1.
Dergilerin ürün dergisi olmaktan öteye gidememesi, sonlarını da hazırlıyor; hele de arkalarında bir sermaye gücü yoksa. Yakın geçmişte, sevgili Bilal Kolbüken’le, bilinenin tekrarını test etme fırsatımız olmuştu, yine. Aslında, kafamızdaki ‘proje’yle olmasa bile, ivecenlikten belki, kendimiz dışındaki yazar-şairlere, dostlara da güvenden, dalıvermiştik aylık bir derginin mutfağına, kervan yolda da düzülür sanmıştık, yine!
Öyle olmadı; cenaze törenini tertipleyip, kapattık Kuzgun Dergi’yi.
Bize yollananlar arasında, birkaç istisna dışında, yayımlanmaya değer şiir, yazı, öykü bulamamıştık. Kurduğumuz çekirdek ve ego’suz, katalizör olması beklenen kadro, sürekli, her sayıda yazmaya başlayınca, dergi de kendini tekrar etmeye başlamıştı. Bu durum kaçınılmaz olarak ‘zorunlu’ bir intihara davet ediyordu Kuzgun Dergi’yi; kış bitip, bahar geldiğinde, ısınmaya başlayınca havalar, suratlar da asılmaya başlamıştı.
Ürün dergilerinin, hele de arkasında bir sermaye grubunun olmadığı ürün dergilerinin, bu kadar az satmasına,(*) ‘kendi çapları’ ve ‘içindekiler’ kadar satmasına niye şaşırmıştık ki?
2.
Güneş altında söylenecek söz kalmasa da, gölgede söylenecek ‘farklı’ bir sözü hep vardır yazan öznenin; kendini ve yazdıklarını ‘biricik’ görür çünkü kendi algısından bakarak. Egosu; vardır mutlaka, olmak zorundadır, başka türlü yazamaz.
Sorun; yazan ben’in, kapitalizmin ona sunduğu açık noktalardan sızarak -hatta ve hatta, bu ‘sızma’ aşamasında, yazdıklarını o açık kapıların anahtarlarını da gözetleyip, eksilterek-, ego’sunu kalıcı kılma, ona tavan yaptırma çabasında saklı daha çok.
Ürün dergileri bu egoların en masumane başlangıç noktalarıdır! Kimi zaman yazanların, çoğunlukla da editörün ya da yayın yönetmeninin etrafındaki kalın duvarlar, dergi çıktığı, posta kutusuna ürün geldiği sürece kendi kendine örülmeye devam eder.
Okur ise, her biri ayrı bir grubun, derneğin, il’in, ilçe’nin, klanın etrafında şekillenen dergilerden bıkmaya, kendini çaresiz ve kıstırılmış hissetmeye, süregelen bir kafa karışıklığının içinde görmeye devam eder. Onlarca dergiyi her ay takip etmek, okumak için geçecek zamanı bir yana bırakın, cüzdanıyla da ilgili bir sorunu vardır okurun.
3.
Politikada olduğu gibi, her dergi kendi iktidar alanını korumaya, genişletmeye çalışıyor. Gidiş yolundan bile puan alıyorlar, döndükleri yoldan bile!
Kimselerin, ne başkalarının, ne de kendi tecrübelerinden demle harakiri yapmaya, kendini kapatıp düşünmeye, küllerinden yeniden savrulmaya niyeti yok. Bu dağınıklık ve dağılmışlık içinde zaten, bunları düşünecek zamanları bile yok.
Eskiden olsa, arz talebi doğururdu; hayal meyal de olsa hatırlıyorum o günlerden bir şeyler! Süzülen, aklımda kalanı hatırlıyorum en azından; geniş zamanda. Bugünün tersine, tam da tersine işlerdi o zamanlar kapitalizmin kuralları; hele de söz konusu şiir, edebiyat olduğunda.
Her şey yerli yerine oturuyor artık; talebe göre arz yapabilen, hatta ve hatta o talebi kendisi oluşturabilen, edebiyat değnekçileri var artık.
Arz-Talep çizgisi yine kesişiyor, kesişmek zorunda bir yerlerde; ‘fiyat’ bile oluşuyor ama, ortaya çıkan ürünün kalitesi, Ulus Hali’nde satılan peynirlerin kalitesinden, üstelik peynir yediğini sanan Mutfakçı’ların damak tatmininden öteye geçemiyor.
4.
Adına ‘yeni’ demekle, yeni şiirler üretilmediği gibi, durak ya da başlangıç noktaları belirleyerek de şiire, öyküye, edebiyata(**) yön verilemiyor. Bu durum edebiyat treninden birilerinin itilerek inmesini, kimsenin bilmediği ara duraklarda da birilerinin ‘arkadan itilerek’ binmesini legal kılıyor. Hangi durakta trene binip, hangi durakta ve nerede ineceğini bilmiyor kimse; duraktakiler bile!
Trenden aleni atılıyor birileri de; kıç üstü düşüyorlar daha ‘ne’ olduklarını bile anlamadan. Talep-Arz dengesine, ekonominin yeni gerçeklerine yenik düşüyorlar…
5.
En azından edebiyatta, özellikle şiirde, tersten işletebilseydik ‘Pazar’ mantığını, dönüşüm de böcekten insana doğru olabilecekti; olmadı, “çokluk” oldu.
Tavan yapmış bir ego, öyle durup dururken de inmez ki tabana, kolayla!
Edebiyatın, hemen her yerde ‘OT’ gibi biten dergilerin tekeline girdiği bir ortamda, dağınık bir edebiyat yapmak, dergilere dağılmak, kendi çekim alanlarını oluşturmaya çalışmak suç olmamalı elbette; çok da kızamıyorum dağınıklığa, dağılmışlığa; hoşuma bile gidiyor aslında!
Bu dağınıklıktan, çokluk’tan bir şey çıkar mı, orasını bilemiyorum işte!
Serseri bir okur kitlesi var yönlendirilmeyi bekleyen; orası kesin! Bir de serseri bir ‘yazan’ kitlesi; yönlendirilen…
Kendi ellerimizle oluşturduğumuz bu gürültü ortamında, hadi, yine ve yeniden, suçlayalım; okumayan, kitaplarımızı, dergilerimizi ‘satın almayan’ o zavallı okuru!
Edebiyat değnekçilerine yanaşalım sonra, onlar zaten oltayı atmış, burnumuzun ucunda duruyorken; en bildiğiniz çare biziz, diyorken…
6.
Trenin kadrolu bir vagonu olmak da var elbette işin ucunda; kadrolu bir vagon da iyi kazanabilir; devlet garantilidir hem!
Peşlerine art arda vagon bile ekleseniz, hiçbir vagonun itirazı olmuyor arkasına eklenene; ‘lokomotif’ olduğunu bile sanıyor her biri, uzuyoruz bile sanıyorlar; tünelden bile uzun olduklarını sanıyorlar!
Yeni bir lokomotif eklenmediği sürece trene, hiçbir sorun olmuyor!
Kiminin eskisi kimine yeni oluyor sonra! Matbaa keşfolundu ya nasılsa yeniden, gerisi gelir sanıyorlar…
Edebiyat adası çok küçük oysa; adadaki çoğu insan, büyük, bahçeli, iki katlı bir evin rüyasıyla yaşıyor; klasik ABD rüyasıyla; Mor Kıçlı bir tüketim tanrısına mutlak itaatle!
Adada, herkese yetecek kadar barınak olmadığını, kayıkla yolculuk olmayacağını sanıyorlar adadan; günler, aylar, yıllar süreceğini sanıyorlar çıkacakları yolculuğun. Edebiyat adasından başka adalara selam söylemek, ilişkileri sıcak tutmak da gerekiyor onlara göre.
Zaman çok kıymetli ve zaman kaybına hiç mi hiç tahammülleri yok hiç birinin. Vapura binip, mümkünse birinci mevkiden, paraya da kıymaları gerekiyor;
Egolar fora!
Bir Uyarı:
Popüler aşçıların bayat yemeklerini mesleğe yeni başlamış komilerin servisiyle soğuk soğuk yemek nasıl bir duygu eyyy sevgili okur?
Ve sen ey sevgili şair, yazar; taşeron okur kullanan yapsatçı bir zihniyetin alacağı son ihalede olacağını mı sanıyorsun?
Aklını başına devşir!
Neymiş efendim, Gezi’den sonra ortak bir dil oluşmuşmuş… Bu ortak dilin bir gereğiymiş, mantar gibi, ot gibi biten dergiler de; ot gibi biten ortak dil bile… (***)
7.
Şurası kesin; popüler isimlerin arasında garnitür olmayı daha baştan kabullenen ve bu durumdan bir beklenti içine girenler, çıkardıkları her kitapla, taşra edebiyat dergilerinin bile okunma rakamlarına ulaşamayacaklar.
Karışık kuruyemiş alan bir müşteri, onları karışık oldukları için, bir taşla on kuş vurduğunu sandığı için alır. Hiçbirinin tadını bilmez tek tek; anlamaz bademden, fıstıktan.
Değnekçilerin sopasını tutanlar, gazete kağıdından yapılmış karışık kuruyemiş külahı içinde kabak çekirdeği olarak kalmaya, kabak tadı vermeye devam edecekler. Garnitür olarak kalacaklar ya da; raf ömürleri dolana, son kullanma tarihleri gelip ‘çöp’(****) olana kadar.
Kafa’ları Ot çekmekten iyi olmuş değnekçiler, Bavul’larını da toplayıp gidecekler bir gün Fil mezarlıklarına; tuz dökeceğiz biz de üzerlerine, kokmasınlar diye.
Değnekçiler birbirlerine girecekler zamanla, göreceksiniz!
_________________________
(*) Kuzgun Dergi’nin Ankara’da adı en çok bilinen bir kitapçıda, benzerlerinin toplam satışından daha bile çok satmasına niye şaşırmadık ki ayrıca?
(**) Elbette ROMAN’ı ayrı düşünüyorum, şiire ve öyküye göre hilesi, pazarı zor çünkü romanın; uzun zaman alıyor bir de!
(***) Ortak dili olmaz edebiyatın; ortaklığı bile olmaz. Şirket hesaplarına uymaz edebiyatın hesapları; aslına bakarsanız, bir hesabı bile olmaz edebiyatın.
(****) Sahi, neden çöp olduğunuzu ilan edemiyorsunuz?
AksiSanat Dergisi ilk sayısında yayımlandı…