Jules Verne’le ortak bir yönünüz var. Aynı ortak yön Shakespeare’le Frank Herbert arasında, sizinle benim, atalarımızla torunlarımız arasında da var. Bu ortak yön aslında insan olmanın temel koşularından biri: hayal kurmak. Hepimiz, tüm insanlar yeryüzünde var olduğu yüz binlerce yıldır hayal kuruyor. Geleceğini, erişmek istediği tutkularını, sevdikleriyle paylaşmak istediklerini ve daha birçok şeyi hayallerine koyuyor. Bir edebiyatçının yaptığıysa fazladan bu hayalleri kağıda aktarmak ve okurlara sunmak. Günümüzde bu hayalleri gerçeğe taşıyan yazınsal türse bilimkurgu.
Bilimkurgu’nun tanımı çok basit: bilimsel öğeler yardımıyla kurgulanmış görsel ya da yazınsal yapıt. İki farklı, kısacık ama içine evreni alan sözcükler bunlar bilim ve kurgu. İkisi de insanı geleceğe taşıyan yolun anahtarı gibi. Kurgu bizim düşlerimizi geleceğe taşırken bilim de düşlerimizi gerçekleştirmemize olanak sağlıyor. Böylece bilim geleceğimizi düş kuran aklımızın yardımıyla inşa ediyor. Bilimkurgunun en heyecan verici yanı da bu, bilim ve bilimkurgu birlikteliği düşlerimizi bir bir gerçekleştiriyor. Bunda bilimin hızla ilerlemesinin katkısı büyük elbette. Endüstri devrimiyle başlayan buluşlar çağı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, teknolojiyi evlere taşımaya başlamıştı. Savaş sırasında kullanılmak üzere geliştirilen teknoloji artık gündelik yaşamda sıradan insanın hizmetindeydi. Bu, insanların yaşamını bir daha geri dönüşü olmayacak bir biçimde etkileyip değiştirmek demekti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, önce transistörler ardından bilgisayarlar dünyamızda bir devrim yarattı. Öyle ki bu devrim belki de avcı-toplayıcı toplumdan toprağa bağlı tarım toplumuna geçilmesini sağlayan devrime benzeyen oldukça köklü bir devrim. Bugün bir bilgisayarla saniyelerde yapılan İşler bundan 50-60 yıl önce yapılsaydı haftalar sürebiliyordu. Bilgisayarlar bugün kredi kayıtlarımızı, okul ve ordu kayıtlarımızı, vergilerimizi kontrol ediyor. Bilgisayarların bugün bizim için yaptıklarına bakarak gelecekte neler yapabileceklerini tahmin etmek çok güç değil. Belki de tam tersi, bilgisayarlan gelecekte yapacağı işlerin ne olduğunu tahmin etmek bile bizim hayal gücümüzün çok ötesinde olabilir.
Günümüzde ülkemizdeki insanların yaşamak için gerekli olduğunu düşündüğü şeyler geçmiştekinden çok farklı. Oysa geçmişte bunlar yüzyıllar boyunca neredeyse hiç değişmeden kalmıştı. 20. yüzyıl insanların yaşama alışkanlıklarını devrimsel bir biçimde değiştirdi; bir buluşlar çağı oldu. Sıradan bir Türk ailesinin evinde bugün televizyon ve buzdolabı vazgeçilmezdir artık. Çamaşır ya da bulaşık makinesi evlere kolaylıkta girebilir. 1980’li yıllara kadar hat yokluğu yüzünden evlerde birer telefon sahibi olmak için aylarca hatta yıllarca beklenirdi. Bugünse elinin altında cep telefonu olmayan yok gibi. Teknolojinin yaşamımızı nasıl belirlediğinin, yönünü değiştirdiğinin bir örneği bu. Çağımızın gerek cep telefonu gerekse internet aracılığıyla kolayca iletişim sağlanabilen bir çağ olması bilimkurgu yazarlarının gelecek düşüncelerini bu yönde çalıştırabilir. Sözgelimi gelin birlikte biz bir kurgu yapalım: Diyelim ki iletişim çağı hızla ilerlemeye devam etsin ve cep telefonları daha da küçülsün. Bunun sonucunda ortaya nasıl bir toplum çıkabilir? Vücudumuzun bir yerine iliştirilen mikroçipler yardımıyla internet gibi büyük bir veri ağına bağlanmış dev bir organizma gelecekte bizi bekliyor olabilir mi? Asimov’un vakıf serisinde karşımıza çıkan “Gaia” ya da Uzay Yolu serilerinde görülen “Borg” gibi toplumların başlangıç noktası da belki küresel anlamda bir iletişim sağlayabilen cihazlardı kimbilir…
Bilimkurgu yazınını ve günümüzdeki bilimsel gelişmeleri karşılaştırdığımızda, kurgunun gerçekten beklediği gelişmelerin hemen hepsinin neredeyse yavaş yavaş gerçekleştiğini görüyoruz. Yaşadığımız çağda sahip olduğumuz bilgi ve teknoloji geçmiş çağların çok ötesinde. Öyle ki, bundan birkaç yüzyıl önce yaşayan insanların düşlerini bile kuramayacağı gelişmeler, bizim gündelik hayatta kullandığımız sıradan şeyler oldu. Hatta öyle ki artık bilim sık sık kurgunun önüne geçiyor, insanın düşünü bile kuramadığı şeyleri gerçek olarak sunuyor bizlere.
Bu, aynı zamanda, sahip olduğumuz teknoloji ve bilim bugün ne kadar hızlı bir tempoyla gelişiyor olursa olsun, aslında hâlâ çok yeni olduğunun bir göstergesi. Gelişmeyi sürdürüyoruz. Bununla birlikte sorulması gereken soru bu gelişmenin ne kadar süreceği. Ne kadarlık bir gelişme insan için yeterli? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz çok öznel olabilir. Dedelerimiz için yeterli olan teknoloji bizim için yetersiz görülebilir bugün. Bu da insan aklının ve düş gücünün sonsuzluğunu bir kez daha göstermiyor mu bize?
Çağın Yeni Ruhu
Sosyolojide “çağın ruhu” denilen bir terim var. Buna göre her dönemde hakim olan belli anlayışlar insanlığın yaşamına yön verir. 20. yüzyılda çağın ruhuna ağır sanayi hakimken, 21. yüzyılı yaşadığımız günümüzde iletişim teknolojileri çağımıza damgasını vuruyor. Kablolar yavaş yavaş kaybolmaya başlarken, iletişim gittikçe daha da kolaylaşıyor. Çok değil günümüzden 15-20 yıl geriye gittiğimizde cep telefonları bu kadar yaygın değildi. İnternet 20 yıl önce gençlik yıllarını yaşıyordu. Oysa bugün bu gelişmeler günlük yaşamın sıradan sayılan etkinlikleri arasında yerlerini aldılar bile. Günümüz insanı teknolojinin getirdiği yeniliklere eninde sonunda yakalanıyor. Teknolojinin gelişmeye başladığı ilk zamanlardan beri hedeflenen en önemli şey insanın yaşamını kolaylaştırmasıydı. Daha konforlu daha rahat bir yaşam sürmemize yardım edecekti teknoloji. Bu anlamda atalarımıza göre çok daha rahat ve kolay bir yaşam sürdürdüğümüz yadsınamaz. Öte yandan teknolojinin yaşam biçimimizi belirlemesi sona ermiş de değil. Her yeni buluşla birlikte bizim alışkanlıklarımızda da değişiklikler oluyor. Teknolojinin yaşamımızı etkilemesi ve değiştirmesi toplumbilimsel anlamda oldukça ilgi çekici, ancak burada üzerinde durulması gereken çok daha ilgi çekici bir şey daha var: Artık yeni teknolojilere çok daha kolay uyum sağlıyoruz. Bunun en çarpıcı yanı, bilimkurgu düşlerinin eskisi kadar etkileyici olmaması. Bir zamanlar yeni bir fikir çok daha büyük hayretler uyandırırdı. Oysa günümüzde toplumun itici gücü haline gelen bir şeye dönüştü. Bilimkurgu yazınının da itici gücü bu. Bir yapıtın gelecekte geçmesi, uzayda yolculuklar yapılması artık bilimkurgu olarak tanımlanması için yeterli olmuyor. Willis McNelly, bir bilimkurgu öyküsünün ya da romanının asıl kahramanının bir kişi değil de bir fikir olduğunu söylüyordu. Gerçekten de iyi bir yapıt ortaya koymak için yeni, alışılmışın dışında bir fikre gereksinim var. Bilim, düşleri birer birer gerçeğe dönüştürürken yeni fikirler üretmezseniz ister bilimkurgu yazarı olun ister herhangi biri, çağın gerisinde kalıyorsunuz. Oysa biz yazarlar kalıcı olmak, gelecek nesillere ulaşmak için yazıyoruz. Bir parmağımızı gökyüzüne kaldırıp “umutla yıldızlara” diye yol göstermek için varız.