SIFIR’DAN ZONA’YA, TOZ’UN ONTOLOJİSİNDEN POETİKA’YA: C.HAKKI ZARİÇ… Serdar AYDIN

Dünyaya verilmiş armağanlar vardır. Ya da dünyanın insana verdiği armağanlardan da söz edilebilir. Karşılıklı bir çekim, iletişim ve etkileşim kaçınılmazdır. Dünya, insanın varoluş uzamıdır. Nesnel ve somut bir gerçekliktir. Belki de tek başına bir anlamı yoktur. Çünkü nesnelerin anlamını insan yaratır. İnsan, anlam üreten, anlamlandıran öznedir. Somut olanın soyuta, nesnel olanın öznele, maddenin manaya ulaşması insanın sayesindedir. Çakıl taşlarının üzerinden akıp giden bir dere, akışın ve oluşun neliğinden, yani diyalektik süreçsellikten bihaberdir. Dereye, akışın ve oluşun neliğini atfederek, diyalektiğin doğa ile eşleşen kavramsallığını ifadelendiren filozof, o sessiz ve sakin akıştaki anlamı üreten, maddeyi manaya ulaştıran insandır. Gün ışığının dalgalanmalarını görselleştirerek var ettiği plastik temsil ile ışığı estetik bir göstergeye dönüştüren de insandır. Ve bütün bu olguların, insanın dünyaya verdiği armağanlar olduğu söylenebilir. Ya da dünyanın, insana sunduğu anlamlandırma olanakları olduğu savlanabilir. Hayatın ve yaşantıların, zamanın ve uzamın anlamlandırılmasıdır söz konusu olan.

Anlam vermenin, anlamlandırmanın çeşitleri, insanın edimlerine koşut ve içkindir. Dostumuz Herakleitos’un derenin akışına anlam katışı ya da empresyonistlerin ışığın dalgalanmasındaki estetik görünüyü dışa vurması, var olmaya çalışan insanın varlık kipleridir aynı zamanda. Daha da kategorize edersek felsefenin ve düşüncenin insanın varoluşundaki karşılığıdır, derenin doğal akışındaki anlamın kökeni. Işığın titreşimi, dalga boylarındaki çeşitliliğin sunduğu plastik ve estetik görünü de benzeşir bu kökensel varlık haliyle. Sanat ve felsefe,  insanın varoluşuna ve etkileşimli olarak da içinde var olduğu nesnel uzama anlam atfettiği edimlerdir. Ve şiir, bütün bu edimlerin kurucu öğesi, insanın varoluşunun ve anlamlandırma ediminin en üst seviyesidir. Çünkü şiir, her şeyi içerir; evrendeki her şeyle etkileşim halindedir.

Şiirin anlamlandırma niteliği şairin varoluşundan köken alır. Çünkü şiiri bir insan üretir ve onun, şiir diye sunduğu betikler kendiliği’nden, varlık hallerinden ayrı düşünülemez. Madde ile mana arasındaki salınım, şiir formu ile insanın anlam verme edimine içkinleşecektir. Şair, anlam verme edimini şiiri ile nesnelleştirip somut bir ifadeye dönüştürürken,  sürece ilişkin birçok yöntem veya teknik kullanabilir. Bunlar, ifade edişin araçları ve son kertede ulaşılan dilsel yapının kurucu öğeleridir. En başat ve bildik öğelerden birisi de anlatma, öyküleme (narration) yönsemesidir. Şimdi, yukarıda andığımız ifadelendirme sürecinin somut ifadesi olan ve bizi böylesine düşündüren bir şiir kitabına değinmek  istiyoruz.

Şair C.Hakkı Zariç’in Ekim 2017 tarihinde yeni şiir kitabını okuruyla buluşturdu. “Zona” adlı kitabı ve içerisindeki şiirleri okudukça yukarıda andığımız sürecin daha da ayırdına vardık. Bu acıya gömülmüş ve herkesin ölümü beklediği dünyada, şiirin ve şairlerin,  ancak ve kesinlikle vurgulamalıyız ki sahici şiirlerin ve şairlerin, armağan edimini iki yönlü gerçekleştirdikleri savlanabilir. Şiir, içinde var olunan dünyaya sunulmuş bir armağandır. Ve eş deyişle dünya, şiirin var kılındığı nesnel ve ontolojik bir uzam olarak, şaire sunulmuş bir armağandır. Bu eşlenikli durumun sonucu şiirdir ve okura ulaşabilen her şiir, dünya içerisindeki acılı varoluşumuzun tanıklarıdır. Zona adlı bu kitap, tam da bu varoluşa tanıklık etmek için yazılmış bir betik sayılabilir. Şair, kitabının adını “Zona” koyarak, okura ilksel mesajını da verir. Zona, sinir uçlarının iltihaplandığı, acı dolu bir marazdır. İlk anda okuyacağımız şiirlerin böyle bir etki yaratabileceği ön görülebilir. Ancak bu bir tezattır. Çünkü şiirler, örtük bir artalanda insanın varlık acısını odak alsa da, yüzey yapıda son derece lirik ve anlatımcı bir bütünlük oluşturmaktadır.  Şair, en başta böylesi bir tezat yaratmayı başarmıştır.

Acıyı imleyen ve semptomlarının kişiyi son derece rahatsız ettiği zona hastalığının ad olarak seçildiği kitap, toplamda 23 şiirden oluşuyor. Şiirlerin ikisi hariç, tamamının adında “toz”  öneki kullanılmış. Sadece kitabın tam ortasındaki Kars ve sonundaki Zona adlı şiirler bu öneki almamış, yani “toz’suz” şiirler. C.Hakkı Zariç’in bir önceki kitabında da şiirlerin ön niteleyicisi olan bir sözcüğü seçtiği ve “sıfır” ile şiirlerin adından başlayan bir çağrışım alanı yarattığı bilinmektedir. Nitekim bu kitapta da “toz” sözcüğü aynı işleve sahiptir. Esasen kitabın şiir tekniğinin ve form yapısının da bir önceki kitapla eşlenebileceği söylenebilir. Ancak teknik ve formel ilişki kurulsa bile iki kitaptaki şiirlerin aurası’nın ve imgesel çağrışımların bambaşka olduğu görülecektir. Şair, yeni kitabında ‘kişisel epik’ olarak nitelendirilebilecek, şiiri anlatının var kıldığı öykülemeci bir bütün oluşturmuştur. Bu durum en başta kitap adıyla kurulan anlamsal ve çağrışımsal tezatı da açımlar. Diyesim Zona’da okuyacağınız şiirlerin, bu hastalığın imgesel yükü ile somut bir bağı yoktur. Aksine, anlatının ben’e içkinleştiği, tamamen kişisel bir varoluş halinin, bu kişiselliği ve var olmaya çalışan ben’i kuşatan bir çoğulluğa ulaştığı görülecektir. Söz konusu çoğullaşma şairin hayatına ve varoluşuna etki eden somut yerlerden, insan adlarından başlayan sürecin kişisel imgelere, çağrışımlara dönüştüğü anlatımcı ve lirik bir bağlama eklemlenecektir.  Ezcümle kitabın adı ile şiirlerin aurası arasında doğrudan bir bağ kurulamamakta, şiirsel anlatının çağrışımlarıyla tezata kapanan bir anlamsal çevrim yaratılmaktadır. Bu çevrimin saklı kalamadığı, kalamayacağı da ilk sayfalarda söze geçirilir.

“Saklanmam mümkün değil, yakama sözcük asmışım”(Zona, s.7)

Aslında okurun da saklanması olası değildir. Çünkü şairin yakasındaki sözcüklerle kaçınılmaz bir karşılaşma yaşanacaktır. Bu karşılaşmanın önsemesi ve teknik yönlendirmesi şairin söylem biçimine yansımıştır. Esas olarak ‘betim ve soru ve yargı’  şeklinde bir dizeleştirme tekniği uygulanmıştır. Şair anlatmak istediğine ilişkin olguyu veya olayı betimleyerek, soru sorarak ve yargıda bulunarak ifadesini oluşturur. Bu durum anlatının kurucu öğesine dönüşmüştür. Ayrıca şiirsel formun çok belirgin ve baskın niteliğinden de söz etmek gerekir. Bütün şiirler toz önekiyle sıfatlandırılmakta, bir tür epigram olan ve şiir adının üstünde yer alan dizelerle açılmakta, soru dizesi ve bağlaçlarla geliştirilmekte, ifadelendirilmektedir. Bu mutlak kurgunun teknik ve söylem açısından kolaylaştırıcı niteliği olsa da şiirsel anlamın, çağrışım gücünün ve şiirin poetik aurasının aleyhine formel bir durum yarattığı da savlanabilir. Her şiirde aynı form yapısı ve toz öneki okurun yabancılaşmasına neden olabilir. Bir önceki kitabında da aynı tekniği uygulayan ve sıfır sözcüğünü  önek olarak kullanarak şiirleri sıfatlayan C.Hakkı Zariç’in, bizce bu tercihinden vazgeçmesi gerekir. Çünkü formun granit yapısı, her şiirin ortak önekle sıfatlandırılması, bir aşamadan sonra ama kesinlikle okur için yabancılaştırıcı bir efekt yaratmakta ve belki de şiirin uzamından ötelenmesine neden olmaktadır.

C.Hakkı Zariç’in bu kitaptaki tekniği nedeniyle, sessizliklerin ve suskunun çok az olduğu şiirlerle karşılaştığımızı ifade etmeliyiz. Bir başka şekilde söylersek şairin hükmi iradesiyle okuru betimlemeye çalıştığı varlık bağlamına davet ettiği söylenebilir. Bu davetin kesinliği ve ağırlığı sessizliklerin ve suskunun doldurulmasına, sözcüklerin derişikliğiyle “boşlukların” berkitilmesine neden olmuştur. Okur, neredeyse bir an için bile soluklanamamaktadır. Süreklilik gösteren yoğun sözcük yüklü dizelerin akışı polifonik bir ritim yaratırken, bağlaçların, neden sonuç ilişkisi kuran sözcüklerin de sık kullanımıyla olası bütün susku ve sessizlik alanları tahkim edilir, berkitilir. Bu durum tekniğin ve formun mutlak tahakkümüne neden olur belki de. Dolayısıyla imgenin, metaforun tekil ya da tikel niteliğinden daha çok yaygın bir imgeye, düzlemsel ve yüzeye yayılmış bir metafor çağrısına kulak vermek söz konusudur. Yer adları, nesnel bağlaşıklar, anılan dostların ve arkadaşların adları ve somut göndergeler, bu çağrının nesnelleşmesinde çok etkilidir.  Ayrıca sürekliliğin ve anlatı ediminin bağlaçlarla ilişkisi de çok belirgindir. Bu durum, imgenin dize bazından şiir yüzeyine evrilmesine neden olur. Şairin şiir yüzeyine evrilmiş yaygın bir imge yaratmayı istediği ve gerek tekniği, gerekse de formun rijit niteliğiyle bunu sağladığı, yani yapılandırıcı ve akla(intellect) dayanan bir kurgunun ön görüldüğü söylenebilir. Zaten her şiirin bir soru ile başlaması da yazma ediminin kurgusallığına ve aklın soru sorma, sorgulama edimine işarettir. Şair, esin veya akış ile değil, bizzat soru sorarak ve sorgunun olanaklarını yoklayarak kurmuştur şiirini. Dolayısıyla mutlak ve polifonik bir ritim, granit ve rijit nitelikli bir şiir yüzeyi oluşturulmuştur. Elinize bir mıh alıp bu şiiri didiklemeniz, tornavida kullanıp sözcükleri sökmeye yeltenmeniz olası değil. Çünkü şair, istediği poetik anlatıyı kurmak için şansa ya da rastlantıya olanak tanımıyor. Açılışı yaptığı soru dizesiyle okurun kendisini izlemesini ve sunulana tabii olmasını istiyor. Teknik açıdan bu zorunlu güzergah kerteriz noktalarını, yaygın eğretileme ve yüzeye yayılmış metafor çağrısında bulabiliyor ancak. Dolayısıyla okurun şiirsel imgeye katkısı, bu yönüyle sınırlı kalmakta. Bir tür “kapalı yapıt”tan söz etmek olanaklı hale gelmekte.  Şairin kitap boyunca uyguladığı teknik ve kurucu yaptırım, bir yönüyle okuru disipline etmeyi de içeriyor.  Çağrışım alanı sınırlandırılırken, şair ben’in anlattığına dahil olmanın kaçınılmazlığı dayatılıyor belki de. Bu durumun bir yalnızlık duygusu ya da yalnızlıktan kurtulma istenci olduğu da savlanabilir. Aile albümüne Lenin’i dahil eden şair, okurunu yalnızlığının içine çekip, orada halleşmeyi arzuluyor olabilir. Böylece çoğullaşacak ve derdine ehl-i dert bulmakla yarasını gösterip paylaşabilecektir. Son derece insani ve algılanabilir bu durum, kitaptaki şiirlerin söylemini ve teknik gücünü oluşturan başat öğe olarak mutlaka vurgulanmalıdır.  Çünkü saklanmak mümkün değildir.

“Saklanmam mümkün değil, aile albümünde hâlâ Lenin!..” (s.12)

Şiirsel söylemini ve tekniğini berkiten şair, aslında kendi kişisel varoluşuna göndermelerde de bulunur sıklıkla. Devlet, ranza, tanık vb. birçok sözcük ve bu sözcükleri içeren dizeler “içerde” geçen yılların bir aksi sedası sanki. Şair, eskimiş sözcüklerle belleğini yormazken, sokakları, ısrarının nedenine ve tanıklarına dönüştürür.

“Kim eskimiş sözcüklerin sağrısında yorar belleğini

Tanıktır sokaklar, eskimez, boşa düşürmez ısrarın nedenini” (s.16)

Sadece sokaklarla da yetinilmez. Yoldaşlarını, arkadaşlarını, dostlarını birebir ve adlarıyla anarak, anımsayarak belleğini yoklar. Anılan insanlar, yer adları ve birçok öğe şairin kişisel yaşantısının imleri, hatta tanıkları olarak şiirsel anlatının, deyim yerindeyse coğrafyasını ve personasını kurar. Özellikle kitabın tam ortasında yer alan Kars şiiri, hem kişisel yaşantı imlerinin nesnel karşılıkları olarak hem de “toz” öneki almamış bir şiir olarak sanki kitabın ekvator çizgisini oluşturuyor. Bu çizginin kuzey ve güneyindeki salınımlar kitabın oylumunu belirliyor. Yitip giden her şey, anılar ve anı insanları, geçip giden ömrün kefareti ve kahrı, üzerine yığılıyor var olmaya çalışan ehl-i derdin. Ve sonuçta özenilen, “başına dönülen” her şey “elde” kalıyor ve mutlak bir yorgunluk, geçmişin ben’de yarattığı gerilimin özetine dönüşüyor.

“Başına döndüğüm her şey elimde kaldı” (s.33)

“Yoruldum”(s.34)

Gençlik, belki de mezarlıkların, ölülerin, tabutların olmadığı bir güzel zamandır. Ama herkes yaşlanır ve tabutlar, mezarlar durmadan çoğalır. Kendi mezarına konulacağı güne kadar, insan yaşlanır; ölülerini, mezarlıkları ve kederlerini artırır. Belleğin varlığı, bu artırımın kayıt memurluğudur. Bellek, anımsatır ve anımsadıkça o ilk varoluş anına, çocukluğun unutulmaz sılasına dönülecektir kesinlikle. Bu dönüş belki de bir mektuptur. İşte o mektubunu da yazar şair, kitabının tam orta yerindeki bu “toz”suz şiirle.

“Omuzlanmış tabutları kalbimize gömme artık

Garsonlar kadar bellek sahibi olsun herkes

Bir de Kars’a mektup yaz” (s.34)

 

“De ki iflah olmam ben, iflah olmam gül yüzlü kitapların ilk tümcesi

Virane şiirlerin memleketi burası, Soysal Ekinci’ye de bunu

Alçaklar mutlu hâlâ, Öztürk’e mezarında bunu söyle

Ankara’da memurların ayak izlerine basmadan yürüyor Serdar

Umut gülistanda, üstelik bildiğimiz gibi değil hiçbir yol, hiçbir keder

İzmir’de bıçkın bir imbattı, Kars’tan sonra acıya banıyor rakıyı Cemgil’in babası Seyfi,

De ki sadece masallar değişti

Sen olmadın hiç zamanda da ötesinde de

Her şey yıkımın baş harfi” (s.36)

 

Evet, belki de ve sadece masallar değişmiştir. Yıkımın baş harfine dönüşmüşken her şey, kim neyi sorabilir veya bir yanıt var mıdır? Ya da bellek unutuşa nasıl direnir? Aslında bütün soruların yanıtları da şiirdedir. Şiir, her şeyin başladığı ve sonlandığı sılasıdır şairin. İçerde ya da dışarda, benzer sürgünlüklerin, yersiz yurtsuzlukların sılası şiir değilse nedir? Yanıtlar açık ve sahihtir. C.Hakkı Zariç’in naif dizleri soruyu ve sorunu hakikatin kendisine dönüştürür. Zona’nın iltihaplı sinir uçlarından Çocukların Kars’ına uzanmakta, en son gözün unutacağını, aşk bitince tek adresin insanın çocukluğu olacağını, uzlaşmanın belki de ihanet olduğunu ima etmekte, hatta olası bir intihar girişiminden sonra yaranın iyileşmesinin koşulunu da şair mahareti ve şiir bilgisiyle iletmektedir.

“En son göz unutur En son güz bağışlar!..(s.47)

“Aşk bitince gidebileceği tek adres çocukluğudur insanın” (s.51)

“Gezginlerle köpekler ayıklanmadı tarihten

Metruk kimseleriz, metruk kimseleriz konuşamayız içimizden

Suç masum kalmaya çalışmaktır açıktan ya da gizliden” (s.53)

“Kalbim, yasının karşılığı yok, yolma güzü bakışlarınla

Uzlaşma, uzlaşma, uzlaşma masumiyetle, kalabalıkla, intiharla!..(s.59)

 

“Bir intihar girişiminden sonraki ilk duyuş gibi

Bir çift dudağın dokunuşuyla iyileşir kimi yaralar” (s.61)

ZONA

 

Ne denir ki? Önce söz vardı ve söz şairin sılası, mutlak sığınağı, yeniden doğduğu ve var olduğu kadim rahmiydi. C.Hakkı Zariç’in kurguyu, kurgunun dayandığı aklı ve form yapısını önceleyen kitabı, Zona’nın semptomlarının bir sürekli varlık halinin imgesi olabileceğini, toz’un ve sıfır’ın çekim gücünden kurtulmanın olanağını ya da olanaksızlığını, hatta başarısız bir intihar girişiminden sonra sahibi bilinmeyen bir çift dudağın bütün yaraları iyileştirebileceğini, aslında her şeyin ‘kalbin işleri’ olduğunu gösteriyor, duyumsatıyor bize. Hem en son gözün unutacağını bilerek rijit formunu görüyor, hem de kalbin derin kederiyle duyumsuyoruz bu şiirleri. Ve uzlaşmanın masumiyetle, kalabalıkla, intiharla ya da her ne ile olursa olsun uzlaşmanın insanın “özüne” ihanet olduğunu, Kaf Dağı’ndan göçüp gelmiş bir Terekeme’nin inadıyla söylemeye devam ediyor. Son söz, Toz’a batmış bir Dünya’ya armağan ettiği kitaplarıyla, Sıfır’dan; enkazlardan, hiç’ten ve Zariç’ten olsun:

 

“Uzlaştığım herkes restleşiyor benimle

Ha enkaz, ha Zariç, ha hiç!..” (*)

  

(*) C. Hakkı Zariç, Sıfır, s.56, Yasakmeyve Yayınları, 1.Basım, Aralık 2014,İstanbul

 

Hamiş: Zona’nın tükendiği ve 2.baskısının hazırlanmakta olduğunu öğrendim, bir şiir kitabının yeni baskılar yapmasının sevinciyle kardeşim Zariç’e bin selam daha gönderiyorum…

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir