“İLKER ÜLGEN ÖYKÜLERİNDE KADIN CİNSELLİĞİ” ÜZERİNE BİR DENEME – Recep NAS

Salt bir yapıtını ele alarak bir yazarın ne öykü evrenine nüfuz edebilir, ne de öykücülüğü üzerine kalem oynatabiliriz. Ancak buraya şu kadarını bir not olarak düşmeliyiz: Bu yazının konusu olan öykücümüz İlker Ülgen’in, öykülerinin yaşam bulduğu atmosferi diyaloglar ya da iç konuşmalar yoluyla yansıtarak okuru, enikonu tanıdığı bir atmosfer içinde yer aldığı duygusuna ikna edebildiği, yine aynı tarzdaki öyküleme tekniğine başvurarak tiplemeler yarattığı; tiplemelerini genel kabul görmüş toplumsal yapının dışında ve tam karşısında yer alan bir sosyal yapının temsilcileri olarak konumlandırdığı görülmektedir.

İlker Ülgen’in, MedakKitap yayınları arasında 2018 yılında çıkan Aynadaki Yatak adlı yapıtı, başlıklarıyla da ilgi uyandıran; izlekleriyle, yüzyıllara dayalı toplumsal kodlar üzerinden okuru toplumu sorgulamaya çağıran, on öyküden oluşan bir kitap. Zar Kanatlı Melekler‘i saymazsak, —ki bu öyküde serimlenen olay örgüsüyle, bir yanlış anlama sonucunda gelişen olayların hikâyeleştirilmesi ve böylece günümüzün yakıcı bir sorunu olan; özellikle kadınların, giderek de erkek ya da kız fark etmeksizin çocukların uğradıkları tecavüz olaylarına değinilerek toplumda erkek cinsine karşı oluşan çoğu zaman haklı bir önyargının izleri sürülmektedir— kitabın ikinci öyküsü Çilli‘den itibaren yazar, toplumsal cinsiyet kodlamalarını tersine çeviren, toplumun dayattığı dinamiklerle cinselliği tek boyutlu düşünmeye alıştırılmış okuru zaman zaman ters köşeye yatıran bir izleğe başvurmuş. Öykü karakterlerinin kullandığı eril söylemin kadın cinsinin cinselliğine yönelik erkek bakış açısının sorgulanması ve giderek bu öykülerin öngördüğü, kadının erkek egemen toplum karşısında bireyleşme savaşımından utkuyla çıkmasının imlenmesi bağlamında kadın cinselliğinin doğal bir süreçte toplumca içselleştirilmesi gerektiğini savlayan bir manifesto ya da yer yer toplumsal önkabuller ve önyargılarla kadın cinsinin oynamaya yazgılandığı rollerin birer açılımı olarak da okunabilir bu öyküler.

Bu değerlendirme yazısında, yukarıda ana hatları çizilen izleğe uygun olarak beş öykü üzerinde durulacaktır. Bunlar sırasıyla: Çilli, Kaydıraktan Kayan Işıklar, Genç Kız Kafesi, Mum Eritme Geceleri ve kitaba isim olan öykü, Aynadaki Yatak öyküleridir.

      Çilli başlıklı öyküde, ‘esmer, sarışın, kızıl’ olarak adlandırılan öykü karakterlerinin genç kızlar olduklarını ancak öykünün sonuna doğru anlarız. Özel bir ad vermek yerine fiziksel görünümlerine uygun sıfatlarla adlandırılmaları, cinsel kimlikleri konusunda bir belirsizlik oluştursa da, karakterlerin kullandığı eril dil ve sergiledikleri erkekçil tavır ve davranışlar okurun gözünde bu belirsizliği bir anda yok ediverir. Ya da okur öyle olduğu—öykü karakterlerinin birer erkek olduğu— sanısına kapılır. Sakin bir sokakta, kısa bir taş duvar üzerinde oturup, bir yandan sigaralarını tüttürürken bir yandan da karşı cins üzerine erotik sözler içeren derin bir sohbete tutuşmuş bu gençlerin, bir kızlar grubu olduğunu, öykünün sonlarına doğru esmer olanın çantasından süslü bir ayna çıkarıp rujunu tazelediği sırada anlarız. Öyküye adını veren Çilli karakteri, bu genç kızların ağzından karakteristiği çizilen, cinsel konuşmaların nesnesi kılınmış, edilgen bir tiptir. Öykü, “Çilli’ye grup yapmışlar duydun mu?” sorusuyla başlar. Sonrasında gelişen karşılıklı konuşmalarla Çilli karakteri, kâh fiziksel görünümüyle cinsel bir nesne konusu edilerek, kâh yanıtı kendi içinde olan ‘kaç kere benim yatağımdan geçti o, haberiniz var mı?’ sorusuyla kadın cinsine uygun görülen toplumsal etiketlemeye mahkûm edilerek edilgenleştirilir. Sarışın olanın Çilli’yle ilgili anlattıklarının cinsel fantezilerinin bir ürünü mü, yoksa gerçekten yaşadığı bir takım olaylar zinciri mi olduğunu anlayamayız. Öykünün sonunda doğrulatmak amacıyla sorulduğunda Çilli’nin gösterdiği tepki de sorumuza yanıt olmaz. Yazarın bile isteye bir belirsizlik yaratması, toplumun kadın cinsi üzerinde kurduğu baskıya karşı bir başkaldırının alttan alta hissettirilmesidir adetâ.

Kitabın üçüncü öyküsü Kaydıraktan Kayan Işıklar, yine cinsel içgüdünün belli belirsiz dışavurumu üzerine kurgulanmış bir öyküdür. Bu kez karakter, Çilli öyküsünde olduğu gibi öyle ulu orta dillendirmez, aksine cinselliğini yaşamak konusunda oldukça ikircikli bir tutum sergiler. Bu öyküde de yazar, karakterleri özel adlarıyla tanıtmak yerine ‘genç adam‘ ve ‘kız‘ olarak vermeyi yeğlemiştir.

İki kaçak âşık, bir deniz tatilinde kaldıkları otele ait müstakil evlerinden sevgilileri uyurken gece yarısı gizlice kaçarlar ve otelin yakınındaki yapay mağaralara sığınırlar. Her ikisi de tatile birlikte geldikleri sevgililerinden belki sıkılmış, belki de bir kaçamakla hayatlarına heyecan katmak istemişlerdirler. Genç adam, toplumun pek bir cömertçe bahşettiği cinsel kimliğine uygun olarak çok rahat hareket etmekte, kızsa toplumsal ahlak anlayışının yüklediği rolün bir gereği olarak ifşa olacağı korkusuyla ürkek davranmaktadır. Sevişmeye başlamalarının ilk anından itibaren kızın aklının geride bıraktıklarında takılıp kalması, toplumsal baskının mağaralar kadar derinlerde yattığını imlemektedir. Bu baskıdan kurtulmanın yolunun sarhoşluğun özgür denizinde kulaç atmaktan geçtiğini düşünen kız, beyhude bir çabayla içki arayışına girişir. Kızın bir türlü sevişme etkinliğine kendisini verememesi genç adamın âşığıyla gelgitli bir ilişki geliştirmesine yol açmıştır. Genç adam, ikircikli tutum sergiledikçe kızdan uzaklaşmakta, bu yasak ilişkinin cazibesine kapıldığı anlardaysa kösnül duyguları kabararak, erkekliğin bütün nobran tavırlarını sergileyerek kıza yaklaşmaktadır. Kız, genç adamın uzaklaştığının farkında olmadan, kadınca bir tutumun doğallığıyla mağaranın iç donanımının romantiklikten uzaklığı üzerine yorumlar yapmaktadır kendi kendine. Öykü boyunca çekip geren, sonra rahatlatan bir ilişki ağının içinde debelenip durdukları bir sırada birbirlerini yitirirler.

Toplumsal ahlak anlayışıyla cinselliğin doğal akışı arasında sağa sola çarparak ilerlemeye çalışan kız için mağara imgesi, kapkara bir namus anlayışının egemen olduğu bir cangılı temsil etmektedir. Bedensel arzularının doruğa ulaştığı bir anda kendisini akışa bırakıverir. Bu karanlık mağaranın ortasında bir su kaydırağına rastlamışlardır. Önce genç adam, ardından kız bırakır kendisini suyun akışına. Ancak gözü kara bir atılımla kendisini doğal akışa bırakarak cinsel hazzın doruklarına ulaşabilecektir. Su kaydırağından aşağı kayarken suyun erojen noktalarına dokunuşlarıyla toplumun baskılarından kurtulacak, içinde kulaç attığı suyla mı yoksa erotik bir aşk yaşadığı bu erkekle mi sevişmekte olduğunu anlayamayacaktır. Gizlice kaçtıkları müstakil eve döndükleri gecenin sabahında her ikisi de sevgililerinin yatağında bulacaklardır kendilerini. Genç adam böylesi bir gece yaşanmamışçasına sevgilisiyle ilişkisini kaldığı yerden şen şakrak sürdürürken kız, kafasında onlarca sorunun çengeli asılı bir halde önceki gece yaşadığı heyecanın duyumsattıklarıyla yetinecektir.

      Genç Kız Kafesi adlı öykü, kafenin kısa bir betimlemesinden sonra, yirmilerinin ortasında annesinin ‘evde kalmış kız’ olmasından korkarak eş bulma sitelerinden birine üye yapmasıyla kendisini bu kafenin ortasında ‘beyaz atlı prensini beklerken bulan, antropoloji öğrencisi kahramanımızın iç konuşmalarıyla başlar. Tek başına bir masada oturmakta, dört kişilik bir masayı bir başına işgal etmesi bir yana, kahve dışında bir şey sipariş etmemesine de sinirlenen garsonların aksilenen bakışlarına maruz kalmaktadır. Kadın cinsinin toplumda edinebildiği yerin bir temsilcisi olarak annesinin evliliğinden, çektiği sıkıntılardan, şükür bulamacıyla süslediği kabullenmişliklerinden, heyecandan yoksun yaşamından yola çıkarak gelecekte yapacağı evlilikle ilgili çıkarsamalarda bulunmaktadır. Bir üniversite öğrencisi olarak annesine göre daha özgür bir yaşamın hayalini kurmaktadır. Görücü usulü evlilikleri temelden reddetmesi bir yana, şimdi kendisinin de aynı eylemin içinde olduğu eş bulma sitelerinden koca bulma işine de pek sıcak bakmamaktadır aslında. Annesinin ısrarına karşı duramayıp reddettiği bir durumun içinde olmasını kendi kendisine ‘bilimsel gerekçelerle’ açıklamaktadır. İnternet aracılığıyla yapılan evlilikleri ya da sevgili olma durumlarını bilimsel bir gözle inceleme fırsatı olarak değerlendirmektedir, bu buluşmayı. Bu yolla kendisiyle tanışmayı seçen erkeği ‘bilimsel’ bir gözle inceleyecektir.  Bu durum, yapmayı düşündüğü lisans üstü eğitimi için iyi bir fırsattır ona göre. Oysa, ava giden avlanır derler, kendisinin de bir sosyal deneyin konusu olduğunun farkında değildir. Üç psikoloji öğrencisi ve bir sosyolog, ki sosyolog olan yakışıklı genç adam beklenen talipli rolündedir, bu tür sitelerden eş bulan genç kızların ilk buluşmadaki tavır ve davranışlarını gözlemleyerek bilimsel veriler elde etme amacıyla bu işe girişmişlerdir. Ancak bu sosyal deneyin ön hazırlıklarını biraz abartmışlar, şifresini kırıp kızın bilgisayarına girerek günlüklerini ele geçirmişlerdir. Sohbet sırasında yakışıklı genç adamın kızla ilgili söyledikleri kızı hayrete düşürmüştür. Çünkü yakışıklı genç adamın söyledikleri, günlüğünde yazdıklarıyla birebir örtüşmekte, hatta şimdilerde ‘anlamsız kalan gençlik abuklamaları’ olarak değerlendirdiği bu özel duygularının yüzüne vurulmasından utanmaktadır. Sosyal konumu, eğitim düzeyi ne olursa olsun, kadın cinsinin bireyleşme çabaları, erkek egemen bir düzen içinde var olma savaşımları, eşitlikçi bir yaşam kurma hayalleri gelip, sıradan bir kadının (bu öyküde anne karakterinin) ön kabullerle kurduğu, kadın cinsi açısından sürekli rıza üreten bir dünyanın kalın duvarlarına çarpmaktadır. Tuzağa düşürülen kızın ‘talipliyi’ beklerken yaşadığı iç çatışmalar, içinde bulunduğu eyleme bilimsel gerekçeler üretme çabaları da bunu açıkça göstermektedir.

Benzer türde iç çatışmalara bir sonraki öyküde, Mum Eritme Geceleri başlıklı öykünün kadın karakterinde de tanık oluruz. Birlikte olduğu erkeği elinden geldiğince bütün seksapalitesini kullanarak yatağına bağlayan, buluşmalarında romantik ortamlar hazırlamak için masanın düzeninden, mumların nereye koyulacağına, hazırladığı yemeğin sunumundan salatanın ekşisiz, sirkesiz, sadece zeytinyağlı olmasına dek her şeyi incelikle düşünen bu kadının, erkeğinin seks kölesi olduğu izlenimi edinir okur, öykünün girişinde . Yaşanan evlilik dışı bir  ilişkidir ve kimi zaman erkeğin, kimindeyse de kadının kösnül duygularının kabarmasına ayarlı buluşmalarla süren taze bir (henüz bir aylık bir ilişkidir) birlikteliktir. Ancak cinselliği harekete geçirme eyleminin bütün yükü kadının omuzlarındadır. Partnerini cezbeden, doyuma ulaştıran, boşaltan hep o olmalıdır. Kadınlığın yüzlerce yıllık bir tarihe uzanan bu zorunlu rolünü eksiksiz oynamalıdır. Başarıyla oynadığı bu rolü götürüp kadınsı bir içgüdünün dışavurumu olan ‘anacıl’ duygulara bağlaması, kadın cinsine özgülenmiş bu duygu durumunun tarihsel süreç içinde evrimleşmeyle doğal bir davranış biçimine dönüştüğü yollu çıkarımlarda bulunması, —ki yerinde bir çıkarımda bulunmuştur— onun kadın-erkek ilişkilerini sorguladığını, buradan hareketle bir çıkış yolu aradığını imlemektedir. Yaşadığı ilişkiyi içinde bulunduğu dar kalıpları kırma gözüpekliği göstermek uğrunda ve özgür bir cinsel yaşamın kapılarını zorlamak adına sürdürmektedir. Hem de erkek cinsine, erkek cinsinin kadını cinsel oyunlarının bir oyuncağı durumuna sokmasına inat gerçekleştirmektedir bunu. Erkek karakter, sıkıldığında umursamaz bir değerbilmezlikle kaldırıp oyuncağını atan bir çocuk olarak karakterize edilmiştir. Sıkılmıştır bu ilişkiden, birbirlerini daha fazla yıpratmadan ayrılmak istemektedir. Kadın karakterin itiraz ettiği nokta tam da burasıdır. Yaklaşık bir saat süren bu buluşmalarında erkek karakterin kadın karakteri bir hayat kadını derekesine indirerek ‘şeyleştirmesi’ kadın cinsinin bu eril dünyada özgür bir birey olarak konumlandırılma savaşımına karşı bir darbe gibi algılanır, kadın karakter tarafından. En kullanışlı silahı ve cinselliğini hayvani bir arzuyla kullanma aracı olarak erkeklik organıyla kendini var edebilen erkeği yine kendi silahıyla vurur. Onun bu hayvani arzularını gıdıklayarak son bir kez cinsel birleşmeye davet eder onu. Ve kadını cinsel bir nesne derekesine indiren bütün erkeklerden hıncını alırcasına sıcak mum eriyiğini adamın cinsel organına boca eder. Acıyla kıvranarak çekip giden erkeğinin ardından odaya döner, kendini bir sandalyeye atar ve ağlar. Kadının kazandığı bir Pirus zaferi mi, yoksa hak edilmiş bir zafer midir? Yazar bu sorunun yanıtını okura bırakmıştır.

Kitabın en ilginç öykülerinden bir diğeri de, kitaba ismini veren Aynadaki Yatak başlıklı öyküdür. Gerdeğe girmeden önce yatak odasında kocasının gelmesini bekleyen genç kadının iç konuşmaları üzerine kurgulanmış bu öyküde yine, kadın-erkek ilişkileri, kadının toplumsal konumu ve kadın cinsinin kadınca duyarlıklarından vazgeçmeden kendisini var edebilme yolunda verdiği mücadeleleri konu edilir. Öykü boyunca bir tek karakterin iç konuşmalarına tanık olmayı beklerken, bir başka karakter olarak ayna da çıkar ortaya. Aslında genç kadın ikiye bölünmüş benliğiyle yer almaktadır öyküde. Diğer benliği, yansısının düştüğü yatak odasındaki aynadır. Sorular sorarak, yorumlar yaparak, eleştirerek genç kadının evlilik yaşamını sorgulamasında ön açıcı olarak hemen karşısında durmaktadır. Aynada yansıyan öteki benliği kimi zaman, kadın-erkek ilişkilerinde olsun, kadının cinselliğini erkeğine sunması konusunda olsun bir yığın deneyim sahibi güngörmüş annesi olarak, kimi zamansa hayalini kurduğu erotik sahnelerin başaktörü müstakbel kocası olarak konuşur onunla.  Öyküde bir de anlatıcı vardır. Anlatıcının görevi, kadın karakterin öykü boyunca bir başına kaldığı yatak odasında yapıp eylediklerini okura aktarmaktır. Uzun yıllar süreceği varsayılan bir evlilik yaşamı, gerdek öncesindeki bu  kısacık süre içinde yaşanmış bitmiştir sanki. Bütün yaşanacaklar; kıskanmalar, kıskandırmalar, erotik yatak sahneleri, doğacak çocuklar, duyarsızlıklar, aşırı duygusallıklar, ortasından sıkılan diş macunları, kavgalar, çatışmalar, uyuşmazlıklar, erkeklik, kadınlık, aldatmalar, ekonomik özgürlükler, kendi ayaklarım üzerinde dururumlar, hakaretler, namusluluklar, namussuzluklar…her şey bu, yatak odasındaki aynadan odaya doğru hücum etmektedir. Sonunda saat on ikiyi vurur, kapı açılır, ortalık kararır ve Pandora’nın Kutusu’nun açılması gibi, ayna şangırdayarak kırılır. Kadın karakter, karanlık bir dehlizde bundan sonraki yaşamının parça bölük döküntüleri üzerinden bir belirsizliğe doğru yol alacaktır. Bütün bir evlilik yaşamı boyunca deneyimleyecekleri durumlar ilk gece birleşmesinden önceki bu kısa sürede yaşanmış bitmiştir. Resmî olarak kocası olan bu adam kâh çocukluğunun masumiyetiyle sarıldığı bir pelüş ayıya, kâh çılgınca seviştiği bir yastığa dönüşmüş; kimi anlardaysa aynadan emirler yağdıran nobran bir erkek olmuştur. Bu adamın rol arkadaşı olarak yer aldığı bir düşün içinden bir belirsizliğe doğru yola çıkmıştır. Öykünün sonunda “Yoruldum, çok yoruldum.” diye iç geçirmesi, bir başlangıcın tuhaf bir biçimde içinde bir bitişi barındırdığını duyumsamasından dolayıdır. Bir belirsizliğin içinde ayan beyan kendisini gösteren bu ‘bitiştir’ aslında.

Son söz olarak bu öykülerin yazarına küçük bir not:  Eril dünyanın içinden gelen bir birey olarak kadınların dünyasını bunca yetkinlikle gözlemleyebilen bu öykülerin yazarına hak ettiği içten selamı göndermeyi, bu satırların yazarı bir görev addetmektedir.

 

 

 

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir