Bir şeyin kurtarılması, kurtarılacak olanın içerisinde bulunduğu ahvalin vahametini vurgular öncelikle. Bu durum, kurtaran ile kurtarılan arasındaki ilişkinin de önemini ortaya koyar. Kurtaran, eğer elini çabuk tutmazsa, kurtaracağı bir şey kalmayabilir. Ya da kurtarılacak olanın son demlerinde, bir müdahale ile yeni ufuklara, kurtuluşa ve belki de yeniden doğuşa ulaşmak mümkündür. Bir diğer önemli nokta kurtarılacak olanın varlık hali; kendini gerçekleştirdiği ortam ile arasındaki vital ilişki, illiyet bağı, etkileşimler ve sonuçlarıdır. Dolayısıyla kurtarma ediminin bizatihi kendisi, kurtarılacak olanın varlığa gelişiyle ilişkilenecek, bu ilişkiye kurtarıcı öznenin hakikati eklenmek zorunda kalınacaktır. Diyesim, kurtarma eyleminin kendisi ve işlevleri, oldukça kalabalık ve kaotik bir bağlam tanımlayacak ve her şey bu bağlam içerisinde gerçekleşecektir.
Şimdi, yazı başlığımıza dönersek, şiiri unutmadan ama öncelikle caz’ı kurtarma edimine ilişkin çıkarımlarda bulunabiliriz. Caz, kökeni ve kurucu öğeleriyle birlikte irdelenmesi gereken son derece üretken ve devingen müzik türlerinden biridir ve diğer müzik türleriyle etkileşime açıktır. Zaten doğaçlama niteliği göz önüne alındığında, kendi içerisinde de her an değişen, dönüşen bir müzikal deneyim söz konusudur. Zaten sıkı caz müzisyenleri, bir caz şarkısını iki gece aynı şekilde seslendirmezler. Her icrada nüanslar ve yenilikler olacağı kesindir neredeyse. Ancak bu durumun olumsuz sonuçları da vardır. Caz, içkin doğasından ve niteliklerinden farklılaşarak, popüler kültürün ve tüketim mekanizmasının bir öğesine dönüşebilir. Nitekim Adorno’nun caz’ı popüler ve kitle kültürünün bir unsuru sayıp hakir görmesi, aşağılaması da benzer bir yönsemenin sonucudur. Caz, etkileşime açık bir tür olarak diğer müzik türlerinin hegemonyası altına, bir süre sonra özgürleşmek koşuluyla, girebilir. Ancak bu hegemonik durumun olmazsa olmaz koşulu, caz’ın oluşturucu halet-i ruhiyesinden taviz vermek ve egemen sistemin koşullarına, taleplerine teslim olmakla ilişkilidir. Yani caz’ı kullanarak popüler tüketim kültürüne hizmet edebilir ve parsayı toplayabilirsiniz. Ya da püriten bir caz müzisyeni olarak inatla var olmaya çalışabilirsiniz. Ancak kaçınılmaz bir fenomen olarak, “sıkı” bir caz müzisyeni olsanız ve bir milyon nota bassanız bile sizi sadece üç kişi dinleyebilir. Bu durumun karşıtı olarak popüler ve tüketim kültürüne teşne bir müzisyen olup, üç notaya basıp bir milyon kişiye de ulaşabilirsiniz. İşte böylesi bir sınır durum, soru ve sorunun odak noktası olacak; vereceğiniz yanıt ya da tercihiniz ulaşacağınız sonucu imleyecektir.
Bugünlerde vizyonda olan ve oldukça “parlatılan” yönetmen Damien Chazelle’in “La La Land(Aşıklar Şehri)” adındaki filmi tam da bu sınır durumu, kendince sorgulayan bir yapıt. Filmimizin iki kahramanı var; Sebastian 21. yüzyılda insanların geleneksel caz müziğini umursamasını sağlamaya çalışıyor, Mia ise oyuncu seçmelerinde şansını denemek istiyor. Kader sıkışık trafikte bu iki insanı rastlaştırıyor ve film başlıyor. Açılış sahnesinden itibaren müzikal atmosferi içerisinde ilerleyen film, özel efektleri, özellikle kahramanlarımızın yıldızlar arasındaki dansı, vodvil ve fars arasında salınan kurgusu, mizahi salınımlarıyla, katışıksız bir Hollywood filmi. Ara sıra caz müziği ve tarihine direkt göndermelerle “Caz’ı neden sevmez insan?” sorgulamasının yapılması, hayal ve arzularının peşinde koşma istencinin yüceltilmesi de bir yerden sonra kabak tadı veriyor. Püriten caz’ın varlık halleri, örneğin yanlış nota bastın diyen birisine revolveriyle ateş ettiği rivayet edilen caz müzisyeni anekdotu ya da solosuna başladığında “Bir fikri var trompetçinin.” savları, görüntü yönetmeninin maharetiyle seyirciyi kavrayabiliyor. Ama filmin devamında, bize göre oldukça uzun tutulmuş anlatı içerisinde neredeyse boğuluyorsunuz. Hele de salon klimaları kutuplardaymış gibi çalışıyorsa ve sauna etkisiyle ter içerisinde kalmışsanız, bir an önce soğuğa, ayaza çıkmayı arzuluyorsunuz. Filmin bir diyalogunda, yazımızın başlığındaki soru tümcesini kuran popüler müzik üreticisi eleman, “Nerde gençler, nerde çocuklar?” diyerek, Sebastian’ın püriten caz duygusuyla matrak geçiyor ve onu da kendi popüler müzik dünyalarına davet ediyor. Bu uğursuz davete icabet eden Sebastian, bir an sonra sahnede ve popüler soslara bulanmış müzik icra ederken buluyor kendini. Ama ne gam; birçok dinleyici “Eller havaya!” yönlendirilmesiyle eğlencenin dibine(!) ulaşıyor. Bu sekans, best seller olan ve metalaşan ürün ile kendi hakikatini var kılan ve çok satmayan yapıt arasındaki trajik gerilimi de göze getiriyor. Bu analojiden hareketle, yazı başlığımıza koşut bir başka soru daha oluşuyor: Şiiri sen mi kurtaracaksın?… Aslında bir kader birliği ve bağından da söz edilebilir. Caz ve şiir, bu anlamda yoldaş ve hısım sayılabilir. Satmayan şiir kitapları, metalaşan yozluğun belki de en sert direnç noktalarıdır. Sistemle bütünleşmiş “büyük” yayınevleri, şiir kitabı basmamayı ilke haline getirirken, şiir basmak için kurulan “küçük” ve inatçı yayınevleri Spartaküs’ün soyundan gelmiş olabilirler. Yani direniş, caz ve şiir için koşut bir ontolojik bağlamda sürecektir. Ve filmimiz bu sekanstan sonra hayallerinin peşinde koş ya da sisteme teslim ol melodramı kıvamında ilerleyecektir. İşte trajedi de buradadır: Perdede göze gelenin alt ve derin mesajı, hayallerinin peşinde koş sosuyla sunulurken, gişe ve Oscar ödül hedefleri bu savın bir “sos” olmaktan öte gerçekliği olmadığını haykıracaktır.
Uzatmadan, çünkü uzatmaya değmeyecek; kültür emperyalizmin şahikası olan, her şeyin dozunda ve nabza göre ayarlandığı, izledik ve hayallerimizin peşinde koşalım geyiğine gömülmenin kaçınılmaz olduğu ve bütün hakikatin popcorn paketinin hışırtısı içerisine gömülerek güme gittiği bir film. En çok caz’a ihanet eden; caz gibi saltık bir varoluş halinden çıkmış müziği de mezeye dönüştüren bir seyirlik. İyi gişe yapacağı, hatta Oscar dahil ödüller, 7 Altın Küre ödülü var mesela, alacağı da şimdiden olası olan bu film, çünkü sistemin bekası bu sürece bağlıdır, karaşın ve caz ritimlerini, doğaçlamanın ve jam session’un özgürleştirici etkisini varlığında duyumsayanlar için mutlak bir zulüm aracına dönüşüyor. Ancak sorunun acımasızlığı orta yerde salınmaya devam etmekte. Evet, caz’ı ya da şiiri sen mi kurtaracaksın?
Açık konuşalım; eğer ki bir kurtarılma ümidi olacaksa, bu ümidin filmi izleyen ve öfkesi daha da kararan, eli kutusundaki trompetine ya da saksafonuna uzanan, durdurulamaz bebop akorları basmaya meyilli, kesinlikle karaşın ve hizayı mutlak olarak bozan ruhlardan neşet edeceği söylenmelidir… Koşut bağlamda ise şiiri bir hayatta kalma sorunu olarak gören, sahici ve samimi ve elbet karaşın şairler sözcüklerini cepheye sürecektir. Yoksa şiir diye yığma çöp üreten veya popcorn paketinin dibindeki son mısırı da almayı unutmayıp, yağlanmış ellerini yalayan ya da sevgilisine yalatan günümüz tüketim çılgınlarından değil…
Bir de şu; kültür emperyalizmin ve tüketim endüstrisinin gösterdiği, çeşitli soslara bulayıp sunduğu hiçbir şeye, sorgulamadan, inanmayınız. Eğer inanırsanız ve popcorn yemeye, ki mısır “GDO”’lu bir üründür, devam ederseniz, anlağınızın zayıflayacağı, nöronlarınızın hızla azalacağı ve beyninizin küçülerek, kulağınızdan akıp popcorn paketine düşeceği mutlak bir gerçektir; unutmayınız lütfen!…
Ya da şu: eğer şiir yazıyorsanız, kimsenin şiir okumadığı savlanan, en büyüğünden en küçüğüne bütün yayınevlerinin satmaz diyerek şiir kitabı basmaktan vazgeçtiği günümüzde, caz ile şiirin birinci dereceden hısım ve yoldaş olduğunu unutmayınız. Hele de adı ‘jazz’ olacak bir jam session dosyası hazırlamışsanız, işiniz çok daha zor… İyi ki MedaKitap var ve adını ‘jazz’ koyduğum, jam session’lardan oluşan bu şiir dosyamı büyük bir heyecanla karşılayarak, kitap haline dönüştürmekten onur duyacaklarını ifade ettiler!..
Caz’ı ve şiiri kim kurtaracak, bilmiyorum. Ama herkes bilsin; hem şiir yazmaya hem de caz dinlemeye ve jam session ile kendi ruhumun ve sözcüklerimin ulaşabileceği yaratıcı deneyimin sınırlarını zorlamaya devam edeceğim.
Çünkü ben de bir zenciyim!..