Tek bir sese açılan bir kapak, sonra bir nefes elin; avaz avaz çığlıkların bendi.
Kan ter içinde bir ishal gibi yayılır acı; damla damla, nefes nefes.
İlk eriğini aş ererken kopardın dalından. Tesadüf ki yazdı ve tam da mevsimiydi. Özlemeye bile fırsatın olmadı.
El ve ayaklarından sarmalanan, dallanıp budaklanmış bir ağaç gibi kabuk bağlamış derin.
Meyve vermeyen bir ağaç olmaktır, seni beklerken ağaç olmanın korkusu.
Yeterince suskun gibi görünse de iç sesimi susturmam gerekiyordu. Bana sürekli bir şeyleri yapmamı söyleyen o aptal sesi bastırmam, bilinçaltıma gömmem gerekiyordu. Var olduğundan beri rahatsızdı, huzursuzdu ve buna rağmen yaratma gücü sürekli sıfıra yakınsıyordu (“İnsanın müstakbel beynine emredip yaratması için her şeyden önce huzursuz olması gerekir” diyenler nasıl da yanılıyorlardı). Vıcık vıcık uzuvların hasarlı doğmuş yanlarından farksızdı bu hâliyle. O uzuvlar ki, hiç doğmamış olmasını dilerlerdi de başka bir şey dilemezlerdi bu lanet parçalarının.
İç sesimden kurtulduğum an kanepeye bıraktım kendimi. Kendisine çekyat denmesine fena hâlde sinirlenen bir kanepeydi. Boylu boyunca ve sere serpe kavramlarının vücut bulduğu, yaşama dair ne kadar akıntı, ne kadar ifrazat varsa dile geldiği bir kanepeydi ve zamanın tüm kiri pası üzerine sinmişti çoktan.
Kanepeye yüklediği anlamı iç sesine yükleyemeyenlerdendim en kötüsü de. İç sesim olacak o gerzek, bilinçaltımdan sıyrılıp gün yüzüne çıkabilse, bunu kendisi de itiraf edebilirdi pekâlâ. Gelin görün ki o çöplükte metan gazı üreticilerine karışmıştı çoktan; elden bir şey gelmezdi.
İttire kaktıra alınan, gönülsüz alınan yol. Bahtı kara, zifti kara yol. Bitmez gibi görünen, ama daha en başında biten yol. Alındıkça tükenmeyi öğreten, tüketmenin erdeminden bihaber yol. Ah ki ne ah, sırf zavallısın diye üzülme be yol!
Bilinçaltımdan az önce çıktılar; önce ses, sonra yol. El ele ve mağrur çıktılar. Fışkırmak isteyip de ancak çıkabilmeleri bir detaydı sadece. Bazen iç ses ne derse oraya, bazen yol nereye konarsa oraya, çoğu kere de oradan oraya seğirtip durdular. Ölümüne nefret ettikleri uyumluluktan muzdariptiler en çok da. Özgüvenin zerresi yoktu, ama kibir de yoktu yüzlerinde. İç sesle alınan yolda iz aramak kadar saçma ve anlamsızdı varlıkları. Silik de olsa tüm erdemleri buradan fışkırıyordu ve bunu asla kabul etmiyorlardı. Sessiz sedasız bir dayatmaya ve görünmeyen bir cazibeye kim dayanabilirdi ki?
Susmak bilmiyordu iç ses, durmadan konuşuyordu. Kendisini bastırmanın, susturmanın bir yolu olmalıydı; ama bu kimin umurundaydı…
Senle iletişim kuran tek şeyi susturmaya yelteniyor, üstüne üstlük salak olmadığını iddia ediyorsun, öyle mi? Yok olmanın dibini göreceğin mutlak sıfır noktasının bile nevi şahsına münhasır bir sesi var. İç ya da dış olmanın çok ötesinde de olsa, yine de var. Yalnızların yalnızı tanrılar kadar yalnız salınsak da ana rahimsel boşluklarda, sesten kurtuluş yok yani. Olmasın da zaten.
Sonra yola dedim ki, sen biraz uzan; geliyorum ben. Yan odalar, yan dünyalar ve yan evrenler yüzünden çok sessiz bir birleşme olmalıydı az sonra olacak olan. Ki öyle de oldu. Ve bilinçaltının derinliklerinden sonsuza uzandı lanet soy; iç sessizce ve kontrolsüzce.