YAZAR ADAYI İLE BERABER OKUMALAR – MURAT DARILMAZ

Merhaba yazının çileli yoluna düşmüş arkadaş,

Sana öykü yazma konusunda “genç bir şaire mektuplar” gibi genç bir öykücüye mektuplar, öğütler, dersler niteliğinde cümleler kurmayacağım. Kuranlara, bu işi benden iyi yapan ustalara, hocalara saygılar sunuyorum.

Ben seninle okuma yolculuğuna çıkacağım. Öykücülüğümüzün önemli isimleriyle kıyıda köşede kalmış, bir şekilde atlanmış ama benim önemli bulduğum öyküleri ile  öykünün  gizemli yoluna düşeceğim. Bu; varmanın değil yolda olma halinin önemli olduğu, yoldaki öğrendiklerimizle, karşılaştıklarımızla beraberce söyleşerek devam edeceğimiz bir durum. Bu meşakkatli yolda sana da bana da kolay gelsin.

Başlayalım istersen…

Modern öykü tarihçemizle başlayacak, Sait Faik’ten, Memduh Şevket Esendal, Sabahattin Ali, 1950 kuşağı öykücüleri ile devam edecek, onların okunmasını hatta hatmedilmesi gerektiğini anlatacak değilim (Unutma öğüt yok!). İster durum öyküsü, ister olay öyküsü yazmaya çalışın Adnan Özyalçıner adının bilinmesi gerekiyor. Adnan Özyalçıner öykülerindeki olayın orada bir yerde durmasını, ayrıntının, görüntünün ön planda olmasını özellikle ilk kitaplarındaki kişinin ruh halinin yansıtılmasının, varoluşçu çizgideki felsefi yansımanın, son kitaplarındaki toplumsal işleyişin öykünün içinde ince bir oya gibi işleyişini bilmeden nitelikli öykülere ulaşmamız zor. Burada kastedilen Adnan Özyalçıner tipi öykü yazalım değil tabii ki. Onda Türk ve dünya öykücülüğünün izlerini bulduğumuz için de önemlidir; Sait Faik, Kafka, Orhan Kemal, Sartre hepsi bir aradadır ama hepsinin özünden yeni bir Adnan Özyalçıner doğmuştur.

Adnan Özyalçıner öykücülüğünde kent, kentin içinde yaşayan insanlar, gecekondular, otobüsler, yollar, at arabaları, surlar yer alır. Bunları öykülerinde ayrıntılı bir şekilde betimlemekten kaçınmaz. Öykü girişlerini bu betimlemelere ayırır, diyalogların aralarında betimleme yapmaya devam eder. Ayrıntı doruğa ulaşır onun öykülerinde. Sivas kıyımında katledilen eleştirmenimiz Asım Bezirci onu şöyle tanımlar; “…buna karşılık tasvir edilen varlıklar, canlı, somut, alımlı bir nitelik kazanıyorlar. Titiz bir fotoğrafçının renkli filmlerini andırıyorlar. Bu bakımdan Özyalçıner izlenimci (impressioniste) değil, dışavurumcu (expresioniste) bir ressama benziyor.” (syf.184)**

Panayır  kitabındaki  Alt Ucu Öyküsü de öyle başlıyor: “Çukurda fabrikalar, yokuşta başıboş köpeklerle kırpık sesli horozlar, bir de tahtaları her gün biraz daha kararıp incecik çatırtılarla gitgide çukura doğru yatan evler, uyandıklarında tıpkı eskimiş ve üstlerine sarkan o hep bir örnek gökle (buradaki göğe dikkat! eşik-md-) karşılaşıverirler.”(syf.61) Öykü böyle bir betimlemeyle başlar ve iki kitap sayfası devam eder. Bir kentin (İstanbul) surlar çevresindeki bölgesini, zaman olarak da 1950’li yıllarını betimler.

“Atının karnını dürtükledi.” diye olaya girer. Bu cümleye kadar hangi olayı anlatacağını, hangi karakteri işleyeceğini bilemeyiz. Bir arabacının atını satmak için pazara getirmesidir, öykünün görünen veya görünür gibi olan konusu. Olayı anlatır gibi yaparken de betimleme devam eder. Arabacının (karakterin) ruhsal çözümlemelerini dokumacı (tip) ile diyaloglarında verir:

“-Hiç değişmeyecek bu be! Hiç değişmeyecek işte!

-Yahu zoruna ne senin, değişsin değişmesin.

– Satamadık şunu be! Satamadık işte. Araba değil ki işte at işte. Kara kuru bir atçık! Boyayamazsın ki (çünkü arabalar atlardan daha çabuk ve değerli satılır.-md-). Gök de öyle işte. Değiştiremezsin ki.” (syf.65)

Bir öykü yazımında anlatının bütün olanaklarından yararlanmak öyküyü güçlendirmesi bakımından önemli. Üstadımız Özyalçıner  biliyor ki sadece betimleme öyküyü yorar, sadece diyalog da belki öykünün atmosferini yaratmaya yetmeyebilir. Bunu bir arada birbirine sızdırarak yapıyor. Aynı potada eritiyor. Karışımdan iyi bir içki elde ediyor. (Rakının sek olması çok sert yapar içkiyi, sadece su olması da kafayı hoş etmez dimi arkadaşım.)

Yavaş yavaş olayı anlatmaya devam ederken eski duvarın gök gürlemeleri, fırtınayla atın ve atı oradan uzaklaştırmaya gelen arabacının üzerine yıkılmasıyla öykü finale doğru gider. İlk cümledeki girişe (eşik cümlesinin ne kadar önemli olduğu burada da ortaya çıkıyor.) geri döner sanki. “Yel işini bitirdikten sonra, geldiği gibi sinsice gitti. Gök eski yerinde, tıpkı eskiliği, tıpkı partallığı ile kaldı.” Finalde hazin sonun üzerine bireysel varoluş sorununa ve bireyin ve bireyin toplum içindeki yalnızlaşmasına yönelik vurgulu cümlelerle öyküyü bitirir Özyalçıner.

Evet yazar arkadaşım bir öyküyü böylece bitirdik seninle. Öyküyü bitirdiğimde hüzün ve  sızının o ince tortusu kaldı. Sen de bu öyküyü okuduğunda aynı sızı kalır mı içinde bilmiyorum  (Şart mıdır? –Değildir.)  ama öykünün yazarı, yaratmak istediği atmosferi,     yaşa-dığı/mış- gibi yaptığı ayrıntıları aktarırken o sahnenin içine giriyoruz. O görüntüler canlanıyor zihnimizde. Olay önemini yitiriyor burada ve biz o duvarın altında kalıyoruz. Edebiyatı sezgisel hale getiren de işte bu.

Asım Bezirci’nin dediği gibi; “Olayı anlatmaktan çok adeta görüntüsel bir biçimde canlandırmak istiyor. Ayrıntılara düşkünlüğü de bundan.”(syf.185)***

İyi bir öykü dersi bizim için “Alt Ucu” öyküsü. Dönüp dönüp okumamız gereken…        Bazen masamızın başına oturduğumuzda yazmak isteğimiz ne olursa olsun, iyi bir metin (öykü, şiir, deneme, anlatı vs.) okuyarak başlamak üretkenliğimizi arttıracaktır diye düşünüyorum. Ders, öğüt vermeyeceğiz dedik ama bu, aforizma ile bitirmemize engel değil dimi yazar arkadaşım: “İyi bir öykü, bizi duvarın altında soluksuz bırakandır.”

15 Ekim 2011

*Adnan Özyalçıner, Panayır, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, Özel Basım, Eylül 2009

**Asım Bezirci,1950 Kuşağı Hikayecilerimiz, Evrensel Basım Yayın,İst. 2.Basım, Şubat 2003

***Asım Bezirci, a.g.e.

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …