ŞİİRİN KA(A)N’I YA DA SONRAYA ‘MEKTUP…’ – Serdar AYDIN

Yarım kalmış acılar denizi pencereme konardı geceyle,

savrulurdum. Gözyaşı kokusuyla dolu bir kuğu, zamanın

sonuna kalkan, sürgünümdü; göz mavisi duman,

 

Boz bulanık bir gündü. Yağmur zaman zaman yağıyor, rüzgarın uğultusu hiç dinmiyordu. O gün, Şair Kaan İnce’nin anısına bir toplantı düzenleneceğini biliyordum. Yanımdaki Mahzun arkadaşımla toplantının yapılacağı salona ulaşmıştık. İçerisi kısmen doluydu. Benim gibi Kaan’ı şiirlerinden bilen konuklar, sanırım çoğunluktaydı. Toplantıyı düzenleyenler, sonradan öğreneceğim üzere, Kaan’ın arkadaşlarıydı. Konuşmalar yapıldı. Bir şairin, intihar eden bir şairin ardından birçok söz söylendi… Bozkırın kasveti daha da artmış, yağmurun çiselemesi ve rüzgarın uğultusu birbirine karışmıştı.

 

                        sessizliğim. Aktım ölü denizkızıyla  gökkuşağı saklı

                               mektubun içine, pulumuz rüzgar oldu, postacımız güvercin.

 

O toplantıda ilk kez gördüğüm Kaan’ın arkadaşlarından kimilerinin hayatıma ekleneceğini ve kadim dostlarıma dönüşeceğini, elbet ki bilemezdim. Ancak hayat bu eklemlenmeyi zaman içerisinde gerçekleştirdi. Tanışmanın ardından, yine kasvetli ve yağmurlu bir akşamüzeri ilk toplantıya katıldım. Küçücük bir han odasının içerisinde Nizam Hocayla, Bahar’la, Ülkü’yle, Gökhan’la, Ali Burak’la, Ercüment’le ve İzlek Dergisinin çekirdeğini oluşturan ilk kadroyla tanıştım. Acemi bir tanışmaydı. Ercüment Özdemir, Kaan’ın mahalleden arkadaşıydı. Nizamettin Uğur, ki sonrasında biz hep Nizam Hoca dedik kendisine, Kaan’ın ilk şiirlerini okuyan ve onu şiir denemeleri yapması, yeni şiirler yazması için yönlendiren dershane öğretmeniydi. Kızılay’ın ortasındaki o han odasında bir araya gelen bu insanların hepsi, ortak bir düşü gerçekleştiriyorlardı. Bu düş, Kaan’ın da isteği olan bir dergi, edebiyat dergisiydi. İzlek konmuştu derginin adı ve ilk sayıları yayımlanmıştı. Balkan Kıraathanesinde başlayan ve Kaan’ın da katıldığı ilk buluşmalarla filizlenen dergi düşüncesi, O’nun gidişinden sonra kurulan Kaan İnce Vakfı ile hayata geçirilmişti. Ben, ikinci sayısından sonra dahil olmuş ve son sayısına değin de içinde bulunmuştum o kolektif oluşumun. Ve başlamıştı hüzzam bir ezgi, serhanende hayatın bizatihi kendisi olsa da sazendeler bozkırın çocuklarıydı…

 

                        Civa gibi eridik kabımızda. Kırmızıya gittik.Hemen

                               yokladım yüzümü yağmurun yuva yaptığı ellerimle. İyice

                               şaşırmıştı alıcısı vapur ıslığımızın. Saplandı gözlerimin ışığı

                               yeni güne.

 

Bir aurası vardı İzlek’in. İlk toplantıya katıldığınız andan itibaren, farkında olarak ya da olmayarak etkisine girdiğiniz, kapsayıcı, aidiyet oluşturan bir yaşam alanıydı İzlek. Dışarıdaki hayatın savurduğu ben’ler, tutunamadıkları gerçeklikleri ve özledikleri düşleriyle birbirlerini buluyordu o küçük han odasında. Şiirin, öykünün, son kertede söz’ün bir araya getirdiği insanların acemi ve fakat usta bir üretimiydi İzlek Dergisi. Kaan ise dünyada olmayan varlığıyla her an kendisini duyumsatıyordu. O aura’nın en önemli öğelerinden birisi, hiç şüphesiz  Kaan’ın “varlığı”ydı. Ajandalara yazdığı ve arkasında bıraktığı şiirler, derginin her sayısında yayımlanıyordu. İzlek Dergisi, her sayıda sayı sorumlusunun değiştiği, ürün tartışmalarının hiç eksilmediği ve daha birçok özelliğiyle dinamik bir üretim alanı olarak nitelendirilebilirdi. Ve en önemlisi de o han odasına gelen herkesle birlikte yaratılan ortak bir emeğin sonucuydu dergi. Atomize yalnızlıkların yaşandığı zamanlarda böylesi kolektif bir emeğin örgütlenebilmesi ve realize edilmesi çok önemliydi.  Tabi ki emeği çok daha fazla olan ve anılması gereken adlar vardı. Bunların başında Nizam Hoca geliyordu. Deneyimi ve samimiyetiyle, söze ve dile olan tutkusuyla birçok şeyi öğrendiğimiz, bir şeyler üretmeyi isteyenleri her zaman yüreklendiren Nizam Hoca… Şiirin dışındaki ilk metnimi Nizam Hocanın desteğiyle oluşturmuş ve dergi için “Şiir ve İmge” soruşturması yakaan2pmıştım. Nizam Hocanın bütünleştiren tavırlarına rağmen kimi ukalalıklar, dil yüceltisi takıntıları ve bunlardan kaynaklı ufak tefek kırgınlıklar da eksik olmuyordu dergide. Anmadan geçemeyeceğim bir kırgınlığı da ben yaşamıştım: O yıllarda mimarlık öğrencisi olan ve  hayatıma plastik sanatların eklenmesini sağlayarak, ufkumu genişleten kadim dostum Bahar Aslan, Modigliani üzerine yazdığım plastik sanatlara ilişkin metnimi, metnin ilk tümcesindeki farklı bir dil kullanımı nedeniyle masaya “fırlatmış” ve “okumam” demişti. Tamamen bir araç olan dil’in böylesine yüceltilmesini o an algılayamamış ve kırgınlığımı içime gömmüştüm. Ama bu olay, Kafkasyalı savaşkan ruhumla yeni metinler yazma irademi daha da güçlendirmemi sağlamış ve metin, kavram, düşünce üretme isteğimin nüvelerinden birisi oluvermişti. Bahar, bu tavrıyla, yazma konusunda herkesten çok motive etmişti beni. Kendine güveni olan ve kırgınlıklarını üretime dönüştürenlerin dışında, kimi dil yüceltilerinin İzlek’le yeni tanışan  insanları üzdüğünü ve belki de uzaklaştırdığını da söylemek lazım. Ayrıca belirtmeliyim ki; İzlek’te ortaya konan yaşantı ve üretim coşkusu dergide bulunanlara, her zaman büyük katkılar sağlıyordu.

 

                        Artık yataksız bir liman yüreğim, soğuk ve loş. Kırık

                               düşlerim. Serçelerde gözlerimin buğusu. Buruk içim.

 

Dergi toplantılarına yeni ürünlerle katılmamak, sanki ayıp bir şeydi. Her hafta, bazen hafta da birkaç kere ürün tartışmaları olurdu. Kıran kırana geçen tartışmalar sonrasında herkes görüşünü belirtir, değerlendirmesini yapar ve sonraki sayıda yer alacak ürünler belirlenirdi. Ayrıca yoğun bir şekilde tematik ve bilgilendirici toplantılarda yapılıyordu. Kimi kavramlar, akımlar vs. üzerine hazırlanan arkadaşların gerçekleştirdiği sunumlar öğretici, geliştirici çalışmalardı. Bir dönem Hüseyin Cöntürk’ün de katıldığı bu toplantılar çok verimli geçiyordu. Ayrıca ortak üretimler de gerçekleştiriliyordu. Sözgelimi Gökhan Tok’la Dead Can Dance dinlerken, müziğin ritmine uyarak yazdığımız “ölüler dans edebilir” adlı metin, İzlek odasında  doğaçlama olarak yaratılmıştı. Ve her toplantının sonu, büyük olasılıkla, bir meyhanede muhabbetle bitiyordu. Benim en sevdiğim kısım, belki de bu sonlardı. Çünkü herkes gençti. Kimsenin kolesterol, lipit, karaciğer enzimleri, tütünün öldürücülüğü vs. konusunda bilgisi yoktu ve üstelik bilgilenmek isteyen de yoktu. Tek sıkıntı nereye gitsek sorusuna verilecek yanıttaydı. Çünkü özellikle benim kimi meyhanelerdeki ufak tefek marazalarım gidilecek yerleri sınırlıyordu. Ama her defasında bir çözüm bulunuyordu. Çoğu işsiz, öğrenci vs. olan insanların nasıl olup da böylesi bir meyhane kültürünü geliştirdikleri, sanırım ülke ekonomisinin o günlerdeki iyi haliyle açıklanabilir  ancak. Şimdilerde içinde bulunduğumuz ekonomik girdap birçok şeyi engellemekte. Ayrıca biraz yaşlandık da. Artık kolesterol seviyemizi, karaciğer enzimlerimizi önemsemek zorundayız veya buna zorlanıyoruz sevdiklerimizce. Yani, eski günlerin tadı artık kalmamıştı…

 

                        Çekildi yaşanan hıçkırıklarla, yaşanmayan düş kırıntılarımızla

                               boğulduğumuz odaya. Düştü saat duvardan, telefon diye

                               çevirdim yelkovanı: İmdat. Akrep soktu kendini.Çan

                               sesleri, ezan sesleri, mart sesi, çatılarda kaldı gecenin gizi.

 

Hayatın içerisinde hüznün ve acının hiç eksik olmadığını, olmayacağını elbet ki biliyorduk. Değil mi ki William Blake, yüzyıllar öncesinde “geceleyin kimilerinin acıya” ve “kimilerinin ise hazza doğduklarını” söylemişti. İzlek’deki yaşantılarımız bu olguyu çok daha derinden duyumsamamıza neden de oldu. Birçok insan gelip gitti han odasına. Kimileriyle kısa, kimileriyle hiç bitmeyeceğini düşündüğümüz ilişkiler yaşadık. Oysa hayat gösterdi ki her şeyin, dostluğun ve insan ilişkilerinin  kendine özgü bir gerçekliği ve süreci var. Gelen her insan, belki de gitmeye mahkum. Ama gidişlerin de bir üslubu, lisan-ı münasibi olmalıydı. Şimdiden geriye bakınca bazı yaşantıların çiğ olduğunu söylemek gerekiyor. Ya da bir yazarın dediği gibi; “anlamak için acı çekmek, acı çekmek için de anlamak lazım.” Sokaklarda blues söylediğimiz, üniversite bahçelerinde “yine çaktık derslerden” diyerek kaçak viski içtiğimiz, ölümlerin acısını paylaştığımız, bekar evlerinde sızıp kaldığımız kardeşlerimizin şimdi çok uzaklarda oluşu; ticarete, akademiye, memuriyete vs. gömülmüş olması, hep reddettiğimiz kapitalist sisteme eklemlenerek FED başkanının sözlerini yorumlaması, piyasalardan bilgi vermesi ve daha birçok olgu,  elbet ki hüzün veriyor bana. Ancak güzel şeyleri anımsamak lazım. Sözgelimi İzlek’in en önemli protokol listesinin hapishaneler oluşu gibi. İçeride olan ve dergiye ulaşma şansı olmayan insanlara ulaşmak arzusu çok önemliydi. Bu çaba, yeni dostlukların oluşmasını da sağlıyordu. Nitekim bu sürecin bir yerlerinde Zariç diye kadim bir kardeş edinmiştim kendime. Yaş günüme, koğuş penceresindeki saksılarda yetiştirdiği akşamsefası tohumlarını, mektup içerisinde gönderebilecek kadar yürekli bir insan. Ayrıca geleneksel İzlek Piknikleri’ni de anmak isterim. Her piknikte “ser-hoş” olup, ağaçlara şiirler okuduğumu söyleyenlere hala inanmasam da, rivayete ilişkin bir gerçeklik payı olduğunu kabul ediyorum artık.

                                  

                                   Mermer bir kayıkla geri döndük

                                                               diğer yarısına acının,

                                                                              usulca çekildi deniz,

                                                                                              son bulduk, yenildik.

 

Sözcüklere ve dile olan gereksinim, eni konu bir varoluş sorunuydu. En azından bazılarımız için. Şiir sözcüğünün, batı dillerinden farklı olarak “şuur” ve “şiar” ile olan ilişkisi, ayrıca edebiyatın “edep” ve “adap” sözcükleriyle olan ilgisi, aslında bu varoluş ilişkisinin de imleriydi. Diğer yazarları tenzih ederek belirtmek isterim, özellikle şiir yazanların, bir varlık haline ve varoluş şuuruna sahip oldukları, bu varlık halinin, ben’in varoluşunun şiarı haline geleceği, gelmesi gerektiği söylenebilirdi. Edep ve adap sözcükleri ise başat anlamlarının yanı sıra o varoluş halinin bireysel davranış kiplerini imleyen, en edepsiz ve adapsız şeyleri yazarken bile kişiselliğin, samimiyetin ve üslubun önemini ortaya koyan kavramlar olarak ele alınabilirdi. Kuramsal olarak ileri sürülebilecek bu savlar, hayatın karşısında her an çürütülmeye mahkumdu. Nitekim öyle de oldu. Kimi insanlar salt egosunu tatmin etti İzlek’te. Sonrasında hiçbir vefa duygusu gözetmeden, aksine kırıp dökerek, yaşantılara, yaşanmış olana bile saygısızlık ederek çekip gittiler. Belki de hayatın doğasına uygun davranışlardı bunlar. Ama bazı romantik ve hala bu hayatın kurallarına uyamayan, konformist ve pragmatist olamayan, yani bir şekilde tutunamayan İzlek İnsanlarının ve benim, içimi yakan davranışlar olduğu söylenmeli bu vefasızlıkların. Kaan’ın “yenildik” sözcüğüyle biten dizeleri ve “mektup” şiiri belki de bu duygu durumunun önkestirimli saptamalarıydı. Ancak ne Kaan ne de bir başka insan bilemezdi bütün bunları. Yaşanmışlıklar ve hayat, zamanı geldiğinde gösterecekti her şeyi. Biz de gördük, hayatın karşımıza koyduklarını. Nazım Ustanın sözcükleriyle söylersek, “biraz daha ustalaştık taşı kırmada, dostu düşmanı ayırmada.” Ve hala sahici, kadim İzlek İnsanlarıyla paylaşabilmekteyiz bir “merhaba”nın sıcaklığını. Mermer kayıklarımızla diğer yarısına geri döndüğümüz acının, usulca çekilen denizlerimizin, son bulduğumuz, yenildiğimiz ve fakat hala konformist ve pragmatist olamadığımız hayatın neresinde olursak olalım; uyuşamadık bize dikte edilen yaşam pratiğiyle. İşte bu yüzden de hala sözcüklere inanarak yazıyoruz, bir benzerimize ulaşacağını umut ettiğimiz betiklerimizi. Ulaşıp ulaşamayacağını hiçbir zaman bilemeden, ama inatla ve öfkeyle yazmaya devam ederek. Kimseye vefasızlık etmeden, yaşanmış hiçbir anı unutmadan ve yok saymadan.

 

                                   Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için

                                                               sabahın en serin ucunda bağıran ben

                                                               intihar edecekmiş gibi sıkıyorum

                                                                              düşük boynuma asılı sonbaharı.

 

Kaan’ın, “mektup” şiirindeki dizelerle çok önceden bize bıraktığı bu bilgi, onun dizelerinin de kökeninde yer alıyordu şüphesiz. Bir başka açıdan sanatın, edebiyatın, şiirin aracılığıyla kendini ifade etmeye, yani varolmaya çalışan ve bu varlık halinin imlerini görünür kılan herkesin aşina olduğu bir durumdu buraya kadar dile getirdiklerimiz. Bu metin, hiçbir koşulda herhangi bir serzeniş içermiyor ve kimseye sitem etmek amacıyla da yazılmadı. Yazmanın ‘derdi olmakla’ ilgili olduğu saptamasından yola çıkılarak oluşturuldu. Çünkü yazmak, sözcüklerle girişilen bir tür varoluş deneyimi. Sıkıntılı, sorunlu, önüne konan ve dikte edilen yaşam kipleriyle uyuşamayan, yani ‘derdi olan’ ben’lerin, dertlerini ifade etme ve paylaşma isteği… Belki bir tür boşunalık. Belki de kimsenin böylesi bir paylaşıma gereksinimi yok bu dünyada. Yazan ben, kendini kandırmakta. Ya da nerede ve kim olduğu bilinmese de ‘ötekine’, daha doğrusu bir benzerine ulaşma umudu yazmak. Böylelikle korkutucu ve delirtici mutlak yalnızlıktan kurtulabilmeyi, çoğullaşabilmeyi umut etme, derdini söyleyerek efkarını bulaştırma isteği, hiçliğe bir çığlık gönderme iradesi belki de. Çünkü her çığlık, korkunç bir sesleniştir aynı zamanda. Hele de çığlığınızın kimseye ulaşmayacağını düşünüyorsanız. Yine de yazmak, çığlığını hısım kılmak bir ötekiyle. Birçok şey söylenebilir yazma ediminin içkin nitelikleri üzerine. Ancak kesin olan şu: “sözcüklere meyyalimiz, vallahi derttendir…” Ya da Ziya Paşa’nın dediği gibi: “azade-i ser olurdum asib-i derd-i gamdan/ ya derde düşmeseydim ya aklım olmasaydı.” Kaan’ın da derdi olan ben’lerin de ortak varoluş bağlamı, belki de bu yaklaşımda ifade bulmuştur. Hayatın bir çelişkiler bütünü ve varolmaya çalışan ben’in kendi uzamını yaratma çabası olduğunu düşünürsek, yazarak ötekilerin uzamına ulaşmak, onlara “bulaşmak”, çelişkileri görünür kılmak isteğinin de önemli bir yazma gerekçesi olduğu söylenebilir. Bu korkunç, acımasız ve merhametsiz dünyada, iç’indeki derdi söyleme ve öteki ile paylaşabilme, paylaşabilmeyi umut etme isteği belki de.  Sözcüklerin ve hayatın süreğenliğinde kimi rastlantıların yazan ben’e direnme gücü verdiği de oluyordu. Sözgelimi bir şiir antolojisinde (Boyut Yayınları-Cumhuriyetten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi) 1970 doğumlu sadece iki şairin bulunması, bu şairlerin Kaan ve ben oluşumuz, şiirlerimizin ve fotoğraflarımızın, sanki söyleşiyor gibi, karşılıklı sayfalarda yer alışı, benim için çok anlamlı bir rastlantıydı. Ya da rastlantı diye bir şey yoktu. Ancak kesin olan, Bahar Aslan’ın ilk öykülerinden birindeki Pinonopi karakterine söylettiği şu sözcüklerdi: Neden duymaz kimse, bir intiharın paketlenişindeki gürültüyü?.. Yenilmek, bir daha ve daha iyi yenilmek için, kıyıya daha sert çarpabilmek için ve Kaan’ın yürekli dizeleriyle: “Böylesi bir yenilgiyi beklemediğim için sabahın en serin ucunda bağıran ben intihar edecekmiş gibi sıkıyorum düşük boynuma asılı sonbaharı.”

 

                                        Unuttum mektubun içinde boğulduğumu. Elveda.

 

1989 yılından beri bütün bayramlardan nefret ediyorum. En kederli olduğum günlerin bayram günleri olduğunu belirtmeliyim. Çünkü 1989 yılının Nisan ayında babamı yitirdim. Henüz çok gençtim. İstanbul şehrinde, Teknik Üniversitenin bir örgencisi iken, mühendis olmamı belki de her şeyden çok isteyen babamı yitirdiğimi bir telefonla öğrenmiştim. Yıllarca mühendislerle çalışan babamı, mühendis olmamı göremeden yitirmemin acısını hiçbir zaman unutmadım ve unutamıyorum. Ve nefret ediyorum bütün bayramlardan. Babamı yitirdikten sonra bir ritüel edindim kendime. Her bayramın ilk günü mutlaka Karşıyaka Mezarlığına gidiyor ve babamın kabrini ziyaret ediyordum. Bu ziyaret, erken yitirdiğim babama duyduğum hasretin bir edimiydi her zaman. Ama hayat durmuyor ve insan yılları geride bıraktıkça ölülerini de çoğaltıyordu. Dolayısıyla mezarlık ziyaretlerim, artık bir tek mezar için yapılmıyor. Her bayramın ilk günü Karşıyaka Mezarlığına gittiğimde uğramak ve hasretimi görünür kılmak istediğim birçok mezar var. Sevgili Kaan İnce’nin, kardeşim diye kabul ettiğim ve sözcüklerini sözcüklerim saydığım Kaan kardeşimin kabri var mesela. Üç mezarlık bir alanın ortasında yer alan ve her bayramın ilk günü, güneşin batışına yakın zamanlarda kırmızı bir karanfil bıraktığım Kaan kardeşimin kabri. Ayrıca Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının, Sivas Katliamında yakılan kardeşlerimin, babamla birlikte gerçek bir Kafkas ve Terekeme kişisi olan sevgili amcamın, teyzemin, ninemin, iş ve sosyal çevremden kalbimde yeri olan insanlarımın kabirleri… Yaşlanmanın bir işaretinin, ölülerimizin çoğalması olduğunu düşünüyorum hayli zamandır. İşte bu metin, böylesi bir mezarlık ziyareti süresince aklımdan ve yüreğimden geçen kimi duyguların, duygulanımsal yaşantıların dile getirilmesiydi. Yazdım ve kayıt altına aldım. Bahtiyarım. Son sözü Kaan kardeşime bırakarak “elveda” demek ve yeni sözcüklerle, yeni şiirlerde öfkemi bileyerek bir benzerimi aramayı, umutsuzca olsa da, sürdürmeye devam edeceğim:

 

                                   Unuttum mektubun içinde boğulduğumu. Elveda.

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir