KENDİMİZE MEKTUP VE KARE’NİN HİKMETİ  

Yayıncılık meşakkatli bir uğraş. Yazarın hakkını kendine teslim ettikten sonra, üretilen eserin öteki insana ulaşmasında birincil öğe yayıncı. Bir fikrin veya tasavvurun cisimleşmesi, somut bir varlığa dönüşmesi yaratıcısının dışında birçok unsurla ilişki içerisinde olmak zorunda. Yayımcı, bu unsurların bileşkesini oluşturan bir düğüm noktası belki de. Yazar dosyasını teslim ettikten sonra heyecanla kitabının eline ulaşacağı an’ı bekler. Oysa geçen süreç, yayıncının ıstırabıdır aslında. Mizanpajdan kapak tasarımına, edisyondan son okumaya kadar birçok iş kalemi devreye girer ve sonuçta elinize aldığınız, rafa çıkan kitap nesnesinin varlığı yayıncının pratik, kafa ve kol emeğinin sonucudur. Kitap rafa çıktıktan sonra yazar da sanki bir okur gibi kitabını raftan alıp, okuyabilir. Oysa yayıncının işi bu noktada da bitmez; stok takibi, dağıtım, tanıtım vb. birçok iş kalemi zorunlu olarak ilgilenilmesi gerek olgulardır.

O halde soru şudur: Yayıncılar nasıl bir ruh haline sahiptir ki bu çabayı sürdürürler?

Kapitalist bir dünyada para kazanmanın başat güdü olması bir yanıttır. Ancak kitap işinden çok para kazanmak her yayıncıya nasip olmaz. Aksine fedakarlıklar yaparak yürütülür birçok iş. Tüketim kültürünün ayrılmaz bir unsuru haline gelmediyseniz, tek değeriniz çok satmak ve parayı cukkalamak değil ise başınız belada demektir. Bu durum, zaten zor bir iş olan yayıncılığı daha da içinden çıkılmaz bir hale getirir. Birçok kişi ve olgu ile cebelleşmek zorundasınızdır. Ve büyük olasılıkla kimseye de yaranamazsınız. Yazardan başlayarak hoşnutsuzluklar sıralanır gider. Kapağın daha yaratıcı olabileceğinden, mizanpajın sakilliğine, en azından karakter ve punto seçiminin daha özenli yapılmasına kadar binlerce soru ve eleştiri yayıncının günlük mesaisinin yönlendiricileridir. Lafı uzatsak da çare yoktur aslında. Soru orta yerde yanıtını bekler. Bunca zahmete niye katlanılır?

Belki de tek bir yanıt vardır: Yazmak, sözcüklerin ve imgelemin ufkunu sonsuzlayarak özgürleşmek ve var oluşun bir kipi ise yayımlamak, bu kipe bir yerinden eklenerek aynı ufka doğru yürüyüşün bir gereği ve sonucudur. Hem de her şeye rağmen…

Yukarıda serimlediğmiz süreç birçok açmazı da barındırır. Kapitalist tüketim kültürüne eklemlenerek kitle kültürünün besleyicisi ve çoksatar bir yazar değilseniz, yayıncı bulmanızda bir o kadar zordur. Satmayacak kitapları basmak, bir tür nevrozdur belki de. Ama yaratıcı edebiyat tam da böylesi bir iddiayı somutlamak değil midir? Kesinlikle öyledir. Bu halde yaratıcı verimleri olan yazarlar bir takım çözümler üretmelidir. Bu, belki de bir zorunluluktur. Edebiyat-sanat tarihi böylesi birçok örneği içerir. Ve aklın ürettiği ilk çözüm yaratıcı yazarın ya da grubun kendi yayınevini kurması, sanki yazmak yeterince zor bir uğraş değilmiş gibi, bir de yayıncılığa başlanmasıdır. Yazdıklarınız, veriminiz kitlesel kültürün, beğeninin ve estetiğin dışında ise zaten fazla seçeneğiniz de yoktur. Kapısından döndüğünüz “piyasa yapıcı yayıncıların” mutlak öğüdü “satacak” yapıtlar üretmenizdir. Ama siz içinizdeki sözcükleri bulup çıkararak, varlığınızın ve algınızın sınırlarını zorlayarak bir iddia ortaya koyuyorsanız, bilemezsiniz ki “satacak yapıt” ya da “yapıtı satmanın” yolları nedir, ne değildir? Tek çareniz bağımsız ve özgür bilince sahip bir yayıncı bulmak ya da kendi yayınevinizi kurmaktır. Bu yönde tarihin yaprakları arasında birçok örnek bulunabilir. İlk anımsadıklarım okyanusun ötesinde yaşamış yaratıcı yazarlar ve onların kurdukları yayınevleridir. Örneğin Beat Kuşağı’nın sırayı bozan delifişek şairleri ve bir nehri yoldaş sayan Virginia Woolf, andığımız süreci somutlaştıran örneklerdir. Bu yazarlar/şairler kendi yayınevlerini kurarak özgür ruhlarının bulup çıkardığı sözcüklerle ve kimseye hesap vermeden yaratmış, yazmış, yayımlamışlardır. Bu özgürlük hali ve hissiyatıdır ki Allen Ginsberge aşağıdaki dizeleri söyletmiştir:

 

“Amerika sana her şeyimi verdim, şimdi bir hiçim ben

Amerika, iki dolar yirmi yedi sent 17 Ocak 1956

Kendi kafama bile dayanamıyorum

Amerika, ne zaman bitireceğiz insanlarla savaşı?

Al da kıçına sok atom bombanı

Keyfim yerinde değil, sıkma canımı

Kafam düzelmeden yazmayacağım şiirimi

Amerika ne zaman melekleşeceksin?

Ne zaman soyunacaksın çırılçıplak?

Ne zaman bakacaksın kendine mezarlıktan?”

                                           (Çeviri: Cevat Çapan)

Ya da Virginia Woolf’un kocasının yayınevinde bastığı betikleri, benzer bir sürecin ve özgürleşme çabasının en güzel sonuçlarıdır. Peki ya ülkemizde durum nedir? Birçok örnek verilebilir. Ada Yayınları, Tan Yayıncılık, Yazko vs… Özgürleşme çabası bu çabaların kapsayıcı ve ortak öğesidir. Nitelik meselesi ise ayrıca irdelenebilir.

An itibariyle ülkemizde de benzer çabalar sürdürülmektedir. Sözü uzatmadan lafı kendimize getirelim: MedaKitap, bozkırın ortasından boy vermeye çalışan bir bozkır dikeni olarak, diklenmeye, ters olmaya devam ediyor. Kuvveden fiile çıkarken “sığınak kardeşliği” dediğimiz bu yapı, hayatın gösterdiği ve öğrettiği bilgi ile şimdilerde “emek kardeşliğine” evrildi. Ama bir şey değişmedi: MedaKitap, bozkırın yakıcı güneşi altında direnmeye, diklenmeye, ters olmaya devam etti, ediyor. Sırtlarını dönüp giden dostlarımız, arkadaşlarımız oldu. Ama hiç yüzünü görmediğimiz, ilk an’dan itibaren bizi izleyen, adına okur demekten hicap duyduğumuz ve verilen emeği hep takdirle karşılayan can’larmız da oldu, olmaya devam ediyor. Onlarla zaman zaman buluşuyoruz ve buluşmaya da kararlıyız. Gidenlere, arkamızdan bir selam dahi göndermeyenlere, taşırken fark etmediğimiz ama ego’nun pragmatist duraklarında inerek yükümüzü azaltanlara da bin selam olsun. Uzatmaya gerek yok. Detaya da. Ama kesin olan MedaKitap yüzünü güneşin ve gecenin türlü türlü ayazına dönüp, tırnaklarını toprağın daha derinine saplayarak diklenmeye, üretmeye devam ediyor, vesselam…

Kendi üzerine söz üretmek, kendi verimine iltifat etmek, elbet ki yakışık almaz. Zaten muradımız da o değil. Yaptığımız ortada; bir kere “satmayacak” denilen ve büyük yayıncıların alenen aforoz ettiği şiire mutlak olarak inanıyoruz. Bu yüzden de sıkı şiirin peşinde koşuyoruz. Dilimizde olmayan şairleri bulup, sahiden ve sağlam çevirilerle yayımlıyoruz. Denize Doğru yürüyüp giden, bu dünyanın minnetine de mihnetine de eyvallah etmeyen Alfonsina Storni ilk yoldaşlarımızdandı. Sonra Ingrid Jonker geldi, taa Güney Afrika’dan. Okyanusun ötesinden Stephen Crane el verdi emeğimize. Bunlar dilimizde olmayan çevirilerimizdi. Yayıncı bulamayan şiir ağıtlarımız da oldu; Kazım Koyuncu ve Jacqueline du Pré… Şu güzelim Ankara’nın Delileri’ni de yazdık, pirimiz Kirli Tahir’in selamını da… Beyhude bir çabayla ve Yeryüzü Derdini Anlatmadan Önce, Agnes Richter’e selam verip, Eski Mahalle’den Janis Joplin, Nilgün Marmara, Otto Weininger, Beethoven ile Red’ederek bağzı şeyleri geçerken sokaktan, Derdimizin Devası’nı, Masumlar Ağacı’nda bulduk belki de. Akşam Olup Karanlığa Kalınca, Cinayet Mahallinin uğursuzluğunu bir Kumrunun Saklısı’nda temize çektik. Sur’lardan Sır’larla atlayıp, Turayazı’da çocukluğumuzu üşütürken kendimizi gördük Aynadaki Yatak’da.

Bir kez daha vurgulayalım: Yayıncılık meşakkatli uğraş… Ama emek kardeşliği ile yapılınca keyifli birçok anekdota ve anıya da neden oluyor. Aynadaki Yatak ile ilgili bir vakayı aktararak bitirelim mektubumuzu.

İlkyaz, hep bir heyecanla geliyor bozkıra. Kasvet dağılıp, ufuk aydınlanıyor bahar ile. Ve MedaKitap her yıl, ilkyaz gelince bir grup kitapla selamlıyor güneşi. Bu yıl da üç şiir ve bir öykü kitabı yayımlandı. Basın bültenlerimizde detayları verilen bu kitaplara değinmeyeceğiz. Sadece öykü kitabımız ve bu kitabın kapağının hazırlanması sırasında yaşananları ve sonuçlarını aktaracağız. Çünkü bu anekdot, butik bir yayınevinin emek kardeşliğine ve birbirinden emin olan paydaşlarının nasıl çalıştığına güzel bir örnek. Yani biraz daha iç’erden bir havadis…

Bahar ile birlikte bizde kitaplarımızın kapaklarında bir değişikliğe gittik. Artık klasikleşen üst bant şeklindeki tasarımı, bu kez tam sayfaya büyüttük. Bu postada, daha öncesinde olduğu gibi ressam sevgili Nezihe Gökçe desenleri ile bezedi kapaklarımızı. Tabi ki kapakların son tasarımı, mizanpaj vb. birçok işi cefakar emekçimiz Ali Hikmet Eren yüklendi. Düzelti, son okuma vb. süreçlerde ise diğer emekçilerimiz katkı sağladı. Kısa sürede her şey bitirildi ve baskı için dosyalar Adem Abiye, Rıza’ya ve Ra’ya, yani Karizma Ajansa gönderildi. Bu noktada Ali Hikmet işleri nedeniyle Ankara dışı bir görevlendirmeyle kent dışına çıktı. Olası sorunların çözümü ve basım sürecinin takibi Serdar Aydın’a bırakıldı. Sanki her şey bitmiş gibi görünüyordu.

Gerçekten bitmiş miydi?

Butik yayıncılarda ya da en azından MedaKitap’da “son dakika”lar çok önemlidir. Bazen sorunlar çıkar ve baskı süreci uzayabilir. Bazen de son dakika dokunuşlarıyla riskler alınabilir. Özellikle son dakika dokunuşları, dokunuşu gerçekleştiren kişinin ötekilere sürprizi de olabilir. Ötekiler kitabı basılan yazardan okurlara kadar uzanan bir yelpazede yer alır. Nitekim 2018 bahar kitaplarımızda da bir son dakika dokunuşu vukuu buldu. Serdar Aydın, son okuma ve kontrolleri yaparken İlker Ülgen’in kapak tasarımına kendince dokundu ve kapağın tasarımında olmayan, Ali Hikmet başta olmak üzere kimsenin önceden bilmediği bir müdahaleyle kapağın ortasına içi dolu siyah bir kare ekledi. İlk anda tamamen alakasız bir müdahale gibi görünüyordu. Kapakta kullanılan Nezihe Gökçe deseni, kitabın içeriğine uygun olan ve kadın bedeninin, doğrusu kadın imgesinin parçalanmışlığını vurgulayan bir çalışmaydı. Böylesi bir desenin kullanıldığı kapağın ortasında içi dolu siyah bir karenin bulunması yadırgatıcıydı. Ama Serdar Aydın bu riski almış, kendisince anlamlandırdığı kareyi kapağa eklemişti. Şimdi ne olacaktı? Kaostu belki de onu, bizi bekleyen.

Öyle de oldu. Kitaplar matbaadan alındığında ilk önce Ali Hikmet Eren şok oldu. Sonrasında imtiyaz sahibi Alaattin Başaran, yazarımız İlker Ülgen ve yazarın temsilcisi Özlem Ülgen şok dalgasına kapıldı. Bir hata olarak algılanan siyah kare sorgulanmaya, tasarımlarda olmayan bu bilindik geometrik şeklin kapağa nasıl “sızdığı” irdelenmeye başlandı. İlk yorumlar bunun elde olmayan bir tasarım hatası olduğuydu. Ama hakikat öyle değildi. Çünkü Serdar Aydın gerçeği ifşa etti.

Bir haritacı da olan Serdar Aydın, geometrik açıdan en rijit ve bilinen bu formu, Ali Hikmet Eren’in kent dışında olmasını da fırsat bilerek(!), son dakikada eklemişti kapağa. Amacı karşıt-bütün bir ilişki ağı yaratmak ve kapağın etkisini, iletisini güçlendirmekti. Çünkü öykü içeriklerine, yazarın kurgusuna, odak alınan ülkemiz özelindeki kadın olgusuna uygun olacak şekilde kapak deseni parçalanmış bir kadın figürüydü. Bu reel durumun, öykü içerikleri dikkate alındığında söylemsel ve teknik düzeyde, ayrıca imgesel çağrışımlar açısından da karşıtlığı ancak ve ancak rijit bir form ile sağlanabilirdi. Ve siyah bir kare, matematik ve geometrik tanımlılığı, rijit yapısı ile bu karşıt-bütün ilişki ağı için mükemmel bir formdu.

Kaosun karşısında kozmosun çekiciliği… Parçalanmışlığın karşısında bütünlük, dağılmanın ötesinde birleşme, düzen ve imgenin çoğul çağrışımlarıyla öykülerdeki anlam katmanlarına, kurgusal denkleme eklemlenme hali… Siyah, içi dolu bir kare… Bir yandan Kazimir Malevich’in “Black Square” adlı eserini çağrıştıran ve bu çağrışımı ile resim sanatının bildik algısına ve sunumuna radikal bir müdahale gerçekleştiren yaratıcı cesaret, öte yandan parçalanmış kadın figürünün olasılık üreme organına, rahmine denk gelen konumuyla bütünlüğü, yeniden doğumu müjdeleyen, bir tür exodüs’ü imleyen çağrışımı… Serdar Aydın, bütün bu savlarla ve henüz ifadeye dönüşmemiş imgenin çoğul çağrışımlarıyla İlker Ülgen’in öykülerini böylesi görsel ve anlamsal bir bağlama taşımayı istemiş, bu arzusunu kimseye bildirmeden ve risk alarak gerçekleştirmişti. En büyük dayanağı emek kardeşliği içerisinde olduğu dostlarından, yoldaşlarından “emin” olmasıydı, ilk an itibariyle bunun bir teknik hata olduğu sanılsa da…

Bu anekdot, MedaKitap’ın yapısını ve işleyişini, daha doğrusu dünyayı, hayatı, sanatı, edebiyatı, dostluğu, emek kardeşliğini, yoldaşlığı algılayışımızı ve bozkırın inadını, diken olma arzusunu, inancını ortaya koyduğundan, belki de biz’i en iyi ifade eden bir vakıa olması nedeniyle kamuoyu, okurlarımız ve kıymetli yazarımız İlker Ülgen ile zarif temsilcisi Özlem Ülgen hanımefendiyle paylaşılmıştır.

Sözün özü, MedaKitap’ı izlemeye devam ediniz. Çünkü her an her şey olabilir… Hatta bize rağmen…

Nice Kitaplara… Ars Longa Vita Brevis

MedaKitap

 

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir