Ülkemizde kitap satış oranları aslında oldukça yüksektir. Sanıldığının aksine yüksek bir kitap okuma oranımız vardır. Yazarlar, yayıncılar, kitabevleri de bu sürekli yükselen kıvançlı durumdan gayet memnundur.
İşte böyle buyuruyor bazı okur-yazar-satar kişiler, çeşitli entelektüel ortamlarda. Ama sizi kandırıyorlar dostlarım, kendilerini de aslında.
Haklılar mı acaba, diye doğal olarak işkillenebilir insan. Çünkü ta sokakların ucuna taşan, eskinin tüp gaz kuyruklarını aratmayan imza günü kalabalıkları görebiliyoruz. Kitabevlerinin kapısında sabahlayan, hayran olduğu yazarı görünce üstünü başını yırtıp çığlıklar atarak tam göğüslerinin üzerini imzalatmaya çalışanları neyse ki şimdilik görmüyoruz, ama yakındır. Oysa elleri sakat yazarlara bile öyle büyük talepler var ki, bu inayet sahibi kişiler imzalarını damgayla mühürlemek zorunda kalıyorlar.
Ah, herkes birbirini kandırıyor dostlarım. Havanın bile metalaştırılıp poşet içinde satılabildiği bir dünyada, elbet edebiyat da bundan payını bolca alıyor. O içi boş rakamların, istatistiklerin gerçek yüzüne bakalım o yüzden biz.
Yıllık bilmem kaç milyon kitap satışıyla ve kitap baskı sayılarıyla ülkemizdeki kitap okunma oranı aslında gelişmiş ülkelerden bile… Peh peh pehmiş! Böyle anlatıyordu geçenlerde biri radyoda, kıvançlı bir ses tonuyla. Aldandıkları nokta ne biliyor musunuz? Kitap satış rakamlarına bakmaları bir tek. Başka nasıl ölçebilirler ki diyeceksiniz, birazdan geleceğim oraya. Önce şu çok satanlar konusunu az daha açalım.
O peynir ekmek gibi satılan kitaplar acaba kaç yazara aittir? Yüz binlere, hatta milyonlara varan kitapların yazarları, bir avuç içini geçer mi geçmez mi dersiniz? Dikkat edin lütfen, ey siz dikkati seven okurlar, evlerin çoğunda ufaktan da olsa bir kitaplık, en azından kitapların yan yana istiflendiği bir köşecik var artık. Bir dahaki ahbap ziyaretinizde bakın lütfen, her evde bulunması elzem kitaplar kümesinin o hiç değişmeyen yazarları kimler. Haklı olarak diyeceksiniz ki, belki sen, bu satırların yazarı zevksizsin, anlamıyorsun kaliteliden ve güzelden. Ben de sizlere diyeceğim ki sevdiceklerim, siz de o kitapları açıp bir kurcalayın bakalım. Kaçı okunmuşa benziyor, üzerinde gerçek bir okurun şevkli parmaklarının geçiş izlerini barındırıyor? Çoğu zaman görebileceğiniz nedir biliyor musunuz? Kitabın beşte birlik bölümüne demir atmış ve orada atıl bırakılmış tozlu bir ayraçtır. E nasıl oluyor da yüz binlere, milyonlara varabiliyor bu bir avuç yazar o zaman? Hepinizin de benzerlerine mutlaka denk geldiği iki örnekle anlatmaya çalışayım.
Uzun yıllar önce o dev kitabevlerinden birine girmiştim. İki uçta da kapısı vardı bu yerin. Girdiğim kapıda, pervazdan sarkan süslü bir yazı karşıladı beni önce: “Yakında çıkıyor, haberiniz yok mu yoksa!” Ben tam olarak nereden ne çıkacağını bulmaya çalışırken, kitapçının tavanından, ama istisnasız her yerinden sarkan, irili ufaklı, renk renk, bir sürü uyarıyla karşılaştım. “Bak bir ay kaldı,” diyordu biri. “Ajandana yazdın mı, sakın atlamayasın ha,” diye hatırlatıyordu öteki. “Alacaksın değil mi, lütfen, söz ver bana,” diye tuttururken bir tanesi, “Almazsan ölümü öp, bak, ölümü öp diyorum, başka da bir şey demiyorum,” diyerek işi iyice yılışıklığa vuruyordu bir başkası. Yer yer başıma da çarpan bu karton parçacıklarından en azından zihnimi kurtarabilmek için yere çevirdim bakışlarımı. Ne göreyim dersiniz? Elbet tahmin edebileceğiniz üzere, zemini de kaplamıştı aynı rengârenk laflar. “Al beni, götür beni, yala beni…” Artık ne yazdığını okumayı bıraktığım için sallıyor olabilirim sözleri. Bir an önce çıkmak istiyordum bu zalim yerden, öteki taraftaki kapıya koşturuyordum. Oraya varınca ferah bir nefes almak üzere başımı kaldırdım ve yine ne göreyim dersiniz? Bence bu kez tahmin edemezsiniz. Tam benim boylarımda, bire bir ölçüsünde yani, kalın kartondan, renkli ve parıl parıl bir biçimde, karşımda duruyordu o bir ay sonra çıkacak kitabın yazarı. Elinde özgürlük bildirgesi kıvamında tuttuğu kitabıyla, bir politikacı yapaylığında gülümseyerek gözlerimin ta içine bakıyordu. “Almazsan küserim bak, yemin olsun küserim,” diyordu o iyilik timsali gözleri. Küsersen küs, bana ne, dedim doğal olarak ve almadım tabii ki bir ay sonra o mucizevi kitabı. Ama bir dostumun kitaplığında, daha kapağı bile açılmamış olarak rastlamak için çok beklemem gerekmedi. Künyesini açtım merakla, bakalım, dedim, kaç kişi küstürmemiş acaba bu kalburüstü yazarımızı. Büyük bir mutluluk ve kıvançla gördüm ki, kitap çıkalı bir ay olmasına karşın bu süreçte tam otuz beş baskı yapabilmiş bu görkemli abidemiz. Usulca yerine koydum kitabı, çünkü ellenmeyi, hele hele okunmayı hiç sevmez böyleleri. Her gittiğim evde de o kitabın bir kopyası var mı diye mutlaka baktım. Ne yazık ki haklısınız, neredeyse her kitaplıkta tozlu bir kopyasıyla karşılaştım.
İkinci örneğe ise geçenlerde rastgeldim. Yıllık düzenlenen şu kitap fuarlarının birinde dolaşıyordum. Kitap almak değildi aslında amacım, çünkü bu keşmekeşte kitap keşfetmek ve kitaplarla tanışıp konuşabilmek pek olanaklı değildir. O yüzden satanları ve alanları doğal ortamlarında incelemeye çalışıyordum bir gözlemci olarak. Büyük yayınevlerinin logolarını barındıran torbalarla dolaşıyordu çoğu. Benzer kitaplar vardı ellerinde de genelde. Kalabalık ve kakofoni artınca dayanamadım bu gözlemciliğe, boş boş dolanmaya başladım. Okurların pek lütfetmediği, az bilinen ya da hiç bilinmeyen, turp gibi sağlam elleri imzaya hazır ve nazır, o yalnız yazarların kederli gözleriyle karşılaşmaya başlayınca hızımı artırıp çevreyi arşınladım. Bir an önce dışarı çıkmaktı niyetim. Ama hangi kitapseverin eli boş durabilmiş ki? Farkında olmadan birkaç torbayı dolduruvermiştim sahaflar bölümünden geçerken, kıyıda köşede keşfettiğim gizlerle. Sonra yoruldum, su içmek için dev bir yayınevinin önünde durdum. Bilirsiniz, su içerken insanın başı doğal olarak aşağıdan yukarıya doğru bir yol izler. İşte bu sırada bakışlarım, pet şişenin hemen ardında beliren devasa ellerle karşılaştı. Yüz yılın son harikası bir kitabı sarmalar gibi sımsıkı tutan o kıllı eller, ekoseli dev kollara, o upuzun kollar da tıknaz bir boyuna ulaştı. Neredeyse çatıyı kaplayan sakallı, sırıtan, gözlüklü bir yüz karşıladı beni en tepede. Ufaldım, bu neredeyse tanrısallaşmış yazarın önünde minicikleştim. Neyse ki boyun fıtığım var, bu bakışmayı daha fazla sürdürmedim, o kocaman ağız beni yiyip yutamadan, kitabını çaktırmadan poşetime sokamadan hemen kaçtım oradan.
İşte böyle nice örneğin, görmek isteyen gözlere açıkça gösterdiği biçimde, kitap satış oranlarıyla insanların kitap okuma oranları farklı konulardır. Bir ülkede kitap okunmadığının en iyi göstergelerinden biri, adları aynı bir avuç yazarın kitapları sayısız baskı yaparken, diğer yazarların kitaplarının ikinci baskıyı bile görememeleridir. Çoğunluğu oluşturan o bahtsız yazarların okurlarını ve genç yazarların düşlerini çalan yavuz hırsız konuma düşer o bir avuç seçkin yazar da. Belki farkında değillerdir bu durumun, gözleri ün ve parayla boyanmıştır sonuçta. Ama bellidir ki, umurlarında da değildir. Her köşesi gün geçtikçe metalaştırılan şu kırılgan dünyaya bir tekme de onlar atar böylece. Neyse, bizim asıl derdimiz bu yazarlarla ve yayıncılarla değildir, çünkü onlar ulaşılamaz doruklarda konaklamaktadır. Bizim gerçek derdimiz okurlarladır.
Yalnız önce şunu net bir biçimde ortaya koyalım artık, gerçekte okuma oranı nasıl ölçülür. Bunun için muhasebe defterlerine ve istatistiklere gerek yoktur. İki göz, iki ayak ve iyi-kötü çalışan bir zihin kafidir. Şöyle güzelce, yağışsız bir havada koyulursunuz yollara. Toplu taşıma araçlarına binersiniz önce. Otobüslerde, dolmuşlarda, metrolarda kaç kişi kitap okuyor, kaç kişi devinen manzaraya, berisindeki koltuk başına, yanındakinin bacağına ve tabii ki telefonundaki oyuna bakıyor. Çıkan sayıları not alırsınız. Hadi yürürken kitap okunmasın, tehlikeli, ama pek çok mekânı da görebilen bir kafeye oturup sıcak bir kahve söyleyebilirsiniz. Bakın bakalım diğer kafelerde oturan insanlar neler neler yapıyorlar. Kaçı kahvesinden keyifli yudumlar alırken tek eliyle okuduğu kitabın sayfasını çevirmeye çalışıyor, kaçı laklakta, tıkınmakta, gelip geçene büyük bir ilgiyle dik dik bakmakta. Bu sayıları da not aldıktan sonra araştırmanız devam etsin. Dolaşın çevreyi, parklara, çimlere, banklara bakın. Kaç kişi bir yandan tatlı tatlı güneş alırken, diğer yandan şevkli şevkli sayfalarını çeviriyor elindeki kitabın, kaç kişi çekirdek çitleyip kabuklarını çevreye püskürtüyor zevkle ya da gıybetten gıybete geçiyor bir nefeste. Okulları, üniversiteleri gezin bir de, az önceki sayıları not aldıktan sonra. Çocuklarda ve gençlerde elbet umut vardır, yer yer yüzünüzü güldürürler, ama bakın bakalım, onları eğiten öğretmenlerin kaçı çetelenize girebilecek ellerindeki eskimiş kitaplarla. Yetinmeyin bunlarla, tanıdıklarınızı da yoklayın. Telefonla aradığınızda kaç kişi o sıra kitap okumakta olduğunu belirtiyor ya da herhangi bir ziyarette hangi tanıdığınız kapıyı elinde bir kitapla açıyor? İşte bir ülkenin kitap okuma oranları bunlar gibi kıstaslarla ölçülür, kof sayıların aldatıcılığıyla değil.
Ve siz sevgili, iyi okur dostlarım. Biliyorum ki pek çoğunuz bu anlatılanların farkında zaten. Ama söz size değil, bu gerçeklerin, yönlendirildiklerinin, kandırıldıklarının ayrımında olmayanlara.
Dergilerin, televizyonun, sosyal medyanın, köşe yazarlarının sözlerine, yılın, yüz yılın en iyisi ilan edilenlere, çok satanlar raflarına, ödüllere doymayanlara, hele hele ölmeden önce kesin okunması gereken kitaplar listelerine sakın itibar etmeyiniz, bu sahte buyrukları dinlemeyiniz. Her biriniz kendi zevkinize göre en yetkin araştırmayı yapabilecek kapasitedesiniz. Sorgulayarak, ince eleyip sık dokuyarak ne cevherler bulabilirsiniz şu edebiyat evreninde. Ne çok gerçek yazarı, aydını vardır bu ülkenin ve dünyanın, keşke milyonlar okusa denilen. Adını herkesin ezbere bildiği köklü yazarların doğru düzgün satmamış, unutulmuş kitaplarından, tek bir okuru bile büyük bir hevesle ve coşkuyla, yana yana bekleyen toy yazarlara, ne renkler vardır o kitaplar arasında. Üşenmeyin, çabalayın, araştırın ve bulun, salt size ait olacak o biricik yazarlarınızı keşfedin.
Unutmayın, kitaplığınızdaki özgün, nadir bulunan kitapların sayısı, sizin bilinçli okurluğunuzun aynasıdır. Yazarlardan beklenen biçimde, okurun da harcaması gereken bir emek mutlaka olmalıdır. Ve sadece okuma esnasındaki yetmez, öncesinde de harcanmalıdır bu emek. Çünkü edebiyatı metalaşmaktan yazarlar değil, okurlar kurtaracaktır.