İKİLİ BİR MONOLOG: SERDAR AYDIN / ALİ HİKMET EREN (SİNCAN İSTASYONU, s. 97)

Aşağıdaki metin, Serdar Aydın ve Ali Hikmet Eren’in yazdıkları, okudukları ve yaşadıkları üzerinden yola çıkarak, göremedikleri düşler de dahil, tekmili birden hayat, edebiyat, özellikle de şiir adına yaptıkları konuşmalardan bir bölümün yazıya dönüşmüş halidir.

S. A: Uzun yıllardır şiire emek veriyor, sözcüklerle cebelleşiyor, sözcüklere anlamlar bulmaya ve onları aktarmaya çalışıyoruz. Peki, niye? Derdimiz ne ve sence şiir neye yarar? diye bir soru sorsam sana…

A. H. E: Anımsarsan, yayınevini, MedaKitap’ı kurarken de aynı soruları yine birbirimize sormuş, pek çok yanıttan hiçbirinde karar kılamamıştık. Çok fazla yanıtı olması yüzünden, yanıtı zor bir soru bu, bence. Her yazar için farklı yanıtları da olabilir bu sorunun. Benim yanıtımsa, hiç düşünmeden, akıl sağlığımı korumak için, olabilir. Ya da daha fazla normalleşmemek için de yazıyor olabilirim. Kaynağımı kaybederim çünkü yazmadığım zaman! Şunu diyebilirim ki, kendimizi, sözcükleri kullanarak tatmin etmek işidir biraz da yazmak… Kimseye, bir benzerime ulaşma derdim de yok üstelik. Önceleri benzerlerimi bulmak için yazdığımı sanıyordum; şimdi, hiç kimseye benzemediğimi, yazma sürecimdeki o doyumsuz haz anında, kendimi uzaktan izlemek ve yorumlamak, eleştirmek, alkışlamak, tanımak için yazdığımı… çözdüm diyebilirim. Anlamı bulmak, onu çoğaltmak kadar, yeniden yıkmak da işimizin bir parçası diye düşünüyorum. O yüzden de kendimi yıkarak başlamam gerek her yeni izleğe. Okur da, imgeyi ve algısal okumayı keşfettiğinde, kendini ve verili bütün anlamları çoğaltıp parçalamaya başladığında, şiir de işe yaramış olacaktır. Çoğalabiliriz belki başka parçalarda. Yoksa, yoktur bana sorarsan şiirin de şairin de verili zaman dilimlerine sıkıştırılmış görevleri. Şairin hayatı şiire dahil değil mi hem? Hele de senin için, tam da böyle değil mi? MedaKitap’tan çıkan ilk kitabımız Ankara’nın Delileri değil miydi?

İkimizin de kravat takan zevatlar olduğunu düşünürsek, boğazımızı sıkan o kumaş parçasını az da olsa gevşetmeye hakkımız var sanırım; başka nasıl bir nedeni olabilir ki şiire bulaşmanın?

 

.

 

S. A: Haklısın aslında. Normalleşmemek önemli bir saptama. Zaten “Bunu sen mi yazdın?” sorusuyla sıklıkla karşılaşıyoruz. Bizi tanıyanlar yazdıklarımızı okuyunca, belki bizden böylesi verimler, ürünler beklemediklerinden, oldukça şaşırabiliyorlar. O halde normalin dışına çıktığımız ya da normalin sınırlarını ihlal ettiğimiz çok açık. Yazmak, bir şerh düşmek hayata ve zamana. Dolayısıyla anlam üretmekle anlamı yıkmak da özdeş edimler. Ama ben benzer veya öteki’ni önemsiyorum. Çünkü öteki türlüsü bir boşluğu, hatta hiçliği tanımlar. Eğer hiç’lik ise var olmaya çalıştığımız alan, bütün çabamız beyhude olmaz mı? Çünkü insan, ancak insan ile anlamlı ve değer üretebilen bir canlı. Hem ‘öteki’ psişik oluşum için de olmazsa olmaz bir öğe. Prensimiz Rimbaut “Ben, bir başkasıdır” derken ya da “Arzu, öteki’nin arzusudur” savını ortaya atan Lacan’a selam gönderirsek, bu önem daha da açığa çıkar.

A. H. E: Burada sözünü keserek; söylemek istediğimin tam anlamıyla teslim olmuş bir hiç’lik olmadığını, az olmanın verdiği bir ferahlıkla, kışkırtan, kendi adıma kenarda durarak izlemekten zevk aldığım bir algı yıkımı ve dolaylı bir çoğalmanın bana verdiği hazzı kastettiğimi belirtmek isterim.

S. A: Benim buradaki vurgum da romantik bir olgu değil. Aksine varoluşa dair kaçınılmaz bir durum. Boğazımızı sıkan o kumaş parçasını fırlatıp atarken, normalin sınırlarını ihlal ederken, ötelerken ve nasip olursa yıkarken, öteki’ne ihtiyacımız kaçınılmaz. Bu durum bir tür delilik hali elbet ki. Andığın üzere yayınevinin ilk iki kitabından birisi de senin, “Ankara’nın Delileri” idi. Diğer kitap ise benim kaleme aldığım ve zorunluluktan 2. baskısını yaptığımız “Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar.” Bu iki kitap bile, bilmem rastlantı mıdır, konuştuğumuz mevzuyu açık ediyor. Çünkü hayatımız şiire dahil. Özellikle benim için bu sav mutlak olarak geçerli. Çünkü Nilgün Marmara, Janis Joplin, Jacqueline du Pré şiirimi hemhal olarak birlikte yapılandırdığım ötekilerim. Beni okuyan benzerlerim var mıdır, olabilir. Olmayabilir de. Ama sözcüklerimin aksi sedasını duyacağım birileri, bir kişi bile olsa, bence var. Zaten böylesi nedenlerle kurmadık mı, artık ayaklanıp yürümeye başlayan ve 3. yaşına giren yayınevimizi?

A. H. E: Ben bir yokluk’tan, öteki’ni reddetmekten söz etmiyorum elbette; üretim sürecini ve üreti’nin özgün olma esaslarını kendi açımdan bu şekilde belirliyorum sadece. Bir nevi, akıl sağlığımızı korumak için almamız gereken günlük ilaçlar gibi reçetemizi de gözeterek yaptığımız okumalar, iç dünyamızda, benliğimizde, usumuzda… adına ne dersek diyelim, öteki’ni kullanarak, ondan yardım alarak elde ettiğimiz anlamlandırma çabaları değil mi zaten. Birini, bir başkasını düşünerek, bunu falanca kişi okursa beğenir mi kaygısını gütmeden yazıyoruz, yazıyorsun sonuçta. Okur da bir benzeyen’dir çoğu zaman, reddetmiyorum. Ama onu sürekli bir benzeyen olarak görmek bir yanılgıyı da getirebilir beraberinde. Burada asıl söylemek istediğim, yola, yazmaya öteki’nden başlamanın sakıncaları sadece. Ben daha çok yazma, üretim aşamasında önemsiyorum bunu; sonraki aşamada bizim olmaktan da çıkar zaten yazdıklarımız, yayınlıyoruz çünkü.

Yayınevi konusuna gelince… Burada da aynı şeyden, üretim aşamasındaki özgürlükten söz etmek mümkün bence. Ciddi bir emek, zaman ve yoğunluk gerektiriyor bir yayınevi, asli işiniz değilse. Buna rağmen, bir sorumluluk da aynı zamanda. Hele de verili olmayan, azınlıkta olan özgün metinleri bulup gün yüzüne çıkarmak istiyorsanız, bir zorunluluk. Mürekkep kokularıyla büyüdük çünkü biz, klişelere yetişemedik belki ama tanıdık pc’lerden aydıngere ters çıktı alıp fotoğrafın arabına santimetrekare hesabına göre ücretini ödediğimiz, matbaa matbaa dolaştığımız günler hala yanı başımızda duruyor. Sanırım bulaşıcı bir hastalık bu. 2 yıl içinde, Türkçede daha önce kitabı hiç yayımlanmamış Alfonsina Storni’yi, Ingrid Jonker’ı, Stephen Crane’i yayımladığımıza, Sohrab Sepehri’yi, şu günlerde yayına hazırladığımıza ve Otto Weininger üzerine bir dosya-kitap yapabildiğimize göre… fena işler de yapmamışız, diye düşünüyorum. Biliyorsun ki, özellikle şiir, büyyük yayınevlerinin yanından bile geçmediği bir yazın türü artık. Şiirin paran kadar var ve sen ‘çevren’ kadar şairsin. Aynı kısır döngünün içinde olmak fikri bile kendi adıma rahatsız etti beni, ediyor. Çokluğun içinde büyük bir parça olmaktansa kendi zerreni, kartopunu oluşturmak önemlidir diye düşünüyorum.

Özetle, kırmızı olsun da 3 kuruş fazla olsun diyorum yani. Rengi bizim belirlememiz, hatta hepimizin kendi renklerimizle gökkuşağını oluşturmamız şart. Bu konuda senin de fikirlerin var, biliyorum. İşi yine bozkır’a bağlayacaksın, onu da biliyorum. Bozkır olmadan, bozkırın gümüş ve samani renkleri olmadan, bir edebiyat ortamı nasıl da gürültülü oluyor, onu da biliyorum. Bizimki gibi yayınevleri, cürmü küçük de olsa, gürültüyü azaltıyor belki de. Bir yaştan sonra gürültü çekemez oluyorsun çünkü…

S. A: Kesinlikle aynı şeyi söylüyoruz. Yaratının, yazmanın önüne bir belirleyici koyarsak; okur, piyasa, pazar, alıcı vs. gibi, en büyük hatayı yapar, sonunda, İstanbul Bienalini cirosuna göre başarılı bulan fuar yöneticilerinin, bienallerin veya Contempoary Art pazarlama sisteminin içine ve hallerine düşeriz. Bazı best-seller yazarlarımız, ciddi anlamda böylesi yönsemelere girip, yazmadan PR teknikleriyle kamuoyunun nabzını tutuyor, bilboardlarda afili fotolarıyla görünüyor olsalar da doğru bir şey değil ön belirleme. Dediğin gibi üretim aşamasında geçerli bu savlar, sonrasında zaten yazanının değil ihtiyacı olanındır, şiir de, sanat da.

MedaKitap’ın varlığı, en başından beri bir tür inadın, iddianın ve özgürleşme arzusunun sonucu. Birçok kere vurguladığımız üzere mutlak olarak şiire inanıyoruz. Şiir, bizi ve herkesi özgürleştirecek ve imgelemin ufkunu sonsuzlayacak bir üst yaratı. An itibariyle paran ve çevren kadar şiir ve şair saptaman egemenliğini ilan edip, sahici şiirin üzerinde bir tahakküm yaratmış olsa da, hadi kendimize pay çıkaralım, yayınevimiz bu tahakkümü kıran, bozkırın başka yayınevleri gibi, şiirin peşinde koşan ve yayınladıklarıyla, yayınlayabileceklerinin muştusunu veren bir yapı. Bu beni çok sevindiren ve çoşkulandıran bir olgu. Olur olmaz zamanlarda seni arayıp  “Bu şairi biliyor musun, okudun mu?” diye fikrini alırken yaşadığımız heyecanı düşün… Hem de “satmaz” diyerek şiir basmayan, sadece “satan” şairleri basan “büyük” yayınevlerimize inat… Ve bu inat tam da bozkırın inadı… Sadece şiir de değil, Hemigway’in usta saydığı ve öncülü olan Stephen Crane’i yayımlamamız, Otto Weininger’i anmamız ve anımsatmamız, çabamızın ve çoşkumuzun hacmini göstermiyor mu?

Bozkır… Coğrafyanın kader oluşu gibi bir şey belki de. Biz, bozkırın çocuklarıyız. Çok denedik denize ulaşmayı, sesimizi martılara da duyurmayı. Beceremedik. Uzaklaşmak istedikçe bozkıra eklemlendik. Değil mi ki bir bozkır dikeninin kimseye eyvallahı yoktur; mihnetine de minnetine de inanmadık şunların, bunların, dünyanın… Direttik. Direndik. Bozkırın dikenleri çok inatçıdır var olmak için, her koşulda da bunu başarırlar. Mesela, daha yakın zamanda bir antolojiye alınman için sana gelen bir teklifi reddetmen tam da bu diken olma, ters olma halinin bir sonucu değil mi?

A. H. E: Konunun özü aslında şu ki, birbirine benzeyen ne çok şiir, şair var. Antolojiler de var olan bu durumun fotoğrafını çekmekle meşguller sadece. Tamamı PC’de programlanmış gibi, anlamı öteleyen, ‘teknik’ açıdan bir benzerinin yazamayacağı ama hiçbir şey anlatmayan söz dizimleri. Şiirin ‘tekniği’ öğrenildi çünkü; en azından verili, yazıldıkça çoğalan bir şiirin. Taklit de bunu, bu öğretiyi besliyor işte. Senin de söylediğin gibi, farklı olanı bulmak adına harcamak gerek zamanımızı. Geleceğimiz nokta sıradandır belki ama bunu ancak üzerine kafa yorup, yazdıkça ve okudukça anlayabiliriz; belki de öyle değildir!

Özetle, şiirin, herhangi bir antolojinin sayfalarında, çoğu zaman da, yetkisiz bir muhterisin, teknoloji meraklısı birkaç yeniyetme’nin iki kalemi arasında olmadığını düşünüyorum. O sayfaların dışında kalan pek çok iyi şiir biliyorum çünkü.

S. A: Hele de şimdilerde takvim yaşı genç ama zihniyeti çürümüş ‘genç şairrlerin’ şu seçkideyim, bu dergideyim diyerek sosyal medyada fink atmaları çok acı. Oysa şiirlerine çalışmaya, okumaya harcamalılar enerjilerini. Neyse, Schopenhaure’e selam olsun; “herkes istencinin tasarımı olarak var edecek dünyasını…” Unutulmaya karşı Kazım Koyuncu’yu, Nilgün Marmara’yı, Janis Joplin’i, Jacqueline du Pré’yi hayatımıza, şiirimize ve okurlarımızın hayatlarına eklemlememiz, pirimiz Kirli Tahir’i dile getirmemiz varoluşumuzun doğal sonuçları. Başka türlüsünü bilmiyoruz çünkü. ‘Satacak yapıt’ ya da ‘yapıtı satmanın’ yolları nedir, ne değildir, onu da bilmiyoruz. O halde kırmızıya ve gökkuşağına yürümeye devam edeceğiz şiirle.

A. H. E: Şiirle, evet, bu önemli.

S. A: Şiir bir üst dil’dir çünkü, o yüzden şiirle yürüyeceğiz; şair tarafından yaratılan, gündelik dili aşan, öteleyen, farklılaştıran, dönüştüren vb. nitelikleriyle fark edilen bir üst dil. Araçları dil’in araçlarıdır. Özel kullanımları, mecaz, metafor, benzetme vb. işlevselleştirerek şair kendi varlığını, yani şiiri cisimleştirir.  Ritim bu yapının kurucu öğelerindendir. Şiir’den bütün sanatlara ulaşılabilir. Ya da bütün sanatların varacağı yer şiirdir. Bu yüzden Hegel, sanatları sıralarken en üste şiiri konumlandırmıştır. Şiir, hakikatin dilsel temsilidir. Ya da burada söylemediğimiz her şeydir. Kant’a bin selam göndererek; “şiir, şiir’dir!”

A. H. E: Şiiri özetleyen güzel bir tanım oldu bu. Ben de şunu eklemeliyim ki, her şairin ‘şiir nedir?’ sorusunu kendine sık sık sorması ve yanıtını geç de olsa,  öncelikle kendisi için bulabilmesi, bulması bir zorunluluk. Ben kendi adıma bu yanıtı yeni yeni bulduğuma inanıyorum. Şiirin bir tanımı varsa eğer, o tanım benim belki de farkında olmadan kurduğum, kurmaya çalıştığım poetika ile direkt ilgilidir. Ben bu tanımı kimilerinin yaptığı gibi aforizmatik ve süslü sözcükler kullanmak yerine ‘ortada anlamın, köşelerde zeka, dil ve ironi’nin sonrasız bir döngüyle hazır olduğu bir üçgen’le yapıyorum şimdilerde. Aslında yazılan her sıkı şiir, şiirin tanımını yeniden yapabilir, bu tanıma yeni eklentiler sunabilir, en kötü ihtimalle. Şiirin çok fazla tanımı var bu yüzden de; hepsini seviyorum. Tam da bu bağlamda, senin şiirini ‘anlam odaklı’, anlamın birinci planda olduğu bir şiir olarak gördüğümü belirterek, anlam nedir? sorusunu sormak istiyorum sana da.

S. A: Şiir’de anlam, bizatihi şiirin kurduğu bir sezgidir. Yani sezilir… Çünkü şiir bir üst dil olarak kendiliğini yapılandıran dilsel bir ifadeyse, anlam da bu ifadenin içerisinde sezilebilen bir öğedir. Şiirde anlam yoktur, gereksizdir ya da anlam, rastlantısaldır savları bile o sezgiye dahildir. Şiirin anlamı didaktik, epik vb. sıfatlarla yaftalanamaz. Çünkü şiir, bu sıfatlarla ya da kavramlarla sınırlandırılamayacak kadar kapsayıcıdır. Öznel ya da nesnel anlamın, ritme ve sözdizimine, mecaz ve metaforlara bağlanmış ve diğer söz sanatlarıyla evrilmiş, şairine özel ve fakat insan’a, onun varlık haline, varoluşuna ve hakikatine dair bir sunumu, sözel formu ve özgün iletisidir. Aslında anlam, şairden özge algılayıcının, okurun atfettiği bir değerdir. Bir yönüyle şairi de şiiri de bağlamaz. Zaten şair kendi hakikatini dil’e getirmiştir. Yani insan’a, ben’e ve onun varlık hallerine dair bir anlam bina edilmiştir. Gerisi okurun, algılayanın anlam verebilme, anlamlandırma yetisine bağlıdır.

A. H. E: Anlamı besleyen öğeler olmalı o halde. Şiirin tanımını yaparken, kendi adıma, zamanla anlamı merkeze almayı öğrenmekle birlikte, zeka, dil ve ironiyi, elbette diğer bileşenleri de göz ardı etmeden, ikimizin de üzerinde özellikle durduğu anlam’ı açmak gerekiyor bence. Benim için şiir, odak noktasında mutfağın yer aldığı, etrafında da şimdi sözünü ettiğim diğer oda ve balkonların turladığı karkas halindeki bir inşaattır; tıpkı bir atomun, ahengini hiç bozmayan ve çekirdeğinin etrafında dönenip duran parçacıkları gibi. Anlam (mutfak) ortada olduğu sürece sorun yoktur yani. Bütün bu bileşenlerin, şairin de kontrolü altında, anlamı, çıkışı rastlantısal bile olsa, kontrol altına alacaklarına, onu topyekun bir çabayla algısal bir gerçekliğe de dönüştüreceklerine kuşkum yok. Bize ayrılan sayfalar da bitmek üzere olduğuna göre, şuraya gelebiliriz izin verirsen; şiirde başat öge anlam’sa, sana göre anlamı besleyen yardımcı başka öğe/öğeler var mıdır, nelerdir?

S. A: Benim uydurduğum ve gerekli olduğunda hep andığım, hatta Çinli kardeşlerimize atfedip bir Çin Atasözü diye kendimi de kandırmaya çalıştığım bir tümcem vardır: “Şiir, evrendeki on bin şeyi birleştirir!”

Dolayısıyla evrende belirleyebileceğiniz her şey, maddi olan veya maddenin ötesine ulaşıp metafizik niteliğiyle öne çıkan, hayata ve insana, varlığa ve varoluşa dair her şey şiire, anlama dahildir. Benim şiirim tam da bu niteliğiyle ifade edilmiştir. Bakan görür, okuyan bilir ve sezer… Şiir, insan ve dünya ve evrendir…

 

 

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir