Nasıl yazar olunur?
Olunur mu?
Olunamaz mı?
Olunmaz Olunmaz!
Risalesi
(Ah sizi kandırıyorlar dostlarım, lütfen itibar etmeyiniz!)
İlk kural:
Nasıl yazar olunacağını anlatan, simli, kalın kitaplardan ve cüzdan boşaltan derslerle sizi bir ayda yazar yapacağını iddia eden kurslardan uzak duracaksınız, öğrendikleriniz varsa hemen unutacaksınız.
(Ama bu kitap da onlardan değil mi diye sormayın, hayır, bu bir istisnadır. Çünkü bu kitapçık, nasıl yazar olunacağını anlatan kitapların ve kursların tersine nasıl yazar olunamayacağını anlatan bir kitapçıkçıktır.)
*
Sadece ticaret kaygısıyla yazılan ve insanların salt isteyerek her türlü eylemi başarabileceklerini iddia eden çağımız kitaplarının hemen hepsi ne yazık ki balondur. Ne demektir balon olmaları? Onlara tutunduğunuz sürece havalarda uçabilirsiniz; iplerini bıraktığınızda ya da balonların havaları sönmeye başladığında ise elbet yere çakılırsınız. Aslında ayaklarınızın hep olması gereken o zalim, bir o kadar da esirgeyici, var olmak zorunda olduğumuz bu düzleme.
Gelin şu süslü balonları bir yana bırakalım bu seferlik. Olabildiğine açık bir biçimde yazarlık gerçeklerini ortaya serelim.
Nedir bunlar? Tevazu yüzünden çoğunluğun dile dökmeyi sevmediği en yalın gerçek şudur ki, tıynetiniz, bünyeniz, yani özünüz yazar olmaya uygun değilse, doğal olarak siz de değilsinizdir. Bu kibirli sav karşısında ilenecek, hatta bu savları dile getirenleri sırça köşk acuzeleri, fil dişi kule fareleri ilan edecek kişi çok olacaktır. Varsın olsunlar, söz sırsız devam etsin.
Zorlama yöntemlerle, özellikle nasıl yazar olunabileceğini anlatan kitaplarla, yaratıcı yazarlık kurslarıyla kendini bir miktar geliştirebilir kişi, doğrudur. Ama yaratım içten gelmiyorsa, otomatik, bilinçdışı bir coşkuyla oluşturulmuyorsa metin, ezbere öğrenilen tekniklerle yoğrulmuş klişe bir kopya olabilir ortaya çıkan anca. Metni yaratanı rahatlatabilir, bir arınma sağlayabilir, hatta gelebilecek sahte övgülerle egosunu pohpohlatabilir. Oysa gerçek okurların ömürlerinden çalınan anların hırsızı olur o yaratım bir tek. Tıpkı çağımızın en büyük hastalıklarından biri olan, niteliksiz nicelikler deryasının sürekli yapmaya çalıştığı gibi. O kuru nicelikler denizine bir katkıya daha gerek var mı peki?
Hadi faşist sanat büro müfettişi gibi durmayalım ve biraz daha örnekleyelim bu konuyu. Şunları düşünün: Matematiğe, fiziğe, sayısal düşünmeye hiç yatkınlığı olmayan, kuşku duymayı bile beceremeyen birinin gerçek bir bilim insanı olması; bedeni ağır tempolu hareketi kaldıramayan, el, ayak, göz koordinasyonu zayıf bir kişinin başarılı bir sporcu olmaya çalışması; narin yapılı, eğitimden hiç hoşlanmayan, hımbıl bir insanın da sayısız testleri ve dersleri geçerek astronot olabileceğini sanması, mantıklı mıdır, gerçekçi midir? Elbette ki hayır. Oysa günümüzde, müziğin tüm renklerini yetkinlikle duyabilecek kulağı olmayanın müzisyen; renklerin müziğini ruhunda duymayanın ressam; sözcüklerin tat ve kokularıyla ezgili bir resim yapamayanın yazar olduğunu görebiliyoruz pek çok yerde, büyük bir hüzünle. Bu tarz örnekler say say bitmez, evet, ama neden çevremiz liyakat sahibi olmayan böyle insanlarla çevrili? Çağın getirdiği nicelik çılgınlığının bir sonucu mu bu, yoksa iletişim ve internet devrimleri sonrası herkesin herkesi, her bilgiyi, her sanatı alımlamaya çalışması, tabii sonunda da zorunlu bir yaratım patlaması yaşamak istemesi mi? Ya da sadece kalitesiz özentilik mi?
Bu zor yanıtları başkalarına bırakalım, konumuza, yazarlığa dönelim. Nedir olmazsa olmazlar, müstakbel yazarın özünde mutlak bulunması gerekenler?
Elbet ilk yanıt yoğun bir duygulanım kapasitesi olması gerektiğidir. Bu yanıt sadece yazarlığın değil, bütün sanatçıların biricik tözüdür. Sayısız kişinin hiç duyumsamadan, körlemesine yanından geçip gittiği bir sahneyi, enstantanelik bir olayı, ayrıntıyı, insanı, hayvanı, doğayı, hatta nesneleri, cansızları görmek; ama gerçekten görebilmek dünyayı, bütünlüğünü duyabilmek, onun sesini tüm benliğinle hissedebilmektir sanatçılık. Duygularını diğer insanlardan çok daha derinlere, iliklerine kadar eriştiriyor olmalıdır ki sanatçı, yaratacağı esere ve o eser yoluyla diğer insanlara yeni duygular aktarabilsin. Peki nedir bu aşırı duygulanım sahibi olan kişilerin maddelerindeki sır? En mantıklı yanıt galiba, farklı, aykırı bir iç salgı sistemine, hormon salınımına, sonuç olarak da beyin işleyişine sahip olmalarıdır. Bu fizyolojik koşulların temeli doğal olarak genlerle, doğumla başlar, kültürle, sanatlarla, diğer insanlarla, yani insanlığın şu anki tüm mirasıyla dolup taşar ve kişiyi bir eser üretebilecek coşkuya, hatta daha doğru tabirle yaratım esrikliğine getirir.
Peki ya diğerleri, ah o şansızlar? Doğuştan böyle bir yapıları olmayanların çıkar yolu yok mudur o zaman? Hadi başka çözümler bulmaya çalışalım.
Yazarlık mayası bulunmayan, yine de eserler üretmek isteyen bir kişinin atacağı en iyi adım san değiştirmektir herhalde. Yazar olmaya değil, Yazan olmaya çalışabilir ilk önce. Böylece sanatçı bünyelerinde bulunan örseleyici yüklerle; çift kutuplulukla, çok karakterlilikle, depresiflikle, nevrozlarla, aşırı coşkuyla, çılgınlıkla, yılgınlıkla, bunalımla uğraşmak zorunda kalmaz. Toplumların kabul gören çizgilerinin sınırlarında, hatta cesaret varsa o sınırların da dışında, özünde yapayalnız olarak kalması gerekmez. Herkesle birlikte yürüyen ve bir de yazabilen bir kişi olur çıkar. Peki Yazan nasıl olunur?
*
Neredeyse bütün sanatçıların otobiyografilerinde rastlanan, eser yaratımının olmazsa olmaz diğer şartı şudur: Emek! Emek emek emek! Dehaların bile açıklamaları dikkat edin bu yöndedir. Evet, çok yetkin çalışan beyinleri vardır, ama asıl farkları, başarılarının reçetesi, diğer insanların hepsinden çok daha fazla çalışmaktır. O zaman Yazan olmak için emek nasıl harcanır?
Sadece iki ana yolla: Okumakla ve yazmakla; yazmakla ve okumakla! Tabii ki okumak ediminden ilk kast edilen kitaplardır; ama günümüz koşullarında çok daha geniş bir eyleme de dönüştürülebilir bu. Diğer sanatları, sinemayı, tiyatroyu, resmi, müziği okumak; insanları, hayvanları, doğayı okumak… Yaşamı bolca alımlamak, içselleştirmek, duyumsamak ve en özgün biçiminde yeniden doğurmaktır doğru okumanın sonucu. Bu doğurma edimi ise yazmaktır hiç kuşkusuz. Yazmak, yazmak, yazmak! Kurallar, sınırlar, kalemler ve masalar aramadan salt yazmak. Kâğıt kalem bile gerekmez kimi zaman, aklından da yazabilir, yazmayı gerçekten isteyen. Abukluğuna, tutarsızlığına bakmadan, hatta herhangi bir öz sansür bile uygulamaya kalkmadan yazmak. İşte Yazan olmak için temel adımlar bu ikisidir. Aslında yazarlıkla ortaktır bu edimler. Ama gerçek yazarların farkı, özgün yaratımlarını daha içten, evrensel ve yoğun sunmak olacaktır.
Yazanlık ya da Yazarlık, yine de kotarılmış bir metin ortaya çıkarabilmek burada bitmez. Çünkü bir de Silen olmak gerekir.
*
Abuklamak, yinelemek, tutarsızlaşmak, sıkıcılaşmak, klişeleşmek, döngünün içinde yitip gitmek… İnsanların çoğunun her gün yaşamlarının olmazsa olmazıdır bu durumlar. Eylemlerde, sözlerde, haberlerde, hayallerde… Doğal olarak yaratıcı edimlerde bulunanlar için de geçerlidir bu. Üretim bilinçdışı bir akışa ulaşsa bile, bazı zamanlar tatsızlaşır, sönükleşir. İçte kavrulup da dışarıya çıkmak için can atan o yoğun duygulanımla hiç ilgisi olmayan yönlere kayar yaratım, sarsaklaşır. E bu kadarcık hakkı vardır elbet yaratanın, ona lafımız olmasın. Ama içinden çıkan her parçayı insanlıkla illa paylaşmasının da gereği yoktur o yaratıcının.
İşte bu noktada titiz bir ayıklama, silme süreci gerekir. Yeri gelir sözcükler, paragraflar, sayfalar, hatta oluşturulmuş bir kitap bile atılabilir, zorunluysa atılmalıdır da. Oysa insan kıyamaz buna çoğu zaman. Emek vardır ortada, senden, kanından canından bir parça vardır. Amatörlükle, profesyonellikle, sanatçılığın farkı galiba en çok bu anda belli olur. Silebilme cesaretini gösteren kişi yazarlığa adaydır. Bu silme edimini bilinçdışı hamlelerle yazma sırasında gerçekleştirebilenlerse ya müstakbel sanatçı ya da som bir sanatçıdır artık.
*
Ne yazık ki dünya, insanları şevkle sağmaya çalışan nice uyanıkla doludur. Sanat da bundan payını bolca alıyor. Elbette iyi niyetli çabalarla insanlara yardım etmek için uğraş verenler var, atılan taş onlara değil. Ama sadece istemekle her türlü yaşantıya erişilebileceğini, insanların her konuda yetenekli olduğunu, herkesin içinde gizli bir deha ya da sanatçı yaşadığını iddia eden kişiler, aslında tek bir konuyu çok iyi biliyorlar, geniş cüzdanlarını patlatırcasına şişirmeyi.
İnsan her konuda muktedir değildir, gerçek bu. Doğal olarak herkes de sanatçı olamaz. Ama günün olanakları sayesinde pek çokları bunun ayrımında değil gibi davranıyor. Yer gök yazar, şair, ressam, müzisyen… Matbu kitaplara, yayınevlerine, yani maddiyata bağlı olmadan, yaratılarını sanal ortamda paylaşabilmenin rahatlığı herkesi cesaretlendiriyor. Aslında müthiş bir olanak bu, doğru kullanılsa, hakkıyla yapılabilse, ne büyük bir güç ve özgürlük. Oysa gitgide devasa bir sahte sanat çöplüğüne dönüşüyor ortalık. Sanatçılık ucuzluyor. Yeniyi, özgünü, kaliteliyi bulmak için şu kısıtlı ömrün ah nice anı feda ediliyor.
Sanat uzun yaşam kısa, denilir.
Ama unutmayın ki, kısa olan o yaşam sizinkidir.
*
Bu risalenin amacı, binlerce yıldır dile getirilen şu gerçeği, insanın önce kendisini tanıması gerektiğini, yeniden anımsatmaktır. Sizin kim olduğunuzu size anlatanlara, nasıl yaşayacağınızı açıklayanlara, hele hele koçlara keçilere develere hiçbir gereksinim yoktur.
İnsanın en son kılavuzu yine kendisi olmalıdır.
*
Sebatlı Yazan adayları ve illa Yazar olacağım kime ne kime ne diyenler için ilham perilerini çağırma taktikleri:
Eğer beden ve zihin, yoğun bir duygulanıma içten ulaşamıyorsa, onu dıştan kandırmaya çalışabiliriz. Ama bu kandırma taktiklerini uygularken en önemli kural, duyguları biriktirmektir. Ve içteki bu duygulanımın sahte olmamasına dikkat edilmelidir.
Gelelim neler yapılabileceğine.
Sanatsal yaratım ilk önce duyguyla olur. Bu yüzden kuru sözcüklerden, konulardan yola çıkmak, söz oyunlarıyla zaman harcamak boş yaratımlar oluşturmaktır. O nedenle ana çıkış noktasının her zaman duygular olduğu unutulmamalıdır.
Yazan adayı, kendisinde duygulanım yaratacak her türlü eylemi deneyebilir. En sevdiği müzikleri art arda dinleyip bayıldığı filmlerin parçalarını izleyebilir. Daha önce hiç görmediği resimlerin, fotoğrafların, okumadığı haberlerin, kitapların arasında hızlı, izleksiz bir dolaşıma çıkabilir. Açlık, cinsellik, öfke, üzüntü, kıskançlık, pişmanlık, mutluluk, hayranlık, özlem… her türlü duyguyu yaratacak, etkili imgelem yolculuklarına çıkabilir zihninde. Ama amacın o duyguları kuru kuruya hissetmek olmadığı hep anımsanmalıdır. Onların yarattığı titreşimi biriktirmek, biriktirmek, biriktirmek ve içe artık sığmayacakları hissedildiğinde bu yoğunluğu yazıya dökmek, en azından dökmeye çalışmaktır hedef.
Bu noktada başka bir sorunla karşılaşılabilir, yaratım kısırlığına tutulabilir kişi. Çoğu sanatçının da zaman zaman içine düştüğü bu tıkanıklığın olası çözümlerinden biri, anılarına sarılmaktır. Yaşamında etkili olmuş anlar, olaylar, kişiler başlangıç noktası oluşturmak için kullanılabilir. Amaç içte biriktirilen yoğun duygulanımı yazıya dönüştürmek olduğu için, anlatımda sadece tetikleyici küçük parçalar bulunmalıdır. Öbür türlü metin değersiz bir iç döküşe dönüşür.
Kalem ya da parmaklar belli bir hıza kavuşunca, düşünme, tasarılar, hesap kitap geride bırakılmalıdır artık. Bilinçsiz ve coşkun bir akışa teslim olunmalıdır. Önceden belirtildiği biçimde, ulaşılan sonuç hedeflenen olmayabilir kimi zaman. İşte bu noktada Yazan adayı iyi bir Silen olmayı hiç ama hiç unutmamalıdır.
Yazmak, okumak, yazmak, silmek… Emek, emek, emek…
Eğer bu taktikler de işe yaramıyorsa, belki de kişi aynada kendisine uzun uzun bakmalıdır.
*
“Sevgili dostum, bütün söylediklerimi unutun ve derhal yazmaya koyulun.”
M. V. Llosa, Genç Bir Romancıya Mektuplar.