“İnsanın aklı kendine düşman olur mu? Benimki öyle” Yol/ Yılmaz Güney
İnsan kendiyle arasına bir korkuluk çekmeli bana kalırsa. Öteki türlü kendinden kurtulamaz. Duygusal karmaşaları onu öleme kadar sürükler. Yani ölmese bile sürükler. Sürüklenmek, dozuna göre insanı kızdırır, saldırganlaştırır, acı verir hatta delirtebilir. O zaman başa dönelim, insan kendiyle arasına bir korkuluk kurmazsa ölebilir. Gerçi kurarsa da ölebilir…
Diyebiliriz ki insana en büyük düşman yine kendisidir. Artık bu söz tartışılmıyor bile. Genel kabul görmüş durumda. Duygular doğuştan gelir fakat, düşünmeyi öğrenmen lâzım. Düşünmek bir kondisyon işidir. Soru sormak, o kondisyonun belki de ulaştığı en yüksek noktadır. Bizi hep aynı kavramların içine sıkıştırıp tıkıştırıyorlar. Özgün ve hayati sorular sormayı öğrenerek bu sıkışıklıktan çıkabiliriz. İnsan kendine ait olan, kendisinin ‘biricik’ sorularını bulmalıdır. İşte beton korkuluk bizi kendimizden korur. Koruyamazsa, gerisi bilinmez gibi geliyor bana. Her hâlde ölüm gelir üzerimize oturur.
Anneler hem balkon isterler, severler, hem de korkarlar ondan. Çünkü çocuklarının aşağı düşme endişesini taşırlar içten içe. Çünkü çocuklar soru sormadan yaşarlar, dümdüz, bodoslama. Heyecanları onları yönlendirir. Hisleri, içgüdüleri… Coşkuları önlenemez. Soruları kaldırdığında, ‘korkuluk’ da kalkmış olur. Bir çocuğu balkonda kimse yalnız bırakmak istemez. Soru yoksa, korkuluk yoksa ölüm gelebilir. Gelmese de bize kendini hatırlatır.
İnsan kendi sorularını bıçkıhaneye gidip kestirmelidir. Kendi kesmeye kalktığında ellerine en azından kıymıklar batar ya da istediği şekilde kesemez. Çünkü sorular ellerimizde değil aklımızdadırlar. Elimize aldığımızda batabilir. Kendine soru sormak kanatabilir. Serinkanlı olmak gerekir. İşte beton korkuluk bu işe yarar. Sizi serinkanlılıkla delirmek arasında tutar. Yoksa ölüm yine gelebilir.
“İnsan sorduğu sorularda kendinden bir şeyler bulur.” der Malraux, doğrudur. Hayat ölümcül bir bilgiyken insanoğluna, soru sorup araştırmamak çok tuhaf görünüyor bana. İnsan kendini kobay olarak kullanmamalı, fakat hep böyle oluyor. Küçük ama işlevsel, kendine ait olan sorular lâzım herkese. Ne kadar butik o kadar iyi. Kitaplar bilginin koynudur aslında. O koyunda sorular da yatar, ezber bilgiler de… Bunu seçebilmek için bile doğru ve gerçek sorulara ihtiyacımız var. Aslına bakarsanız sormadan yaşanmaz. Sorsan da yaşanmayabilir aslında. Fakat sormazsan ölüm daha kolay gelir.
Kendini tedirginlik, kaygı, endişe, korku ve kuşku içinde bırakmakla eline bir takım psikiyatrik durumlar dışında bir şey geçmez. Kendine sararsın bu sefer. Abur cubur sorulardan kurtulup ‘gerçek’lerini bulman için fazla zamanın yok. Eğer temel soruların koşullara göre değişiyorsa, onları tekrar bir gözden geçirmenin zamanı gelmiş demektir. Zaten zamanı gelen soru kendini sana sordurur. Eğer öyle olmuyorsa kusura bakma ama, bakar kör, duyar kör, dokunur kör, koklar körsün demektir. Duygularına, düşüncelerine körsen, ölüm gelir yakınına bir yere yerleşir.
Kendi zamanından çalma da ne yaparsan yap. Belki de kendine yapabileceğin en büyük düşmanlığı yapıyorsun zamanını çalarak. Dönersin başa, Yılmaz Güney başa. Düşmandaşız. Yani aynı düşmanlara sahibiz: Ben. Kendi ben’in düşmanınsa, ölüm hiç gitmemek üzere gelir, tenine girer. Artık ölmesen de olur. Çünkü kabullenmişsindir ölümü.
İnsan kendini süzmezse onu kimse süzemez. Sadece hayat süzmez bizi, sanat, bilim belki de en ince süzgeçlerdir. Sorularla da süzeriz her şeyi. Süzmezsen, ölüm gelir seni alıp süzülmüşlerin arasına koyar. Orada tek soru vardır: “Biz öldük mü?” Bazen yaşarken de duyar insan bu soruyu. O zaman, “beton korkuluk”a ihtiyacı kalmamıştır.