GARAJ – ÖYKÜ – İLKER ÜLGEN

Banliyöde yeni bir ev bakmaya gitmiştik. Aslında uzak, sevimsiz yerler. Kıraç toprağın ortasından akan jilet gibi asfalt ve sağlı sollu serpiştirilmiş sitelerin içinde kaba kaba evler. Yeni yapıldıkları her hallerinden belli. Uzun süredir ikamet edilen yerleşim yerlerindeki o oturaklılığın sıcaklığı yok. İnsan balkon pencerelerine bakınca karşılıklı kurulmuş iki sandalye, arkalarına sıkıştırılmış öteberiler, birazı tüketilmiş hevenkler görmeyi bekliyor. Oysa perdesiz camların üzerinde markalarını cart renklerle yazan yapışkan bantlar var sadece.

Bakacağımız evin kapısı açılıyor ve yanımdaki birkaç kişiyle birlikte içeri giriyoruz. Karım geride kaldı her zamanki gibi, huyudur. Onu görebilmek için ötedeki salon pencerelerine seğirtip dışarıya göz atıyorum; dışarısı fazla parlak, seçilmiyor. Üçüncü katta olmalıyız, az önce öyle bir söz gevelediler galiba. Merdivenlerden çıkınca hep şaşırmışımdır katları. Olsun, fazla yükseklerde olmayalım yeter. Eskaza camdan düşülüverirse kurtulmaya yönelik bir umut kalsın. Hoş, pek de sağlam durmuyor bu pencereler zaten, dokunur dokunmaz çerçeveden ayrılacak gibiler. Camlardan uzaklaşıyorum hızlıca.

İçerisi doğal olarak serin. Toz, kireç, badana karışımı kokuyor. Holün tam ortasındaki zeminde çember şeklinde bir kurum izi var. Duvarlardaki prizlerin başları sarkık, buyotlardan kablolar solucanlar gibi fışkırmış. Hiç sevmiyorum evleri bu haldeyken gezmeyi, bir türlü hayal edemiyorum tamamlanmış biçimlerini. Şurası yatak odası olsun, şurası çocuk odası diye sınıflandırabiliyorsun üstünkörü ama o kadarla kalıyor. Sanırım kıt bir hayal gücüm var. Hafifçe gülümsüyorum. Civarımızda gezinenlere duygulanımlarım hakkında ser verip sır vermeyen bir gülümseyiş bu. Sabit, azıcık kurumlu azıcık alaylı.

“Beğendiniz mi?” diyerek yanıma yanaşıyor emlakçılardan biri. E o da yılların kurdu.

“Güzelce ama fazla natamam gibi.”

“Buralar imara yeni açıldı. Bir yıla kalmaz en az iki katına çıkacak bu dairenin değeri. Hatta yakında bayındır edilmemiş yer kalmaz burada. Şu az öteye kocaman bir alışveriş merkezi yapılacak. Metro durağının da site kapısının üç yüz-üç yüz elli metre ötesinde olacağı söyleniyor. O paraya bile bulmanız zor olacak ileride.” Benden daha özgüvenli bir biçimde gülümsüyor karşımdaki adam, bıyıklarının tek tarafı salvo yapan bir kuş kanadı gibi yukar kalkıyor. Söyleyecek bir söz arıyorum; bulamıyorum, sabit bir gülümsemeyle yetiniyorum.

E lanet olası karım nerede? Böyle durumlardaki laklakları kotarmak onun işi. Gelsin bu sevimsiz adamla sabaha kadar tüm mahallenin tapu ve kadastrosunun cıcığını çıkarsın. Bana bulaşmasınlar yeter. Banyolardan birine giriyorum. İlginç bir biçimde her köşesi yapılı, parıl parıl. Sanki az önce biri yıkanmışçasına ılık. Hadi o önemli değil ama eşyalar acayip şık ve pahalı duruyor. Dolap üstü spotlarla duvarlardaki simli siyah seramikler ışıldıyor. Zeminin üzerinde ince bir tabaka su kalmış gibi kırık bir görünüm var. Her yan tertemiz ve şampuan kokuyor. Buradan çıkıp odalardan birine dalıyorum.

Boş, epey soğuk, genişçe. Yalnız çok garip ve kötü bir yanı var. Pencereleri bodrum katlardaki odalar gibi duvarın üst yanında, tavana oldukça yakın. Sıçrayıp pervazlarına tutunmayı deniyorum ama gerçekten çok yüksekteler. Neden böyle abuk bir yerleştirme yapmışlar ki? İçerisi aşırı loş kalmış. Dışarıdaki pıtırtılar zar zor duyuluyor. Sanki zindandayım, büyük bir sıkıntı kaplıyor içimi. Nefret ediyorum bu odadan. Memnuniyetsizliğim yüzüme vurmuş olmalı.

“Pencereler yanıltmasın sizi. Nedense böyle yapılmış ama azıcık aşağı çekilebilir. Hem burayı çocuk odası yapabilirsiniz, aklınız hiç onlarda kalmaz böylece.” Bu sözleri o kadar emin bir sesle söylüyor ki emlakçı adam, kusurlu olan oda değil de sanki benim. Bu modern tasarımı anlayamayacak kadar zevkim kıt.

Yüzümdeki bilgiç gülümsemeyi bozmadan hole geri çıkıyorum. Karım da elinde kâğıt havlu rulosuyla sokak kapısından giriyor. Oldukça neşeli olduğu sular damlayan esmer saçlarını şarkı söyleyerek kurutmasından belli. Yağmur başlamış olmalı. Aslında kavrayamadığım derecede ilginç bir huyu bu, daha doğrusu yeteneği. İnanılmaz geniş bir repertuvarı var, her banyo sonrası ayrı şarkı söylüyor. Bir kere duyduğumu bir daha duymadım desem abartmış olmam yani. İşin daha da garibi söylediği şarkıları radyoda, televizyonda, internette, başka ortamlarda duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Belki değeri bilinmeyen müzik dehasının tekidir karım, kim bilir.

“Garajı da görebilir miyim?” diye soruyorum. Adam telaşlı bir kuş gibi hızla çırpıyor bıyıklarını. Tiki var galiba. Tiklilere gıcık olurum, gözüm takılıp kalır o dinmeyen devinime.

“Yani, olur olur,” gibi bazı sözler geveliyor.

Kahverengi saçları kulağının hemen altında biten kadının peşi sıra seğirtiyorum. Adamın yardımcısı olmalı. Oysa selam bile vermedi şu ana kadar. Hızlıca yürüdüğü için yanına varmak için efor harcıyorum. Binanın merdivenleri dar, garaja inen mermerler yerleştirilmediği için basamaklar kayıyor. Sakınımlı adımlarla kadının arkasında kalıyorum. Tavandan sarkan ölgün ampulleri açtığı sıra varabiliyorum onun yanına anca. Aaa, inanamıyorum!

Eda Kara bu! Çocukluk aşkım. Daha doğrusu platonik aşkım. Komik, ironik, sersemce zamanlar. Sıkı fıkı olmasa da arada sıcak sohbetler ettiğim bir okul arkadaşımdı. Gördüğüm en güzel yeşil gözlere sahipti, hatta şu yaşıma kadar o çekicilikte gözler görmedim bir daha. Gözlükleriyle birlikte yüzüne asılmış iki rönesans tablosu gibi her bakışımda beni kendimden geçirirdi. Ama ona karşı herhangi bir meylim yoktu, sadece müthiş güzellikte bakışları olan bir arkadaşımdı. Oysa bir gün abuk bir diyalog geçti aramızda.

“Ayaz?”

“Hayır.”

“Demir?”

“Hayır.”

“Metin?”

“Değil.”

Erkek isimlerini sıralayıp duruyordum çünkü az önce sınıftaki erkeklerden birinden hoşlandığını söylemişti bana ve onun kim olduğunu bulma oyununa davet etmişti. Off, bomba haber! Hemen keşfetmeliydim. Sonra da o çocuğun yanına gidip pişkin pişkin sırıtmalıydım. Bildiğimi söyler miydim onu pek bilmiyordum ama.

“Mert?”

“O da değil.”

“Merter?”

“Haaayır.”

Listeyi yineleyip duruyordum ama kız hepsini reddediyordu. Belki dalga geçiyordu, o benimle oyun oynuyordu.

“Yav saydım ya hepsini. Can mı?”

“O değil dedim ya.”

“E kim?”

“Bilmem.”

Dalga geçiyordu, sinirlendim. Adını unuttuğum biri kaldı mı diye sınıfta gözlerimi öfkeli bir biçimde gezdirdim. Herkes yaptığı dandik resimlere kafasını gömmüştü. Yine de yüzleri seçilebiliyordu ve adını saymadığım benden başka kimse yoktu. Bunu düşündüğüm an aydım.

“Haaaaa!”

“Evet yaaaa!”

Gözleri, o zümrüt gözleri sanki her yanımı sarıyor, beni ilkokul çocuklarının yaptığı bir deve dönüştürüyordu. Ağzı kulaklarına varan ama aklının ucundan kimseyi yemeyi geçirmeyen bir dev. Kem küm eden, doğru düzgün tek bir sözcüğü ağzından dökemeyen. Neyse ki teneffüs zile çaldı o sıra. Gülümseyip göz kırptım kıza, çantamı öteden kaptım, arkamı dönüp sınıftan fırladım. Koridordaki kirişe değebilmek için öyle hızlı zıpladım ki az daha bileğimin üstüne düşüyordum. Böyle neşeli olduğum zamanlarda hep söylediğim bir şarkıyı bağıra çağıra dillendirerek okuldan çıktım.

O gece boyu düşündüm. Neyse ki haftasonuydu ve iki gün daha düşündüm. Pazartesi sınıfa varınca zümrüt gözlü kızın en uzağında kalan duvar tarafına oturdum, ona bakmamaya oldukça özen gösterdim. Böylece düşünmek için birkaç hafta daha fırsatım oldu. Sonunda dönem bitti ama şu lanet olası çürük kafam, kıza söyleyecek bir tek güzel söz bulamadı. Oysa deliler gibi hoşlanmaya başlamıştım ondan, her an onu gözlüyordum öteden. Kısacık saçlarını kulaklarının ardına sokma çabası. Armonik sesiyle şarkı söyler gibi konuşması. Minyon alt dudağını üst dişleriyle hiç zarar vermeden kaşıması. Arada gözlüklerini çıkardığında beni göremeden benim tarafıma bakması. Ah sersem kafam. Aynı müzik türünü seviyorduk üstelik.

Kısa saçlarını kulağının arkasına sokmaya çalışıyor Eda. Eskisi gibi kalmıyor saçlar orada, çünkü gözlük sapları yok. Lazer mi yaptırmış yoksa lens mi takıyor? Gözlerinin derinliklerinde kaybolana kadar uzun uzun bakmak istiyorum. Anlık bir gülümseyişle yüzünü önüne çeviriyor. Ama o ufacık, bir saniyelik bakış bile tüm anıları depreştiriyor.

“Siz de emlakçısınız herhalde?” Sesim olabildiğince kibar. Yalnız galiba tanımadı beni. Boylu posluyumdur ama yüzüm çocuksudur hâlâ, simam çok az değişti. O ise daha da güzelleşmiş, eceler ecesi bir dilber olmuş. Ama yüzünde endişeli bir hal var sanki.

“Hayır, burada biriyle buluşacaktım,” diyor. Sesi biraz sıkıntılı ama hiç değişmemiş. Boş bir barda çalan müzisyenler gibi garajın içinde yankılanıyor söyledikleri. Çevreme bakıyorum. Oldukça loş, sıralı ampuller anca yürüdüğümüz orta yolu aydınlatıyor. Sarı siyah çizgilerle boyanmış yuvarlak sütunlardan oluşan bir sürü boş park bölmesi ötelere kadar silik bir biçimde uzuyor. Galiba binanın değil de bütün sitenin ortak garajı burası. Uzakta hafif hafif devinen bir kırmızılık var.

“O zaman emlakçı değilsiniz?” diye alıkça soruyorum.

“Hayır, değilim.”

“Yukarıdaki beyefendiyi tanımıyor musunuz?”

“Tanımıyorum.”

“Ah siz de mi eve bakmaya gelmiştiniz yoksa?” Bunu oldukça şaşkın bir tonda söylüyorum ama Eda’nın tam yanından ilerleyişimi kesintiye uğratmıyorum.

“Hayır, burada biriyle buluşacaktım,” diyor. Sesinde bıkkınlık veya öfke yok. Aynı güzelim ezgi.

“Sizi rahatsız etmiyorum değil mi?”

“Hayır.”

“Rahatsız ediyorsam lütfen söyleyin, gerçekten, sıkıntı vermek istemem.”

“Etmiyorsunuz.”

İlerimizdeki devinen kırmızılık büyüyor. Sanki biraz da gırlıyor.

“Ben aslında banliyödeki evleri hiç sevmiyorum,” diyorum. “Şehirden kopmuşsun, dışlanmışsın, istenmiyormuşsun gibi geliyor. Hani şehirlerin dış kesimlerine eklemlenen gecekondu mahalleleri olur. Şehirliler önlerinden geçerken o çirkinliğe küfreder ve o kabalığın bir an önce yıkılmasını diler. Kendimi öyle bir yerdeymişim gibi hissediyorum.”

“Niye? Güzeldir oysa buralar.” Bunu söylemeden önce bana bir anlığına bakıp gülümsüyor.

“Elbette, elbette. Doğayla daha bir başbaşasın, havası temiz, ferah, değil mi? Kalabalık yok, gürültüsüz. En azından huzurlu, değil mi?”

“Evet, huzurlu.”

“Haklısınız belki de. Biraz da burada yaşamayı denemeli. Şehirden ne gördük ki? Dinmeyen sesler, bitmeyen trafik. Her yan curcuna. Varsa yoksa sıkıntı, bunalım.”

“Sen kimsin lan!” Gıcırtılı bir ses ve irikıyım bir kas yığını durduruyor bizi. “Kimsin sen dedim?”

“Ben eee… ben…”

“Benimle birlikte,” diyor, yine bana dönüp gülümsüyor Eda. Yüzü oldukça rahatlamış gibi.

“Tamam, geçin içeri çabuk.” Azıcık sırtımdan itekliyor it herif. Fren lambalarıyla siyah kaportası kızıl kızıl parıldayan büyükçe bir arabaya giriyoruz. Kurulduğumuz koltuğun berisinde bize dönük bir koltuk daha var, limuzindeyiz galiba. İçerisi beklenmeyecek düzeyde ışıklı. İzbandut herif orada oturan çıtı pıtı bir kadının yanına geçiyor, kısılmış gözlerini bana dikiyor. Adama bakmamaya çalışıyorum. Neredeyse bütün yüzünü kaplayan dev bir güneş gözlüğü takmış minyon kadına da bakarsam sanki daha fazla dikkat çekermişim gibi geliyor. Hâlâ karanlık garajın içinde ilerlediğimiz için pencerelerden dışarıya bakmam da şapşallık olur. En ideal çözümü buluyorum, tırnaklarımla oynamaya başlayıp bakışlarımı aşağı kaydırıyorum. Radyoda daha önce hiç duymadığım bir şarkı hafif bir sesle arka planda çalıyor.

“Herhangi birini buldun mu?” diyor o minyon, güneş gözlüklü kadın, kendisinden hiç beklenmeyen derinlikte, çatallı bir sesle.

“Olabilir, önce ücreti konuşalım,” diyor Eda. Kendinden emin, rahat, bu kişileri tanıyor olmalı.

“Her zamanki tarife. Uygun mudur?”

“Bu seferki artı beş eder.”

“Şansını zorlama istersen kızım.” Kaçamak bir bakış atıyorum. Minyon kadın kukla gibi duruyor tam karşımda, sanki o irikıyım herif onu kontrol ediyor.

“Siz bilirsiniz, ama bu seferki bence tam da aradığınız mal. Sizin için özel olarak buldum.”

Minyon kadın konuşmadan önce dudaklarını yalıyor olmalı, şapırtılarını duyuyorum.

“Ne gibi özellikleri var?”

“Yüzü çocuksu ve tatlı.”

“İyi. Başka?”

“Burnu hokka. Gözleri ela ve saat gibi.”

“İşe yarar. Başka?”

“Esmer gür saçları var. Teni buğday rengi. Dudakları biçimli.”

“Evet, başka var mı?”

“Biraz safça.”

“İyi iyi. Tamam, bir seferliğe mahsus istediğini veriyorum.” Kadın minyon yapısına yaraşmayan çirkinlikteki kazulet elleriyle berisindeki çantayı açıyor, içinden kadife bir kese çıkarıyor. Zümrüte benzeyen irili ufaklı bazı parlak yeşil taşları ellerini uzatmış olan Eda’nın avuçlarına boca ediyor.

“Teşekkür ederim, sizinle çalışmak bir zevk,” diyor Eda o zarif sesiyle ve bana dönüp o büyüleyici gözlerini bir anlığına benimkilere kilitliyor. Alt dudağını hiç incitmeden dişleriyle azıcık kaşıyor, tekrar gülümsüyor.

“Tam zamanında karşıma çıktın,” diyor sessizce ve o sıra araba duruyor. Camların dışı hâlâ zifiri karanlık. Demek ki sadece garajın içinde tur atmışız.

Eda’nın peşi sıra inmek üzere kapıya doğru kayıyorum ama kocaman, damarlı bir demir parçası geçişimi engelliyor. Azman herifin kapkalın kolu hiç kıpırdamadan önümde duruyor, kısık ve sert gözleri bana bakıyor. Bu arada minyon kadın aheste bir hareketle gözlüğünü çıkarıyor.

Ahh, titriyorum! Tek göz yuvası boş, diğerinin göz kapağı irinler içinde şişmiş ve neredeyse tüm görüşünü kapatmış. Burnunun üst kemiği çöküp içine kaçmış. Elmacık kemikleri eprimiş. Pütürlü yanık izleri peruğunun altından gözüken kül rengi yoluk saçlara uzanıyor.

“Anlatın bakalım delikanlı, nelerden hoşlanırsınız?” diyor o çatallı sesiyle kadın ve araba tekrar hareket ediyor.

Koltuğa mıhlanıp kalıyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum ve söyleyecek tek söz bulamıyorum. Radyoda hâlâ aynı lanet şarkı çalıyor. Etraf gittikçe aydınlanıyor ve araba galiba garaj kapısından çıkıyor.

 

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir