Edebiyat türleri arasındaki farklılıklar, ortak malzeme dil olmasına rağmen, dilin kullanım şekillerinden ve türün tekniğinden kaynaklanır. Kimi türler birbirine yakınlaşırken, kimisi ise uzaklaşma eğilimindedir. Öykü ile roman arasında dil kullanımı ve teknik açıdan görece bir ortaklıktan söz edilebilir. Buna karşılık şiir, bambaşka bir bağlam oluşturur. Şiirdeki dil kullanımı, teknik, ifadelendirme pratiği içkin özellikleriyle roman ve öyküden çok farklıdır. Her ne kadar anlatma (narrative) olgusu kökensel bir ilişki kursa da, anlatmanın formu ve sonuçları sıra dışı, çok parametreli ve değişkendir. Zaten anlatma gereksinimi duyan ben’in, “normal” olandan farklı bir ontolojik bağlama ait olduğu, hatta bir tür anomali olduğu söylenebilir. Gündelik hayatın sıradanlığı içerisinde, gündelik dilin sınırlarını zorlayarak yeni bir dil yaratmak ve o dille, insana dair hakikatin çeşitliliğini ifadelendirmek, deyim yerindeyse, var olanlarla yetinmemenin sonucudur ve kesin olarak sıra dışı bir olgudur. Yazar, bu sıra dışılığı ifadelendirdiğinde, iletişimin ortak öğesi olan uzlaşımsal dilden farklılaşmaya başlar. Son kertede yeni sözdizimi (syntax) ve anlam (semantik) katmanları olan kendine özgü bir dil yaratılır. Bu dilin oluşumunda birçok öğe etkin ve işlevseldir. Yazarın varoluşuyla ilişki içerisinde gerçekleşen algı deneyimi ve sonrasında algı içeriğini dışlaştırma edimi, kurulan yeni dilin yapılandırıcı öğesidir. Yazar, dilin büyük uzlaşısını ortadan kaldırıp, uzlaşımsal olandan farklılaşarak özgün dil tasarımını, sözcükler ile onların gösterdikleri arasında yeni ilişkiler tanımlayarak ifadelendirir. İşte bu yeni dil, dil ile yapılan sanatın, yani edebiyatın varlığının olmazsa olmaz (sine qua non) koşuludur.
Yazarın ifadelendirdiği dil, uzlaşımsal olan dil dizgesi ve süregiden hayata etki eden her şeyle etkileşim içerisindedir. Bu durum ben’in varoluşunun çok öğeli süreçselliğine ve ben ile dışındaki her şeyin, real ile irrealin, sözcükler ile şeylerin etkileşimli birlikteliğine içkindir. Ben’in tekil varlığı, varoluşu, bu özgün dil ile görünür kılınırken, yapıtın kurgusallığı formu belirleyen etkin öğedir. Aslında vurgulamak istediğimiz, yapısalcı terimlerle ifade edersek, dil (language) ile söz (parole) arasındaki ayrımdır ve yazarın ifadelendirdiği özgün dilin, dil dizgesinden daha çok söz’e yakın olduğudur. İnsana, insanın varoluş hallerine dair öznel deneyim ve anlamların Öteki’ne aktarımı, yazara ait söz’ün kökeninde yer alırken, eş zamanlı olarak yazma ediminin nihai amacını da oluşturacaktır. Ancak bu nihai durum bile türler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaz. Aksine bu farkların bilincine varmak, algıya içkin yapıtın, insana dair hakikatin bir yönünü, bir katmanını nasıl aktarabildiğini, Öteki Ben’lerin bu özgün dil deneyimi ile kendilikleri arasında nasıl ilişki kurduklarını irdelemek çok daha önemli ve işlevseldir. Diyesim şiir ile öykünün/romanın, şair ile yazarın, türlerin içkin özellikleri ve teknikleri odak alınıp, yakınlaştıkları ya da uzaklaştıkları an’ların irdelenmesi, bu teknik farklılıklar üzerinden insana dair hakikate ve varlık hallerine ne şekilde temas ettiklerini, geçişim sağladıklarını açımlamak ilgi çekici bir olgudur. Bu belirleme eleştirmen için analizi önceleyen bir koşul sayılabilir. Ancak okur için de böylesi bir gereklilikten söz edilebilir. Ki bu gereklilik yerine getirildiğinde türler arası farkların, son derece işlevsel ve geçişken bir olguya dönüştüğü görülecektir.
Şiir ile öykü arasındaki majör farkın metafor olduğu savlanabilir. Şiir, metaforla var olur. Metaforun olmadığı an, şiirden uzaklaşıldığının işaretidir. Öykü ise kökensel olarak anlatıya dayanır. Anlatıyla, düz yazı veya metin ile metafor yaratma olanaklı olsa da, şiirin metaforuyla metinsel metafor arasında önemli ve kökten ayrımlar olduğu açıktır. En azından teknik olarak ve kullanılan sözcük sayısı açısından büyük fark vardır. Şiirde, neredeyse en az sözcükle en sarsıcı metaforlar yaratılırken, hatta şiirin başarısı bu olguya bağlıyken, öyküde bir metafor yaratmak için çok daha fazla sözcüğe gereksinim duyulur. Bu durum insana dair varlık hallerinin, ontolojik kiplerin ifadelendirilmesinde, ki edebiyatın ve sanatın böylesi bir işlevi olduğunu düşünüyoruz, şiir ile öykü arasındaki, tekniğe ilişkin, başat farktır. Her ne kadar anlatma(narrative) ortak öğe olsa da, şair ile öykü yazarı, tekniğin oluşturucu öğelerinin farklılığı nedeniyle “ayrışmak” zorundadırlar. Ancak bu, mutlak ve zorunlu bir ayrışma, ayrılık değildir. Şairin öyküye, öykü yazarının şiire yaklaştığı an’lar elbet ki vardır, olacaktır. Bu durum kimi zaman, olumsuz anlamda, bir zaaf olarak algılanabilir. Ancak gerçekten bir zaaf mıdır, yoksa ifadelendirmenin yeni bir olanağı mıdır, düşünmek gerekir. Teknik açıdan bu yakınlaşma halinin edimsel sonucu, türe içkin ve fakat karşıt bir işlem gerektirir. Şair, en az sözcükle yarattığı metaforu “açımlayarak”, metaforun etkisini, potansiyel ve görünmeyen sözcükleri görünür kılarak, işlevselleştirebilir. Öykü yazarı ise tam tersi bir işlem uygulamak durumundadır. Şiire göre çok daha fazla sözcükle oluşturulmuş öykü, deriştirilerek metaforlaştırılabilir. Ya da öyküde “yaygın” metafordan söz etmek gereklidir ve salt sözcüklerin niceliğinden hareketle bir değerlendirmenin anlamlı olmayacağı savlanabilir. Yani bir genelleme yapmak ve genellemenin, her koşulda doğru olduğunu savlamak olası değildir. Ancak ortak olan biricik olgunun insana dair hakikatin ifşası olduğu açıktır. Teknik, tür vb. nitelikler ne kadar farklı olursa olsun, insana dair hakikate, ben’e içkin ve özgün bir deneyimle ulaşılmış ve ifadelendirilmişse, bu ifadenin Öteki Ben’lerde yankılanacağı, karşılığını bulacağı açıktır. Bu savın ülkemiz ve dünya edebiyatında birçok “etkileyici” örneği vardır. İlk anımsadığımız Körleşme(E.Canetti) romanındaki Prof.Kien karakteridir. Sayfalar boyunca Prof.Kien’in yaşadıklarına şahitlik eden okur, finaldeki metafor ile paramparça olur. Bu parçalanış, hem Prof.Kien’e aittir hem de okurun kendi varlık hallerine ilişkindir. Ayrımsızca savlamak gerekirse, her okur, kütüphanesinin ortasında, en çok değer verdiği kitaplar yanarken kahkahalar atan ve onlarla birlikte yanan Prof.Kien’in “derdine” ortak olur. Düzyazı ile oluşturulmuş bu metafor, edebiyat tarihinin en görkemli finallerindendir ve kesinlikle şiire dahildir. Yazarın onlarca sayfaya yaydığı ve fakat bir yandan da deriştirdiği bu varlık hali, son kertede türsel farklılıkları ortadan kaldıran bir güçle okurun varoluşuna temas eder. Körleşme’yi okuyan her okur, Prof.Kien’in kahkahalarında kendi umarsızlıklarını duyar ve duyumsar. Yazar, metni ile bu duygudurum ortaklığını, varlık halini ve ontolojik aporia’yı(1) Öteki’ne ulaştırabilmiştir. Tam da bu anda bir şairi ve dizesini anımsarsak, derdimizin daha açık seçik ortaya çıkabileceğini savlayabiliriz. Şair Edip Cansever’in “ne gelir elimizden insan olmaktan başka/ ne çıkar siz bizi anlamasanız da…”(2) dizeleri, sanki Prof.Kien’in geride bıraktığı tek tümcelik vasiyetidir. Yazar Canetti, insana dair böylesi bir hakikati roman boyunca ifade etmiş ve müthiş bir finalle sonlandırmıştır. Şair Cansever ise, tek bir dizede benzer duygu durum ve varlık halini yaratmış, bu ontolojik aporia’yı ifadelendirmiştir. Bu saptamada niceliğin hiçbir önemi olmadığının altını çizelim. Sayfa ya da sözcük sayısının teknik nitelik dışında, hele de bizim vurgulamaya çalıştığımız olgu açısından, hiçbir önemi yoktur. Her şeyin hız ve nicelikle tartımlandığı güncel dünyamızda, bir yanlış algıya mahal vermemek için, bunu bir kez daha vurgulama zorunluluğu duyumsuyoruz. Sorun tekniğin ve niceliğin dışında, niteliğe ve öze ilişkindir ve bu bağlamda algılanmalıdır. Bir başka örnek vermek gerekirse, Anayurt Oteli (Y.Atılgan)’ndeki Zebercet karakterinin varlık hali, yine Edip Cansever’in bir dizesiyle ortaklaşır. Edip Cansever, “Ben Ruhi Bey Nasılım?” kitabında, “gömdüm hepsini geliyorum/bütün ölülerimi gömdüm, geliyorum.”(3),der. Zebercet ’in mutlak yalnızlığı ve insansızlığı, bu dizelerle tamamına erer gibidir. Bütün ölülerini gömmüş olanın, yaşayanlarla ortak bir ilişkisinin olamayacağı açıktır. Bütün ölüler gömülmüştür ve hayat bütün ölülerini gömenin dahil olamadığı, kıyısında öylece kalakaldığı mutlak yalnızlıktan başka bir şey değildir. Yine bir başka şairin, sevgili kardeşim Özer Aykut’un bir dizesi, sanki Zebercet’ in ontolojik aporia’sını dillendirir: “yalnızken yaptıklarımı kim bilebilir…”(4) Özellikle Zebercet’in o kadının odasında, mutlak yalnızlığıyla baş başa kendini tatmin ederkenki varlık hali, Özer Aykut’un dizesinin ontolojik bağlamını oluşturur. Şiir ile metnin, insanın hakikatine ve trajik gerçekliğine, tür ve teknik farklara rağmen, temas edişinin çarpıcı örnekleridir bunlar. Bir örnek daha vermek gerekirse, Emily Brontë‘nin 1847 yılında Ellis Bell mahlası ile yayımlanan romanındaki Heathcliff karakteri, edebiyat tarihinin en sıra dışı, tutkulu aşıklarından birisidir. Roman boyunca öylesine umarsızlıklar içerisinde kalan ve son kertede tutkulu aşkının patolojisiyle bir zalime dönüşen Heathcliff, betimi zor bir aşkın ve trajedinin majör öğesidir. Heathcliff’in sayfalar boyunca betimlenen bütün deneyimleri, bir halk türküsünde, son derece yalın bir tek dizeyle ifade edilir. Muharrem Özdemir’e ait “Saçlarından Bir Tel Aldım” adlı türkü formundaki yapıtta yer alan “ben seni sevmişim, eyvah” dizesi, sanki Heathcliff’in yaşadıklarının özetidir. “Eyvah” ünlemi, bütün yaşanacakların imidir aslında. Sevmek gibi olumlu bir edimin, tedirginlik, korku, heyecan vb. duygu durumlarını imleyen “eyvah” ünlemiyle bütünleşmesi, her zaman trajik bir olgudur. Bu bağlamda sevmek, bir tür tükenişin, tedirginliğin, korkunun, bilinemezliğin, yokluğun, yok oluşun ve patolojinin imine dönüşür. Vazgeçmenin mümkün olmadığı, olamadığı bir realitedir söz konusu olan. Nihai olan sevmiş olmaktır ve bu edimin bedeli öylesine yaşantılarla ödenecektir ki, “eyvah” ünlemi sonun başlangıcındaki kefareti adlandırabilir. 1847 yılında yayımlanan roman ile 1972 yılında bestelen yapıt arasındaki ilişki, aşık ile maşuk arasındaki trajik ve kaçınılamaz ilişkinin zamana aşkın imidir. Bütün bu ortaklıkları sağlayan olgunun, bize göre, İnsan’a ve O’nun varoluşundaki aporia’ya ait varlık hallerine karşılık geldiği ve etkinleştiği açıktır. Dolayısıyla türe içkin teknik farklılıkların bu bağlamda işlevsizleştiği savlanabilir ve örnekler de çoğaltılabilir. Ancak yukarıdaki örneklerimiz bile türsel farklılıkların, anlatma(narrative) gereksinimi ve İnsan’a ait varlık hallerinin ifadelendirilmesinde çok da önemli olmayan teknik bir ayrım olduğunu göstermektedir. Asıl sorun ve başarı, bu ontolojik aporia halinin yetkin ve etkileyici bir şekilde ifadelendirilmesi, Öteki’ler üzerinde etkilenimde bulunabilmesidir. Andığımız örnekler bu olguyu başarıyla, yetkinlikle ve zamana aşkın olarak görünür kılmışlardır. Şimdi, bu bağlamda, son derece ilgi çekici olan bir yazara, Hasan Ali Toptaş’a ve O’nun Yalnızlıklar’ına değinebiliriz.
Hasan Ali Toptaş’ın yetkinliği ve yaratıcı yazarlığı üzerine görüş belirtmeye gerek yoktur. Çünkü yapıtlarıyla, gerek öykü gerekse de roman türünde zamanımızın en etkileyici, merak edilen yazarlarından birisidir. Yapıtları ve yazarlığı üzerine birçok metin üretilmiş, savlar ileri sürülmüştür. Ancak yukarıda serimlediğimiz bağlam açısından Hasan Ali Toptaş’ın yapıtlarının analizi, bizce, ilgi çekici bir olgudur. Yazarın öykü ve romanları bu bakış açısıyla irdelenebilir ve metinlerde var edilen yaygın metaforun neliği ortaya konabilir. Ancak, biz, öykü ve romanların dışında kalan, “tematik” bir kitabı vurgulamak istiyoruz. Genel anlamıyla metin üreten yazar, bu kitabıyla, insanın arkaik varlık hallerinden biri olan yalnızlık olgusundan hareketle şiirin yurduna meyletmiş, bulduğu yeni topraklarda İnsan’a dair hakikatin farklı temsillerini oluşturmuştur. Hasan Ali Toptaş’ın Yalnızlıklar adlı kitabı, vurgulamaya çalıştığımız bu olgunun etkileyici bir ifadesidir. Öykü ve romanlarında yaygın/metinsel metaforun yetkin örneklerini oluşturan yazar, Yalnızlıklar’da şiire özgü metaforun başarılı örneklerini, tematik bir duygu durum halinden hareketle ifadelendirmiştir. Yazarın biyografisinde “Şiirsel Metin” kategorisiyle nitelendirilen bu kitap, aslında şiirin metin olma hali ya da metinden şiire ulaşabilmenin olanaklarını sınayan bir betiktir. Şiire emek veren ya da şiirin azabında ruhlarını terbiye edenlerin, yani sahici ve sıkı şairlerin, bir kısmının metinlere mesafeli oldukları, metnin kendine özgü aura’sını deneyimleyemedikleri söylenebilir. Bu durum, sanatsal yaratıyı İnsan’ın varoluşuna dair bir bütün olarak nitelendirdiğimizde, söz konusu şairler için, önemli bir eksiklik sayılabilir. Şiirin “Aşk”, öykü ve romanın ise “evlilik” olduğu yönünde rivayetler varsa da, bu rivayetlere inananların Hasan Ali Toptaş’ın Yalnızlıklar’ını okumalarını önermek gerekir. Bizim için de süreç böyle gelişmiş, öncelikle Yalnızlıklar’ı okuduktan ve bu şiirsel metnin çekimine kapıldıktan sonra Hasan Ali Toptaş’ın diğer kitaplarıyla, anlatısıyla, metinleriyle temas etmeyi başarmışızdır. Eksikliğin ve kusurun tamamını kendimizde görüp, Yalnızlıklar’ı, Hasan Ali Toptaş’ın anlatı evrenine bizi ulaştıran ulak olarak değerlendiriyoruz. Zaten bu metin, Yalnızlıklar’ı ve Hasan Ali Toptaş’ın diğer verimlerini okuduktan bunca yıl sonra, salt bu ulaklığı ifşa etmek ve önceki sayfalarda andığımız İnsan’ın hakikatine dair ontolojik hallerin, türsel ve teknik ayrımların dışında, de facto bir olgu olarak, Öteki Ben’ler üzerinde nasıl etkinleşebildiğini, betimleyebilmek için yazıldı. Başka türlüsü olabilir miydi, emin değiliz? Ancak kesin olan, aşağıdaki alıntıları dikkate aldığımızda, Yalnızlıklar’ın ulaklık işlevini, en azından bizim için, başarıyla yerine getirmiş olduğudur.
“ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hala gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır,
bakışın, uzanışın,
gülüşün…
ama yalnızlığın kelimeleri yoktur.,
o, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.” (5)
“görmek inanmanın en geniş kapısıydı.” (6)
“yalnızlık, sizin size yokuşunuzdur.” (7)
“babalar ki,
bizde bitmeyen upuzun tiratlardır;
…
babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır.” (8)
“ve şuramda
bir gökyüzü sürekli kuşsuzluğa doğurur kendini
ve eşyalar
aslında birer boşluk olduklarını anımsarlar ansızın” (9)
“ve suların unuttuğu yunus hıçkırıkları vururdu alnıma
dudaklarımdan tuz kervanları yürürdü.” (10)
“yazılmamış kitaplardır ölüler.” (11)
“hiç kuşkusuz, dünya ölülerle ağırdır;
Ve yeryüzü onlarla kalabalık.” (12)
“şimdi sen,
camlarda birbirini gagalayan kırlangıç çığlıkları” (13)
“tutkular ki,
içimizin içinde oturan en büyük sahiplerimizdir;
yüzümüzü yüzlerine
kendi ellerimizle giydirdiğimiz.” (14)
“aşklar ki,
yüzyıllardır vazgeçemediğimiz bir ölüm türüdür” (15)
“alevin cürümüydü kum düşü;
bir elma hangi nakışa yakışırsa
oradaydı yaprağın ölümü
ve her pusula kendini gösteriyordu önce,
her bıçak kendine batıyordu
ve gerçekler öyle yalandı ki o yıllarda,
böcekler bile her şeye inanıyordu;
otlar ve taşlar bile
her şeye.” (16)
“nesneler adama tasma takıp gülermiş,
bilmiyordum.
bütün şarkılar aynı makamda okunur
aynı makamda dinlenirmiş
ve susmak da bir şarkıymış
bilmiyordum.” (17)
Asıl uğraş alanı şiir olan; yıllardır, şiire emek veren, temas ettiği ve algı içeriği olan her şeyi, şiire dönüştürmeye çalışan birisi olarak, Hasan Ali Toptaş’la aynı güneşin altında olmaktan büyük sevinç duyuyorum. Hatta bu metin, Ankara’da yaşayan, Ankara Bozkırının ayazında, belki de aynı sokaklardan, caddelerden geçtiğimiz, aynı mekanlarda, kitapçılarda bulunduğumuz ve fakat henüz tanışmadığımız, ama sözcükler, özellikle de Yalnızlıklar üzerinden, aslında hısım olduğumuzu düşündüğüm, bu düşünüş belki de bencil bir kurgudur(!), Hasan Ali Toptaş’a uzak veya yakın bir “Merhaba” sayılabilir. Bu “Merhaba”yı yoldaş kılıp, birazdan Karanfil Sokaktan geçeceğim ve kim bilir, belki de Hasan Ali Toptaş’la karşılaşacağız, birbirimizi tanımadan. Ve sonra da herkes kendi yalnızlığına doğru yol almaya devam edecek… Zaten Bozkır, hele de Ankara Bozkırı, yalnızlığın en kederli sureti, değil midir?
“İnsana en yakın yalnızlıktır insan.” (18)
DİPNOTLAR :
- İnsanın anlamakta ya da açıklamakta güçlük çektiği bir sorunda çözüme ulaşmanın olanaksızlığı, çözümlenemezlik, çıkış yolunun yokluğu, çıkmaz demektir. Eski Yunanca‘da olumsuzluk bildiren a- önekiyle “çıkış”, “yol”,”köprü”,”geçit”, anlamına gelen poros‘tan türetilmiş bu sözcük, ilkçağ Yunan Felsefesi’nde bir sorunun çözümünde karşılaşılan içinden çıkılamaz mantıksal güçlük anlamında kullanılmıştır.
- Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil/Toplu Şiirler-I, ‘Nerde Antigone’, s.121, Adam Yayınları, İstanbul
- Edip Cansever, Şairin Seyir Defteri/Toplu Şiirler-II, ‘Ben Ruhi Bey Nasılım?’, s.21, Adam Yayınları, İstanbul
- Özer Aykut, Karantina, s.41, Altıkırkbeş Yayınları, İstanbul
- Hasan Ali Toptaş, Yalnızlıklar, s.7, İletişim Yayınları, İstanbul
- g.e., s.13
- g.e., s.30
- g.e., s.35
- g.e., s.39
- g.e., s.50
- g.e., s.53
- g.e., s.54
- g.e., s.91
- g.e., s.95
- g.e., s.96
- g.e., s.101
- g.e., s.113
- g.e., s.55