NARKİSSOS – İLKER ÜLGEN – ÖYKÜ

Narkissos*

Eriyordum. Sokak boştu.  

Hızlı adımlar atmam gerekiyordu. Çünkü ayakkabılarımın eriyen tabanlarının evimin önünde izler bırakmasını istemiyordum. Sapsarı, minicik bir kedi yavrusu beni takip ediyordu. Benim miydi bu kedi? Sarmal bir kediye sahip olduğumu anımsıyorum bir zamanlar. Belki onun yavrusuydu. Sarsakça yürüyordu peşimden. Siyah eriyiklere yapışacaktı o minik patileri şimdi, yanacaktı. Onu göğsünden yakaladım, çevreyi kolaçan ettim, geniş, bol ağaçlı bahçelerden birinin içine bıraktım duvarın üzerinden. Yokuşu indim sonra. Bir düğün konvoyu park etmişti az ileride. Beş katlı, duvarları fasaritli, yeşil binanın önüne. Korna çalan arabalar, göbek atan insanlar, davulcu, zurnacı… Galiba damat şu adamdı, hani simsiyah bıyığı olan. 70’ler tarzı, yakışmış, yine moda oluyordu bu bıyıklar. Davulun ritmi arttı. Zurnacı acemiydi herhalde, o tempoyu yakalayamadı. Beyaz bir kapıdan, gülücükler içinde, elleri kınalı, başı duvaklı, bembeyaz bir gelin çıktı. Arkasındaki gölgede duran, gizlice ağlayan kadınlar anne tarafından olmalıydı. Davul sapıttı. Köşeyi döndüm ve hızlandım. 

Eriyordum çünkü. Her adımımda bu eriyiş fazlalaşıyordu. Cadde boştu. 

Masum bakışlı bir köpek, nemrut bakışlı başka bir köpeğe yanaştı. Birinin tasması mavi, diğerininki yavruağzıydı. Tasmaların ipleri köpeklerin yanından hafif bir eğimle aşağı kayıyor, karşılıklı duran beyaz bacakların üst taraflarına doğru tekrar yükseliyordu. O beyaz bacaklılardan birinin ayakkabısı lacivertti, diğerininki toz pembe. Otobüs durağında bekleyen üç kişiden biri o ayakkabıların rengine hiç aldırmadan beyaz baldırlara bakıyordu. Otuzlarına yaklaşmış o kirli sakallı adamın, siyah çizgili açık mavi gömleğinin üzerinde ter lekeleri gözüküyordu. Adamdan uzakta oturmaya çalışan, bankın kenarlarına ilişmiş, başörtülü iki kadın epey yorgun duruyordu. Şu lüks evlerde çalışıyorlardı büyük olasılıkla. İşleri bitmişti, kendi evlerine dönünce ne yemek yapacaklarını düşünüyorlardı belki. O yüzden bir yere bakıyorlarsa da hiçbir yanı görmüyorlardı, gözlerinin donukluğundan belliydi bu. Trafik ışıklarına ulaştım o sıra ve hızımı iyice artırdım. 

Erimem bir türlü bitmiyordu. Arkama hiç bakmıyordum ama emindim ki yollarda siyah, belki de kırmızı izler bırakıyordum. Bulvar boştu. 

Büyük olasılıkla üniversiteye yeni başlamış, gencecik bir kız, önündeki sarı arabanın tamponuna geçirmişti. Telaş içerisinde kendini yelliyordu eliyle, kırmızı arabasının yere saçılmış far camlarına bakmamaya çalışıyordu. Çarptığı arabanın sahibi kazanın önemsiz olduğunu anlatmaya çalışıyordu ona kibarca. Kız pek dinlemiyordu onu. Arabası epey pahalıydı ve sanıyorum ki ona babası almıştı. Yanımızdan kocaman bir otobüs geçti birden. Çevreye gürültülü müzikler yayan, içinde tepinen bir sürü liseli oğlan barındıran, iki katlı bir otobüs. Kazandıkları bir basket maçından geliyorlardı herhalde. Açık pencerelerin bazılarından kravatlar sallanıyordu. Kaldırımdan yürüyen bıkkın bir adam,kendi kravatını düzeltip onların arkasından kötü kötü baktı. Sanıyorum ki şu aşağıdaki devlet dairesinde memur olarak çalışıyordu. Bir sigara çıkardı cebinden, yaktı, içmeye başladı bezgince. Sigara dumanı gibi bir kadın geçti sonra hızla yanımdan. Açık gri, daracık bir elbise giymişti, bedeninin tüm güzel hatlarını bonkörce sergiliyordu. Meyve ağaçlarıyla dolu bir çiçek bahçesi gibi kokuyordu o buram buram parfümü. Kesin sevgilisine gidiyordu. Yolun ortasına doğru ilerledim ben de son hız, hatta koşarak. 

Eriyecek bir yanımın kalmaması gerekiyordu artık, çoktan yok olmam. Ama çırpınıyordum yine de, inatla var olmaya çalışıyordum. Göbek boştu. 

Tepesinden sular fışkıran bir havuz vardı göbeğin ortasında. Sol yanında bir sürü çocuk. Çıplak ayaklı, pespaye giysili, zayıf mı zayıf, birbirinden kirli çocuklar. Biri elini uzatmış, yukarıdan akan sulardan içmeye çalışıyor, biri ayağını kenardan sarkıtmış, tenini siyaha çevirmiş kirleri çıkartmaya çabalıyordu. Diğerleri kararsız gibiydi. Aralarından en küçük olanı soyundu birden, atlayıverdi sulara. Gülmeye başladı sonra da, suları çipildetti. Diğerleri de kararlıydı artık, onu izlediler hemen. Ben öte tarafa geçtim, ıslanmak istemedim. 

Erimem durmuştu galiba. Arkama, geldiğim yollara ve bulunduğum zemine bakmaya korkuyordum ama. O yüzden dibimdeki havuzun ortasında bulunan heykele baktım. Birbirine sarılmış üç çıplak kadın, denizden fırlamış falezli bir ada gibi simsiyah dikiliyordu karşımda. Anında tanıdım heykeli, sevindim. Evet, o güzeller güzeli su perileriydi bunlar. O dilenci çocuklar gibi sulara atladım şevkle. Zorlana zorlana heykelin tepesine tırmanmaya giriştim.  

Ellerim ıslak olduğu ve yeniden erimeye başladığım için pek çok kez suya geri düştüm. Zaten kadınların taştan bedenleri kavisliydi, tutunacak bir yanlarını bulamıyordum bir türlü. Denedim de denedim. Belki uzaktan beni gözlemleyen biri için şapşalın tekiydim, soytarılıktı bu devinimim. Zavallılık, tükenmişlik. Umursamadım kimseleri ve pes etmedim. Denedim, denedim, denedim… Heykellerden birinin elini… Bir diğerinin dizini… Şu ötekinin başını… Ve evet… sanki… sanki… oluyor gibi… oluyor… ve… ve… Yaşasın! Yaşasın! Sonunda başardım! En tepedeydim şimdi. 

Bu büyük zaferim başta beni çok mutlu etmişti ama her nedense erimem bir türlü durmuyordu. Yanımdan hızla akan bedenim sulara karışıyordu her an. İçli içli miyavlayan bir kedi sesi duyuluyordu uzaklardan. Çeşitli arabaların ritmik korna sesleri. Kimi güçlü, kimi zayıf köpek havlamaları. Durağa hızla gelen bir belediye otobüsünün fren ciyaklamaları. Kırmızı bir spor araba egzozunu patlatarak hızla geçti tam önümden. Kaldırım kenarındaki iki katlı otobüsten kravat sallayan gençler indi marşlar eşliğinde. Serinden bir esinti yaladı sonra tenimi. Azıcık sigara dumanı, bol bol lavanta, bergamot ve kiraz çiçeği. Bir de aşağıdaki çocukların şamataları. Deve güreşi oynuyordu bazıları. Şunlar su savaşı. Biri kendine yuvarlak bir parkur yapmış, hızlı tempoda yüzüyordu diğerlerinin arasından. Sular dalga dalgaydı.  

Kendi yansımamı görmeye çalıştım inatla. Siyah kadınların taştan bedenlerine ve gri göğe bulanmış, kırık bir gölge vardı suda sadece. Uzaklara baktım hüzünle. Özlem ve nefretle. Âşık olabileceğim bir yüz aradım. Kimse yoktu. Kimse yoktu! Çünkü şehir bomboştu. 

Ve ben eridim… eridim… eridim… 

Heykelin tepesinde titrek bir nergis kaldı geriye… 

 

*Dönüşüm Dergi – Sayı 11

 

 

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir