yazmaya başlamadan önce, taşralı bir çocuktum; ‘ölü ozanlar derneği’nde.

kendimce, kendime yazdığım “dört yüz adet” şiirim vardı o zamanlar; şimdi o kadar yok! hepsini kucaklayıp, yaktım. ısınmak için değil, şiir olmadıklarını anladığım için, bir kamu klasörünün içine sarı saman sayfalarca biriktirdiğim o şiirlerin hepsini yaktım. şiirin “sayıca çok olmak” olduğunu sanıyordum o zamanlar, şimdiki gençler, başka amcalar gibi… dize’den haberim bile yoktu!

kırık bir uçurtmanın, yaralı da olabilir, yarasını sardığım bir dizeyi bulmuştu o kamu klasörünü odasına kadar taşıdığım bir hocam, onca şiirin arasından dize diye; öyle başladım.

harçlıklarımızı denkleştirip milli kütüphaneye gitmeye başlamıştık ondan sonra, okumak için, hatırla!  orada bir kıza âşık bile olmuştuk… hatırladım, evet!

sanırım o gün başladım şiir yazmaya da. bir teneffüs saatiydi, yine. sonra izlek, promete, dize, düşlem, yeni biçem… her ay… o zamanlar dergiler aylıktı, kendimi birkaç dergide görmek gibi bir hastalığım oluşmuştu benim de; gençlik işte!

yoğun bir yazma sürecim oldu doksanlı yılların sonunda. askerlikte bile, cebimde “defter”le dolaştım, yazdım, yolladım dergilere… çok dayak yedim savaşlarda!

ilk şiirimiz? anımsıyor musun, nerede, ne zaman yayımlanmıştı?

anımsamaz olur muyum, 94 eylül’ü… izlek diye bir derginin içinde bulmuştum kendimi, aranırken. tartışan, arayan, bulan ya da bulduğunu sanan pek çok genç arkadaşımızla edebiyatçılık oynadık orada. kaan ince adına kurulan bir vakıf adına çıkarıyorduk dergiyi. ağırlıkla kaan’ın arkadaşları…

hepimiz yazı kurulundaydık; kaan’ın ajandalara not aldığı şiirlerinden o sayıya hangisini koyacağımıza karar verir, sonra da kendi yazı ya da şiirlerimizi tartışarak, varsa önceden belirlediğimiz başka kuramsal tartışmaları da bitirdikten sonra dağılırdık odadan. asıl muhabbet dışarda olurdu. önce balkan kıraathanesine, kilitlediği hesap için kızdıktan sonra da içmeye giderdik.

ağustos sayısıydı sanırım, kaan’ın ölüm yıldönümü için onun adına çıkan sayıda, sivas katliamı sonrası iki şiir yazmıştım; arka kapakta yayınlandı hem de. behçet aysan ve metin altıok’a kendi şiirleri üzerinden bir gönderme, ağıt, yas’tı bu şiirler. basittiler bence.

kitaplarımda yok o şiirler… arka kapak önemliydi!

derginin eylül sayısının sorumluluğu da bana verilmişti, acemiliğime rağmen. o sayıda, “şiar” adında, o zamanın ters film teknikleri ile, yeni bir fikir olduğunu da düşündüğüm, el yazması bir şiir yayımlamıştım. ilk yazıyı da, biraz “şişirme” de olsa, kotarmıştım, 12 eylül’e ve çocukluğuma bağlayarak.

şiir nedir peki sence, yani beni de dışında tutmadan, yanıtın, yanıtlayabilirsen?

şiir, daha doğrusu, şiirin tanımı konusunda kafam daha yeni netleşmeye başladı aslında. yıllar önce şiiri tanımlamadan, böyle bir tanıma ihtiyaç duymadan yazmışım demek ki. şimdi, en azından kendi şiirimi tanımlama, çözümleme ve anlama şansım var. başka şiirlere de aynı geniş açıyla bakabiliyorum artık. şairlere ön yargılıyım hatta!

ilyas tunç, bir şiirimizi okuduğunda “şiir ironi kaldırmaz sanırdım, yanılmışım!” yorumunu yapmıştı ya, anlaşıldığımızı o zaman anlamıştım işte.

sadece ironi mi, şiiri ironinin kan kardeşi olan zekâ’dan, uzak akrabaları dil’den, anlam ve algı’dan ayrı düşünmedim hiçbir zaman. sonrasında zorunlu bir “şiir tanımı”, “şiirin ne olduğu” sorusu kendi yanıtlarını da yanına alarak doldurdu beynimi, kaçamadım. yazmak bir kurtuluş, en azından, kendi sorularımın yanıtlarını kendime yazarak açıklamak ve itiraf etmek adına bir çözüm oldu sonra da.

yazdım ben de; şiirin tanımını en azından kendime yaparsam, nerede durduğumu ve neden yazdığımı da anlamış olabilirim, dedim.

bir üçgen formülü buldum sonra; ortasında anlamın, üç köşesine de zekâ, dil ve ironinin sonrasız bir döngüyle yerleştiği bir üçgen. tıpkı bir atomun, ahengini hiç bozmayan ve çekirdeğinin etrafında dönenip duran parçacıkları gibi… benim şiir tanımım bu!

bir şiiri, itinayla kurgulanmış bir şiiri parçalayamazsın o yüzden. anlamın etrafında dönenip duran o parçacıkların anlama dokunup kaçmaları, etkileşimde olmaları, bu etkinin anlam özelinde okura yansıması çok fazla çeşitlilik gösterebilir ama o şiiri parçalamak imkansızdır! modern fizikten söz etmiyorum bu arada, şiirden söz ediyorum… anladım… bu arada masaya dökülen saçlarını kül tablasına toplayıp çakmakla yakarken beni de yaktın az önce, farkında mısın?

yakılan her sıkı şiir, şiirin tanımını yeniden yapar!

şiirin pek çok tanımı var bu yüzden de… bana sorarsan, ya da bize; her şairin kendi şiir tanımını yapabilmesi, hatta bunu, geç kalmış bile olsa, yazarken, yazdığı dönemde yapabilmesi çok önemli. bir şairin şiirinin başka şairler, yandaş eleştirmenler tarafından tanımlanması, o “zaman kaybı” ne kötü! kendi şiir tanımını henüz yapmamış bir şair şiir yazmıyor demektir bence!

öyleyse, bir şairin roman veya daha genel olarak anlatı yazmasının gerekçeleri nelerdir? şair algısı ve düşünüm şekliyle kurgusal metinlerin birlikteliği yaratıcı bir olanak mıdır, yoksa iki tür için de bir handikap mıdır bu?

neden olsun ki, ben pek ala da besleyebileceklerini düşünüyorum birbirlerini, tam tersini düşünüyorum bu konuda senin sorunun… şiirin yazınsal sanatların en önemli türü olduğunu kabul edersek -etmeyebilirsin de-, şiirden yola çıkanların başka yazın türlerini de besleyebileceğini öngörüyorum…

“ustasına karşı gelen bir çıraktır şiir”, diye tanımlamıştın bir zamanlar şiiri, usta kim ki?

şiirin deviniminde, işine yeni ustalıklar katamayan, zanaat erbabı ustaları ve onları taklit eden, taklitle var olabileceklerini sanan, biat eden genç şairlere karşı bir tanımdı bu… çok da zaman kaybettik böyle böyle. şiir isyandır, evet ama, şiirin isyanı ona dikte edilen şahıs ya da otoriter zeminleri ne kadar yok sayarsa o kadar gerçektir; altını doldurarak, tanımlayarak. gereğinden fazla kifayetsiz bir isyan, genç şairi, “çıraklarını” bile yok edebilir.

söz gelimi genç kuşak kendini gezi kuşağı sanıyor, pc ve nette geziniyor, gördüğü kadar yazıyor, çok komik değil mi bu?

öncesini bilmeden, kolayına kaçıyorlar işin. gezi’de sadece kendilerinin olduğunu sanıyorlar, sadece ona şahit olmuşlar ve gezi büyük bir “iş” onlar için… sahipleniyorlar da, bu güzel… öte yandan kimi boşlukları kullanarak böyle ve yapay bir kuşak da oluşturmaya çalışıyorlar günümüz şiiri için… şiiri hikâyeden ya da sözcüklerin anlamsız birlikteliğinden kurtaramıyorlar oysa…

son dönemde çok fazla şair-şiir olması ve onların eliyle şiirin toplu halka arzı neyi ifade ediyor o zaman?

yanıt çok basit aslında; şair bolluğu aslında şiirin kıtlığına da bir işaret. çoğalmayı, çok olmayı topluca öğrendik son yıllarda. farklı sözlüklerden kotarılmış sözcüklerin sonradan ve küçük bir çabayla öğrenilebilecek bir teknikle yan yana dizilmesiyle şiiri var etmeyi, orada, rastlantısal ve sözde imgelerle kendimizi var etmeyi öğrendik. şiirin mistik bir yanı var ya, algıya, okuyana dayanan, bu durum suiistimal ediliyor işte.

nasılsa “ben” var artık şiirimizde, yaşama şeklimizde; 2000’lerde böyle bir dil oluştu maalesef, devam da ediyor. kimse kimseyi anlamayınca ve anlamak için de kafa yormayınca her şairin kendine ait bir özgürlük alanı, çevresince de bir kitlesi oluştu. şiir yazıyor olmak da kutsandı öte yandan, aynı duygular o boşluğu da doldurdu; olay budur! oysa şiir öyle birdenbire, yazıldığı gibi okunmaz! okuma alışkanlığı gerektirir. dizeler, sözcükler arasında gezinerek anlamın nasıl çoğaldığını izlemek gerekir.

sonraki aşamada, yıllarda, yazılı şiir, kendine bile yabancı dizeleri yüzünden okurdan bile koptu. birbirinden ve hayattan, anlamdan uzak dizeler zaman kaybına dönüştü okur için, okumak zorlaştı! şiir, hiç de kolay değildir oysa yazılırken, okunurken de kolay tüketilmemelidir bu yüzden. hiçbir sıkı şiirin sesli, insan sesiyle okunacağına inanmıyorum ben. tıpkı bir çevirmen gibi, farklı bir şiir yazıyordur şiiri seslendiren de. buna hakları olduğunu sanmıyorum ama yapılıyor işte. şiir ayakta yazılır, ayakta okunması gerekmez ki, demiştik, anımsa…

hep başladığı yerde kalan ve fakat sayısal çokluğu da keşfetmiş şairler diye sorayım o zaman? sayısal bir çokluğun ya da o çokluğa yaslanan bir şiirin, hele de günümüz sosyal medyasının biat ettiğin kadar biat edildiğin gerçekliğinde, bir önemi var mıdır?

sorunun yanıtını benden çok daha iyi bildiğin halde sanırım beni konuşturmak hoşuna gidiyor. siyaset bedelini ödeyenleri idare eder de, toplumcu gerçekçi, ya da benzeri, pik yapmış gündelik eylemler peşinde koşmak adına şiirden uzayarak şiir yazan taklitçi şairleri uzun süre kimse, hiçbir okur taşıyamaz, affetmez. şiir iki’ye bölünmüştür ne yazık ki bütün zamanlarda, bu okuma alışkanlığı yüzünden, ikimiz gibi… kimse nâzım, ahmed arif, hasan hüseyin ya da gökçe olamaz bu çabayla, onları taklit ederek! kimse de edip, ayhan ece, turgut ya da ilhan olamaz… hatta halim şefik, eloğlu bile olamaz, onları taklit ederek. ne ki, ikilemin ilk bölümünde de, ikinci bölümünde de çok fazla taklitçi şair türemiş, aynı taklit şiirleri yazmaktadırlar. şair sıfatlarının yanında, şiirlerini destekleyecek başka yetenekleri vardır onların; kimi güzel konuşur, politika bilir, kiminin ses tonu bulunamazdır ve bir başka kiminin de koltuğu büyüktür… asıl mesele de koltuktur bence; o koltuklara sığışmak isteyen o kadar çok şair var ki…

başa, üçgene dönelim o zaman; üçgeni oluşturan köşelerden biri eksikse, şiir de eksik midir, bana göre? ve günümüz genç şairleri, bu üçgeni nasıl tanımlıyor?

sen de biliyorsun ki herkesin şiiri üçgen olmak zorunda değil! farklı farklı poetik şekillere anlam yükleyenler, kendi şekillerini oluşturanlar var. şiirin üçgen olması benim tanımım. o da bir şekil! üçgenin bir köşesinin eksik olması düşünülebilir mi? şiir doğrusal bir düzlem olur ki o zaman; suya da sabuna da dokunamaz, eksik bir yol olur.

gençler iki tür boşluğun içindeler bana göre, bunları çok konuştuk seninle. birincisi, şiiri sözcük yumağı sanmaları… kendilerince çözdükleri ya da etraftan gördükleri bir şiir yapısını süsleyerek ve ama anlamı öteleyerek sunuyorlar o yumağı bize… ikincisi ise, egoları… kendi benzerlerini, yaştaşlarını bulup, oradan ve bir eski reddiyeyle çıkıyorlar yola; kendi zamanlarından önceki bir zaman yok onlar için şiirde. biraz da cemaat ilişkisi var tabii.

teknoloji biliyor olmalarını, o teknolojiyi sadece kendilerinin biliyor olmalarını sanmaları, yazdıklarının farklı olduğu gerçekliğine götürüyor onları. bir çeşit kopukluk yaratıyor bu da şiirde; dil oyunları’na, ayraç’lara, slaş’lara, hikâye’ye dönüşüyor yazdıkları şiir de.

niye bize soruyorlar ki o zaman? zamanımızı niye alıyorlar ve eleştirilerimiz ne işe yarıyor?

bu soruyu kendine sorabilir misin peki? yanıtını veremediğin sorular için beni kullanmamanı tercih ederim…

 

not: bu söyleşi aksisanat dergisinde yayınlanmıştır.

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir