Beton Rahimdeki Yas Müziği – Öykü – Serdar AYDIN

Az önce uyanmıştı. Lavabo aynasının önünde, uykulu gözlerini kocaman açarak yüzüne bakıyor, aynadaki siluetin kendine ait olup olmadığından kuşku duyuyordu. Gözlerini kapadı. Açtı, yine aynı silueti gördü; dün ve ondan önceki sabahlarda olduğu gibi.

Mavi çizgili gömleğini giyerken, ‘bozkırda yaşamak…’ diye düşündü. Bozkır insanının deniz görünce yaşadığı şaşkınlık, aslında bu yaşam deneyiminin zorluğundan kaynaklanan bir dışavurumdu. Bir tür çığlıktı belki de; denizin sonsuz mavisi karşısında, bitimsiz bir kıraçlığın dayattığı ve yaşanan her şeyin kefareti olan, bir çığlık…

Çünkü örselenmiş, yara bere içinde, kıraç bir yüzü vardır bozkırın. O yüz, her sabah karşılar sizi. Günaydın demez. Öylece bakar gözlerinize: Dik dik, en küçük bir tebessüm bile etmeden. Size, sizi hatırlatır belki de. Korunaklı evinizden dışarının tekinsizliğine ulaştığınızda, bozkırla da temas etmiş olursunuz. Tekinsiz bir durumdur bu temas. Ayaz, kuru sıcak, soğuk ya da puslu, sisli bir atmosfer vardır. Bir korku filmi dekorunun içindesinizdir sanki. Zaten deniz kenarında çekilmiş bir korku filmi de yoktur. Bir de insanların eklediği kültürel, evet bu sözcüğe odaklanmak gerekiyor, unsurlar vardır ki bunlar, her şeyi daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüştürür.

Maddi kültür; binalar, kentleşme ve bu yığınlaşma, trafik, alt yapı yetersizliği… Hepsi, hayatınızı daha da zorlaştırır. Ve nedense bu güzel ülkede akıl ileriye işlemez. Hiç böyle olmaz; hele de bu bozkır kentinde. Her şey ama her şey acımasızca çoğullaştırır zorluğu. Sokaklardan geçer, caddelere ulaşırsınız. Eğer trafik denen cinnet akıyorsa, bir yerden bir yere gidebilirsiniz. Ya da aracınızın, ki hepsi teknolojik birer hücredir, içinde ıkınıp sıkılırsınız. Sinyal koluna astığınız tespih size sabrı öğretebilir. Belki de isyanın ulağıdır tespihinizin çıkardığı ses. Şakırtının ilmine varsanız, bu beton yığınının niyesini, nasılını ve nedenini algılayabilir misiniz? Aklın yok edildiği muhteris zamanlarda, ranta ve paraya kurban edilmiş bir kentin, sözde tasarımının, cinnetin somut halinden başka ne anlamı olabilir ki? Eskinin bahçeli, ağaçlıklı, gecekondulu mahallelerine özlem duyarsınız. Rezidansların tahakkümü, korku filmi dekorunu teknolojik bir gömütlüğe dönüştürmüştür ve siz, aracında durakalan zavallı bir cenin ve fani bir kul olarak, sabrın ilahi kaynakları üzerine tefekküre dalabilirsiniz. Tespihinizden çıkan tekdüze şakırtı ya da yan şeritten höyküren ağzı salyalı yaratığın küfrüyle daha da şaşırırsınız. Böylesi zevkten yoksun, salt maddi ve faydacı bakış açılarının zorunlu olarak sizi içine tıktığı bu beton rahmi, kim niye üretmiştir ki? Sorular sorup, derinleştirirsiniz kederinizi. O an, tam da kent planlaması yapan kurumun önünden geçersiniz. Sinyal kolunda salınan tespihe kendimi assam, kurtulabilir miyim bu kaostan düşüncesi gelip oturur arabanızın yan koltuğuna.

Yanı başınızda pis pis sırıtan intihar ve ölüm duygusuyla, bu beton rahmin içinde nasıl mücadele edebilirsiniz ki? Nasıl? Asıl soru tam da budur ve yanıtları, aynada size bakan suretin gözlerinin derinliklerinde, dip karası bir belirsizliğin içindedir belki de.

Kapıyı kilitleyip asansöre doğru yöneldiğinde, içten içe tekrar ediyordu aynı soruyu: Nasıl?.. Cinnetin somut haline dönüşmüş bir kentle nasıl mücadele edebilirdi ki? Arabasını garajdan çıkarıp trafiğe karıştığında, sinyal kolundaki tespihi almış ve çekmeye başlamıştı bile. Az sonra yan şeritte höykürecek bir yaratığın ortaya çıkacağı anı kafasında canlandırıyor, acaba bugün hangi küfrü edecek, diye düşünüyordu. Karşılık verse, arabayı önüne kırsa, çocukluğundan anımsadığı, kendi üretimi olan şövalye kılıcını çekip o yaratıkla savaşsa, bir şey değişir, trafik açılır ve hızlıca iş yerine ulaşabilir miydi? Olasılıkların herhangi bir derde çare olmadığını, yan şeritteki salyalı yaratıktan sinkaflı bir küfür yediğinde hatırlıyordu her defasında. Sanki her sabah, hep aynı küfürleri ediyor, ait olduğu salyalı türün karakteristik davranışlarını, aynı zamanlama ve mutlak bir benzeşimle tekrarlıyordu o yaratık.

Ofisine ulaşabilirse şanslı sayacaktı kendisini. Pencereden gökyüzüne bakacak, bulutlardan oluşan gri kasvet daha çok sıkacaktı canını. Yan arsadaki inşaat işçilerinin asgari ücrete gerçekleştirdikleri canhıraş çalışmayı izlerken midesine kramplar girecek, hafriyat kamyonlarının homurtusuyla işçilerin tekdüze ritmini senkronize hale getirdiğinde bile huzur bulamayacaktı.

Maviye olan özlemi, pimi çekilmiş bir bomba gibi kalbinin atım sayısına koşutlanmıştı. Her an infilak edebilirdi. Ama bu kent düzeneği, her şeyi programlamış, formatlamıştı. Normalden daha az ya da daha çok bir atım istenmezdi. Tekdüze bir ritimdi esas olan. Bir solucanın topraktaki devinimini, sakalını çekiştirdiği keçi yavrusunun tiz çığlığını, çamurdan yaptığı ilk oyuncaklarını, iki tahtayı üst üste koyup yedilik çiviyle çakarak var ettiği şövalye kılıcını anımsıyordu.

Bulutlar iyice yoğunlaşıp karşı bloktaki gökdelenin üst katlarını yuttuğunda, belki de bir kıyametin, apokaliptik bir sonun yeni bir başlangıç olup olamayacağını sorguluyordu. O güzelim dinozorlar nasıl yok olup gittiyse, güce ve iktidara, paraya tapan insan ırkının yok olmasının da doğaya vital bir katkı sağlayabileceğini düşündü.

Tanrı, kentleri beton yığınlarına dönüştüren aymazları cehennemin en dip katına gönderse ve ulu şair Dante Alighieri ilenciyle şiirlese onları, ne değişirdi? Bozkırın sadece bozkır olduğu o günleri nasıl da özlüyordu. Tespihini yutup sinyal kolunu kalbine saplayarak terk etmek istedi zorunlu sılası olan bu kenti. Gidecek bir yeri yoktu.

Yan şeritteki yaratık salyalarını iyiden iyiye akıtmaya başlamıştı.

Belki de bir karabasandı bütün bunlar; her sabah, kendisinin değil de aynadaki siluetin başına gelen, her anın aynılık niteliğinin korunduğu bitimsiz bir karabasan. Bir türlü uyanamadığını ve aynı şeylerin şaşmaz bir sıradanlıkla tekrar ettiğini anımsayınca, gerçeğin tam da ortasındayım, diye düşündü. Çaresizlik içerisinde çöktü koltuğuna.

Dünyanın Bütün Sabahları’nın aynı olduğu bu kentin mutlak bir kapan olduğu düşüncesini daha da derinden duyumsadı. Yasını kabul ederken, gözlerinden sızan bir damla mavi gözyaşı, yanağından kayarak yokluğa düştü. Teni ürpermişti.

Ağlayıcılar çoktan gelmişti ve akıllı rezidansın akıllı müzik sisteminde Schubert’in Ave Maria partisyonu seslendirilmekteydi. Bir ağıt ya da kurtuluş dileğinin, yeniden doğuşu muştulayan bir ulağın müzikal seslenişi gibiydi. Susuyordu. Piyanonun siyah tuşlarına her basıldığında, beton rahmin kasılmaları daha da şiddetlenmekte ve kasılma aralığı azalmaktaydı. Doğum yaklaşıyordu.

Doğacak olanın, yan şeritte höyküren salyalı yaratığın ya da her şeyi betona gömen uygarlığın bir piçi olma ihtimaliyle, bütün umutlarının tükendiğini hissediyordu. Umut, yoktu. İnsanlardan, beton rahme dönüşmüş kentten, üniversitelerdeki Kent Tasarımı bölümlerinden, hepsi de okumuş çocuklar olan mühendislerden, mimarlardan ve ezcümle bütün teknik kadrolardan, meslek birliklerinden umudunu kesmişti. Bunca eğitilmiş insana ve milli eğitime rağmen, ulaşılan sonuç ortadaydı işte!

Sustu. Schubert ve Bakire Meryem çekip gitmişti. Akıllı binanın daha akıllı merkezi müzik sistemi durdurmuştu yayınını. Yemek saati gelmiş ve binada çalışanların çoğu, aç solucanlar gibi karınlarını doyurmanın telaşına kapılmıştı.

Akıllı binanın daha da akıllı asansörlerinden biriyle giriş katına indi. Asansörde önünde duran mini etekli, beyaz gömleğinden siyah sutyeninin dantelaları görülen koca popolu kadının parfüm kokusu sinmişti üzerine. Henüz bayılmamıştı ama koku, gerçekten de çok ağır ve işgalciydi. Kendi kendini koklayarak ilerledi. Çıkış kapısına ulaşmıştı. Kartını turnikeden okutup iki rezidans arasındaki bahçeye çıktı.

Ansızın bir mucize gerçekleşti. Neşet Amca, elinde sazıyla geliyordu karşıdan. Gözleri ışıldadı. Artık kanacak bir rengi kalmamış dünyanın, diye düşündü. Neşet Amcaya sarılmak, onu göynünden öpmek istedi. Ona doğru yöneldi. Sarılıp, halleştiler. Çay içmeyi önerdi Neşet Amca’ya. Çok uluslu bir kahve şirketinin cafe’sinde en dip masaya oturup, kağıt bardaklarla verilen çayı içmeye başladılar.

Ofisten çıkmadan dinlediği müziği duyuyordu yine. Çaylarını içerken Schubert’in Ave Maria partisyonu hakkında konuştular. “Yeğenim” dedi Neşet Amca, “Daralma ve unutma; insanın göynüne değen ateş, ruhu yakar. Bu müzik de öyle sanki; dilini dinini bilmem, amma göynünden bir ses vermiş besteleyen. İşte bu yüzden; ses verenler oldukça, esir olma karanlığa… Heee, bu beton yığına gömmüşler hepimizi, lakin yine de esir olmamak lazım karanlığa, kötüye, namerde… De hele, aşık mısın, maşuk musun, sevdiğin, en önemlisi de seni seven bir yarin, gıymetlin var mı?..

Neşet Amca, ışıklar saçan bir ulaktı. Ve dünya, O’nun gibi insanlar hala var diye, dönmeye devam ediyordu. Gülümsedi. Evet, bunca kasvete ve kıraçlığa rağmen, sanki deniz görmüş gibi masmavi gülümsedi. Şaşırmıştı bu soruya. Sayıları az da olsa sevenlerini düşündü ve mümkünse, onlardan önce gitmeyi umut etti bu dünyadan.

Yan şeritteki yaratığın salyaları ve beton rahmin kasılmaları iyice artmıştı. Ne olacağını, nasıl olacağını kimse bilmiyordu. Gelecek var mıydı? Belki de iyice yaklaşmıştı son. Yeni bir yas müziği bestelenecek ve beton rahim bir daha kasılamayacak, herkes olduğu yerde kalakalacaktı; salyalı yaratık dahil.

C’est la vie…

Öykü Gazetesi, s. 18

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir