ÖYKÜDE ATMOSFER – Murat DARILMAZ

Böyle beklemiyordum. Öykü üzerine yazınca okur-yazar edebiyatseverlerden olumlu mesajlar, e-postalar aldım. Aslında bunları hep beraber düşünelim kafa yoralım diye yazmıştım. Zihin açmak için kurulan cümlelerden başka bir şey değildi yazdıklarım. Sadece kendi öykülerimizin okunup, beğenilmesinin istendiği bir ortamdan çıkarak gözümüzü kulağımızı çevremize doğru açmanın doğru olacağını düşündüğüm içindi.

Niteliği; sadece öyküler yazarak değil, farklı öyküler okuyarak, öykü üzerine biraz da kafa yorarak oluşturacağımızı düşünenlerdenim. Sistemli ve sürekli olmasa da zaman zaman öyküyü öykü yapan öğelerden bahsetmek istiyorum. Bunlardan birisi; atmosfer.

Öyküde karakterlerin ruhsal ve düşünsel yapısını ortaya koymak, anlamı desteklemek, kurguya yardımcı olmak, zaman ve mekânın özelliklerini vermek için atmosfer yaratmaya ihtiyaç duyarız. O, öykünün belki de en önemli öğesidir. Atmosferi yaratılmış öykülerin içerisine okurun girebilmesi ve o atmosferin içerisinde dolaşabilmesi, öykü bittikten sonra hâlâ o atmosferde kalıyor olabilmesi, sağlam kurulmuş öykünün temel işaretlerindendir.

Atmosfer, betimlemenin bir parçası değildir. Karakterlerin içsel konuşmaları veya diyalogları da değildir. Bunların bazılarını veya bütününü kapsayan, öykünün diğer öğeleriyle birlikte (ses, suskunluk, boşluk, ritim vs.) içinde eritilen geniş bir potadır.

Yaratmaya çalışılan atmosferle birlikte öykü eşiğinden içeri gireriz. Bunu daha baştan yaratamamışsak, okuru atmosferin dışında bırakmışsak, okuyanın o öyküyü alımlaması mümkün değildir. Erdal Öz, Çehov için cümleler kurarken bize atmosferin ne olduğu ile ilgili şeyler de söyler; “O çok alçakgönüllü bir anlatımla geliştirir öyküsünü, öyle bir atmosfer yaratır ki, okuruna anlatmak istediğini, bütün boyutlarıyla ona hissettirir. Çehov kuru bir anlatıcı değil, bir hissettirici öykücüdür. Bir atmosfer öykücüsüdür.”

Kurulan atmosferde öykünün film sahnesi içerisinde gibi dolaştırmak öykünün sinemayla buluştuğu kavşaktır bir bakıma. Öykü sinema ilişkisi üzerine de gelecek hafta/haftalarda bir yazı yazmayı düşünüyorum. Öyküde atmosferini kimi zaman Adnan Özyalçıner, Henrich Böll gibi betimlemeler yoluyla, kimi zaman Hemingway gibi diyalog yoluyla, kimi zaman Çehov gibi boşluklarla yaratabilirsiniz.

Bu konuda verilmesi gereken örnekleri düşündüğümde aklıma ilk Adnan Özyalçıner geldi. Ondan ve onun bir öyküsünden bahsetmek anlattıklarımı biraz olsun destekler. Adnan Özyalçıner öykücülüğünde kent, kentin içinde yaşayan insanlar, gecekondular, otobüsler, yollar, at arabaları, surlar yer alır; bunları öykü atmosferine almaktan kaçınmaz. Öykü girişlerini betimlemelere ayırır, diyalogların aralarında betimleme yapmaya devam eder. Ayrıntı doruğa ulaşır onun öykülerinde. Sivas kıyımında katledilen eleştirmenimiz Asım Bezirci onu şöyle tanımlar; “…buna karşılık tasvir edilen varlıklar, canlı, somut, alımlı bir nitelik kazanıyorlar. Titiz bir fotoğrafçının renkli filmlerini andırıyorlar. Bu bakımdan Özyalçıner izlenimci (impressioniste) değil, dışavurumcu (expresioniste) bir ressama benziyor.”

ozyalciner

Onun Panayır kitabındaki  “Alt Ucu” öyküsü, atmosfer konusunda örnek niteliğindedir. Öykü şöyle başlıyor: “Çukurda fabrikalar, yokuşta başıboş köpeklerle kırpık sesli horozlar, bir de tahtaları her gün biraz daha kararıp incecik çatırtılarla gitgide çukura doğru yatan evler, uyandıklarında tıpkı eskimiş ve üstlerine sarkan o hep bir örnek gökle karşılaşıverirler.” Öykü böyle bir betimlemeyle başlar ve iki kitap sayfası devam eder. Bir kentin (İstanbul) surlar çevresindeki bölgesidir anlatılan, zaman da 1950’li yıllardır.

Sonra birden “Atının karnını dürtükledi.” diye olaya girer. Bu cümleye kadar hangi olayı anlatacağını, hangi karakteri işleyeceğini bilemeyiz. Bir arabacının atını satmak için pazara getirmesidir, öykünün görünen veya görünür gibi olan konusu. Arabacının (karakterin) ruhsal çözümlemelerini dokumacı (tip) ile diyaloglarında verir:

“-Hiç değişmeyecek bu be! Hiç değişmeyecek işte!

 -Yahu zoruna ne senin, değişsin değişmesin.

– Satamadık şunu be! Satamadık işte. Araba değil ki işte at işte. Kara kuru bir atçık! Boyayamazsın ki (çünkü arabalar atlardan daha çabuk ve değerli satılır.-md-). Gök de öyle işte. Değiştiremezsin ki.”

Üstadımız Özyalçıner  biliyor ki sadece betimleme öyküyü yorar, sadece diyalog da öykünün atmosferini yaratmaya yetmeyebilir. Bu nedenle ikisini bir arada kullanıyor.

Yavaş yavaş olayı anlatmaya devam ederken eski duvarın gök gürlemeleri, fırtına sonucunda atın ve atı oradan uzaklaştırmaya gelen arabacının üzerine yıkılmasıyla öykü sona doğru hazırlığını yapmaktadır. İlk cümledeki girişe geri döner sanki. “Yel işini bitirdikten sonra, geldiği gibi sinsice gitti. Gök eski yerinde, tıpkı eskiliği, tıpkı partallığı ile kaldı.” Finalde bireysel varoluş sorununa ve bireyin toplum içindeki yalnızlaşmasına yönelik vurgulu cümlelerle öyküyü bitirir Özyalçıner.

Öykünün atmosferinden, derinlikli yapısının, öykünün dokusunun nasıl sağlam kurulduğunu öyküyü bilenler çok iyi hatırlayacaklardır. Film kareleri gibi işlenir öykü. Elbette öykü film değildir, tek başına görsellik de öykü demek değildir. Bütün öykülerin böyle yazılması gerektiği kanaatinde de değilim. Öyküleri neden yazıyoruz/neden okuyoruz sorusuna yanıtlar verecek olursak yanıtlarımızdan biri kesinlikle şu olduğu içindir; bir hissi karşıya/okura geçirebilmek için. Bu açıdan bakıldığında öykü-görsellik ilişkisini önemsiyorum. Öyküdeki atmosferi, görselliğe verdiği destek için önemli buluyorum. Hemingway’in ‘Yazmak Üzerine’ kitabında söyledikleriyle kapatalım; “Görüyorsun, tüm öykülerimde karşı tarafa gerçek hayat hissini vermeye çalışıyorum. Bunu hayatı yalnızca betimlemek veya eleştirmek için değil gerçekten yaşatmak için yapıyorum. Yani benim bir yapıtımı okurken onu yaşarsın. Bunu da kitabına güzel olan kadar kötüyü ve çirkini koymadan yapamazsın. Çünkü her şeyin güzel olması inandırıcı olmaz. Hayat böyle değil. İstediğim şekilde yazmanın tek yolu her iki tarafı, üç hatta dört boyutu göstermek.”

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir