ŞİİRİN AKŞAMÜSTÜNDE UZUN SAÇLI BİR ULAK – Serdar AYDIN

“Çünkü dünyayı idrak ediyorduk ama ne dünya ne idrak bizi öldürebiliyordu.

Demek biz bunlardan biraz daha fazla bir şeydik.” (1)

 

            Şairin “yazdığı” ile “yaşadığı” arasındaki ilişki, kuramsal olarak Dünya ile Ben arasında vukuu bulan her şeyi “içerir.” Bu içerim, ontolojik bakış açısıyla, real ve irrealvarlık tabakaları arasındaki etkileşimli ilişkiselliği anımsatır. Sonuç, ortaya konan verimin niteliğiyle betimlenebilir ancak. Sahici sıfatı, bu betimlemenin kilit taşlarından birisi, belki de en önemlisidir. İtiraf edimi ise söz konusu betimin statik ve dinamik dengesini belirleyecektir. Elbet ki itirafın ve sahiciliğin “değeri”, verimin sanat ve estetik niteliğine bağlıdır. Yani saltık olarak itiraf, sahici olsa bile, şiir/estetik ve sanat değerine sahip olmayabilir. Ayırıcı unsur, verimin şiir/sanat yapıtı seviyesine ulaşabilmesidir. Bu seviyeye ulaşılabilmişse; itirafın, sahici betimlemenin ve “ifadenin” Öteki’ler için bir değeri olabilir. Aksi durumda olası bir temasın ve varlık halinin oluşması mümkün olmayacaktır. Hele de duygulanım niteliğiyle öne çıkan ve algılayıcısını kendi içkinliğine çekerek, varoluşsal bir deneyimi vaat eden şiir söz konusuysa.

M.Mahzun Doğan, ilk şiirini 1980 yılında yayımlamış ve geçen süre içerisinde üretimini aksatmadan sürdürmüş bir şairdir. Üst paragrafta vurgulanan sahicilik ve itiraf olgusu, M.Mahzun Doğan Şiiri için kurucu ve yapılandırıcı nitelik taşıyan majör öğeler olarak nitelendirilebilir. Şiirin akşamüstü vakitlerinden gelen, uzun saçlı bir “ulağın”, yaşadıklarından öğrendiği ve derlediği her şey şiire dönüşürken, bu dönüşüm, sahici bir şairin gelişini de muştular. M.Mahzun Doğan söz konusu olduğunda şairin dizeleri, ulağın bildirdiği iletilerle bütünleşir. Çünkü Şair,“Ulak” iken ve Ulağın, “Şair Hali”bütünleşik bir varlık kipini cisimleştirecektir. Şiirlerin, şairin varlık halleriyle ilişkilenmesi ve öte yandan da her okurun kendiliğine, kendi varoluş deneyimine temas etmeye olanak sağlaması, çağrışımsal gücün yoğunluğuna, deneyimin sahiciliğine ve itirafın samimiyetine bağlıdır. Bu kompleks yapı ise sanki bir ulağın, hayatın içerisinden ve şiir evreninden derlediği dizeleri, mesajları ötekilere iletmesini anıştırmaktadır. İşte “Ulak” nitelendirmesinin kökeninde de bu etkileşim yer alır. Tarafımızca çekilen aşağıdaki fotoğrafa bakıldığında; batan güneşin sarı ışıkları, alkolün cezbedici çağrısı ve beyaz saçların arasında dolaşan esin perilerinin esrikliği, sanki uzak bir zamandan bugüne gelmiş bir ulağın varlığını, varlık kiplerine ilişkin “hallerini” ve bütün bu mücadeleyi şiirleştirişini göze getiren görsel bir im olarak değerlendirilebilir.

1

Bu fotoğraf, Şairle tanışmamızdan uzun yıllar sonra çekilmiş olup “ulak-şair” ya da “şair–ulak” ikiliğinin bütün çağrışımlarını görünür kılan görsel bir öğedir. Aslında, itiraf etmeliyiz ki, bu fotoğraf, yıllardır tanıdığımız M.Mahzun Doğan’ın, bir “ulak” olduğunu fark etmemize de neden oldu. Ve O’nun şiirleri, O ulağın getirdiği haberler, muştular ya da lanetler olarak kendi hakikatimizle, bir kez daha temas edişimizi sağladı. Belki de böylesi bir farkındalık için bunca yılın geçmesi ve bu fotoğrafın çekilmesi gerekiyormuş ki yıllardır şiirlerini okuduğumuz kadim dostumuzun,“sahici” suretini görebilmemiz için!.. Fotoğrafa baktıkça ve gördüğümüz suretin, görsel imin yaşanmışlıklarla ilişki içerisindeki çağrışımlarının ayırdına vardıkça, anladık ki M.Mahzun Doğan Şiiri, bu an’ın yaşanması ve görsel imin oluşumu için de ulaklık etmiş. Hazarevi’nde, Murat Koçak’ın ev sahipliğinde bir araya gelişimiz, etkinlik boyunca dile gelen bütün söz’ler, M.Mahzun Doğan Şiirinin poetikasını şerh eden öğelermiş aslında. Bunca “rastlantının” bir araya gelmesi, bu metnin yazılmasına ve hemhal olduğumuz şiirlerin poetik neliğine ilişkin görüşlerimizi ifade etmemize de neden oldu.

M.Mahzun Doğan, ilk kitabını 1984 yılında yayımlıyor. Önce Ellerim Uyanır adlı kitap, yayım tarihi dikkate alındığında, realitenin ve yaşanmış olanın baskısını dışa vuruyor aslında. Faşist bir darbenin hemen sonrasında, budanmış umutların ve yok edildiği varsayılan ütopyanın, yaşanmış büyük acı’nın derin kederiyle dile getirilmiş şiirlerle yüzleşiyoruz bu kitapta. Dönemin haleti ruhiyesi dikkate alındığında, kollektif psikenin dramatik vurgusu, kitaptaki şiirlerin nüvesini oluşturuyor. Şairin, güzel günlere olan inancı ve fakat içinden geçtiği kan çölü, ölülerle ve öldürümlerin cinnet haliyle yüzleşmeyi gerektiriyor. Böylesi bir yüzleşme anı, ben’in mahrem psişizmasının bilinçaltına itildiği, mücadele ve dayanışma ruhunun hakikati biçimlediği zamanların ifadelendirilmesini, şiirleştirilmesini öngörüyor. Bu yargımız, belki de dönemin ruhunu ve o dönem boyunca üretilen “şiirin” niteliğine dair bütünlüklü bir irdelemeyi gerektiriyor. Ancak kesin olan, dönemin sonrasında, objektif bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, ne yazık ki, şiir katına yükselen, insanlığın büyük tragedyasına eklemlenen şiir örneklerinin son derece sınırlı olduğudur. Niceliğin, niteliğin önüne geçtiği açıktır. M.Mahzun Doğan’ın da bu kollektif psikeden etkilendiği söylenebilir. Nitekim şair, kitabın girişinde olası okurlarına seslenir ve vaatte bulunur. Çünkü umudu vardır. Bir gün, o umudun gerçeğe dönüşeceğine inanmaktadır. Dönemin ruhuna uygun dizeleştirmeler, duygu aktarımları, gelecek güzel günler inancıyla dile getirilir. Şiirin, duygulanımsal deneyimi (affective  experience) içermesi, şiir oluş hali ve poetik değer açısından ne kadar önemliyse, bu deneyimin aktarımında şiire içkin öğelerin; dil kullanımı, ritim, çok etkileşimli imge düzeni vb., işlevsel kullanımının da o kadar önemli olduğu açıktır. Şair, bu bağlam içerisinde ve Ulak olduğunun ilk işaretlerini de vererek kitabını oluşturmuştur. Sonraki şiirlerde ve kitaplarda etkin olarak ortaya çıkacak poetik gerilim, ilk kitabın kimi dizelerinde, kollektif psikeyi aşarak ve ben’in mahrem psişizmasına içkin çağrışımları da içererek ifade edilmiştir. Der ki Şair-Ulak;

 “ellerim nerdesiniz!”(Ö.E.U, s.39)

 Eksiltili, ancak son derece etkileyici bir sesleniştir. Bir yitirişin keskin çığlığıdır. Önce elleri uyanan şair, gelinen noktada, şaşkınlıkla sorar: Ellerim, nerdesiniz?.. Bu soru, aslında sonraki poetik kavrayışın ilk anını imler. Realitenin mutlak hükümran olmadığı, ben’in kendiliğini ve varlık bilincini yapılandırdığı, niteliğin öne çıkıp özgünleşeceği bir varlık halinin ilk anı’dır, bu sesleniş.

                                      “dört bir yana uçarız

alıp avuçlarımıza kenti

kenti alıp

avuçlarımıza!..”(s.45)

13308442_10208809939953287_6123381509359578817_o

İlk kitabın son dizeleridir. Şiirler, Ankara/İzmir güzergâhında, 1983 yılında yazılmıştır ve bir savruluşu, kendine yönelmiş bir yolculuğu işaretler. Önce elleri uyanan ve sonra ellerinin nerede olduğunu sorgulayan Şair/Ulak, müphem bir algı yanılsaması içerisinde, avuçlarında bir kent ile yola çıkmıştır. Bu yolda olma hali, ben’in varlık halinin ve varoluş mücadelesinin tümel göstergesidir artık. Şair/Ulak, bu göstergeden çıkış alarak ve yolunu aydınlatacak ilk işaret fişeklerini ateşleyerek ilerleyecektir. O izleri takip edersek, diğer kitaplara ulaşacağımız kesindir.

Zaman geçer, yol ve yolculuk devam eder. Tam on yıl sonra, Eylül ayında ki kırım yaratan o faşist darbenin yapıldığı aydır, Şair/Ulak tekrar görünür. Bu kez, sesinde mimozalar vardır ve hazan mevsiminin kederine güçlü bir yaşam enerjisiyle karşılık verir. Nerede olduğunu bilmediği elleri ve fakat avucundaki kentle yola revan olmuş ben, bu kez sesinde mimozalarla selamlar insanı. Sesimde Mimazolar’ın (1993) ilk şiiri, bir yol şiiridir:

“her kentin çıkışında bir kez daha

adın anımsansın diye de yazılır bir şiir” (S.M.,s.9)

Bizce, M.Mahzun Doğan Poetikası’nın girizgâhı bu dizelerdir. Sahici ve samimi bir itirafın, varlık hallerinin ve var olmaya çalışan, dünyaya atılmış ben’in, Ötekilere, diğer ben’lere temas edişinin selamıdır bu dizeler. Kederlidir. İnsanın içini acıtacak, yarasını kanatacak bir naiflikte ve fakat çok güçlü bir etkiyle söylenmiştir. Çağrışım gücü öylesine yüksektir ki, söz gelimi bir yönetmen olsam, bu dizelerden bir senaryo yazıp, kentleri dolaşan ve her kentin çıkışında bir şiir yazıp, adını anımsamak istediklerine, kuşlarla(!), gönderen bir gezgin şairin, yani bir ulak-şairin filmini çekmek isterdim. M.Mahzun Doğan’ın ulaklığının da ilk anıdır bu dizeler. Sonra bu ulak-şair’in tanıklıklarına, gördüklerine veya gördüğünü sandıklarına şahit oluruz. Sözgelimi; Cengiz’in Evinde,

“cengiz’in evinde ay

suda yüzerdi. yıldızlar yakın dururdu yeryüzüne” (s.11)

Ya da;

“cengiz’in evinde ay

rakıya düştü” (s.12)

Şair/Ulak, kendi yalnızlığını dostlarının kederiyle demlediğinde bambaşka şiirlere ve dizelere ulaşacaktır. Ay’ın rakıya düştüğü sabit olduğundan, geriye kalanın yalnızlık olacağı söylenebilir. Bu öylesine bir olgudur ki, “her iktidar, biraz intihardır” ve kübist bir resim gibi, “kalbini aynalara tutup gülümseyen”ler kendi yalnızlıklarına “kuşları, nehirleri ve kelebekleri” de eklerler. Bu halde soru;

“bir annesi vardır elbet gülenay’ın

deniz’in, meriç’in, hazar’ın

 yalnızlığın da” (s.16)

Yalnızlığın annesi var mıdır? Muğlak bir sorudur bu? Olası yanıtlarının tamamı, yalnızlığı büyütmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Kederi de… Şair/Ulak, hükmünü verir ve herkesi kendi yalnızlığına, eviçlerinin sessizliğine, ara sokakların ıssızlığına çağırır.

“ara sokaklar buluruz yürümeye

odalar

sarılıp ağlamak için” (s.52)

 

Yine gerçeküstücü bir imge söz konusudur; odalara sarılıp ağlayanların kavmi aynı yoldadır ve bilinemez ki, varılacak bir yer var mıdır? İlk kitabının açılışında okuruna “umutla” seslenen Şair/Ulak, artık odalara sarılıp ağlayanlarla yoldaştır ve yürümek için ara sokaklar bulmaktadır. Hazin ve derin bir kederdir söz konusu olan. Dünyayı değiştirmek isteyenlerin, dünya içre var olmaya çalışırken verdikleri mücadele, handiyse dünyanın onları değiştirmemesi için mutlak bir inada dönüşmüştür. Uyumsuzlar, mağluplar, mazlumlar, mahzunlar ve tutunamayanlar, hayatın insana edip eylediklerinin müşahitleridir. Bir yenilgi ve teslimiyet değildir bu. Aksine direnişin ve mücadelenin yeni bir formu ve kipidir. İnançlarını satmayanların, büyük insanlık fotoğrafının namuslu, onurlu direnişçilerinin hakikatidir bu kip. Her şeyin paraya tevil edildiği bu günlerde, kederinden başka bir mülkü olmayanın hakikatidir. Yaşanan acı, İnsanın düştüğü halin kendiliğindendir. Plazaların, rezidansların, gecekondudan dönüşmüş 3+1 bir dairelerin sonradan görmeleri, hayatı daha da çekilmez kılarken, Hızır da gelmeyecektir. Ama Şair/Ulak, üçüncü şiir kitabı sessizce haykırır:

“Yetiş ey şiir!” (K.Y.Y.K., s.5)

Başka türlüsü zaten olanaksızdır. Odalara sarılıp ağlayanların imdat dileyecekleri, şiirden başka ne olabilir ki? İşte bu yüzden, yetiş ya şiir!.. Çünkü yeryüzünün kalbine de kar yağıyordur artık. M.Mahzun Doğan, milenyumu yeni kitabıyla selamlar. Ya da şair/ulağın milenyum başlangıcındaki ilk sözleridir bu kitap: “Kar Yağıyor Yeryüzünün Kalbine…” Kitap, “yetiş ey şiir” seslenişinden sonra, bizce M.Mahzun Doğan’ın opus magnum niteliğindeki şiirlerinden birisiyle sürer: Annesiz ve İhtilalsiz… Sonsuz çağrışımları vardır bu şiirin. Annesini yitirmiş ve bütün kitaplarını yakmıştır, Şair/Ulak. Bu eylemi deklere ederek başlar şiir. Hemen anımsarız, bütün kitaplarını yakıp, ateşin ortasında kahkahalar atarak yanan Prof.Kien’i (E.Canetti, Körleşme). İnsanın varoluşuna dair en trajik sahnelerden biridir bu an. Kitaplarına mutlak bir değer atfeden Prof.Kien, sonunda kitaplığını yakıp yok olmuştur. Belki de bu şekilde var olmuştur ama kesin olan 1992 yazında M.Mahzun Doğan’ın da bütün kitaplarını yaktığıdır. Annenin, ölümün uzak ülkesine gidişinin açtığı boşluk, asla kapanmayacaktır. Gençlik, ekose bir kaşkolle anımsanmakta, çekmecede unutulmuş bir adres defterinin kimsesizliğinde yitirişin acısı sınanmaktadır. Bu acının akabinde, İnsanlar yakılır Anadolu’da. Şairdir, dosttur, çocuktur, kardeştir hepsi ve acı sonsuzca büyür. Belleğin anımsattığı her şey, acı ile sınanan ruhun açmazını, derdini derinleştirir. Bu sınamalar içerisinde dostların, paylaşımların ve Öteki Ben’lerin varlığı her zaman anımsamalarla ilişkilenecektir. “Kalbim, ne zaman?” şiir-sorusu, hatıraların ve imkansızlıkların bağlamını tanımlar aslında. Şükran, Serdar, Beyza, Cemal, Behçet, Altıok, Uğur, Bezirci, Asaf, Mahzun… Her yerde ölüm vardır ve yakılan insanların, dostların, şairlerin, çocukların utancı Anadolu’nun her yerine sinmiştir ve bir daha unutulmayacaktır, yanık insan eti kokusu!… Unutulmamalıdır da!.. Şair/Ulak da bu dehşetin unutulmamasını bildirir, dostlarıyla birlikte. Uzak bir fenerin Serdar’ıyla, gönüldeki o İstanbulluyu anıp; düşükırıkları, yalnızları, sarhoşları son otobüsle toplayıp, menekşelere ve karanfillere sürer. İşte, tam bu an da dile gelir yanılgı:

“Bazen yanılmak yeniler insanı.” (K.Y.Y.K., s.36)

Yanılgının, insanı yenileme niteliği ilgi çekicidir. Belki de İnsan, hataları ve yanılgılarından oluşur. Şair/Ulak bu sahici bilgiyi aktardıktan sonra yine içkin kederlerine döner. Zaten gidecek başka bir yurdu da yoktur.

“Bir yaz seninle geçti, bilmiyorsun.” (s.42)

Bir hayaldir söz konusu olan. Ulaşılamamış bir olmazlık sanki. Ama etkin ve kaçışın olmadığı bir durumdur, inanılmazdır, tılsımlıdır. Bütün bir yaz O’nunla geçmiştir, O bilmese de, aynen öyle olmuştur. Kafka’da söylemiştir, benzer bir umarsızlığı:

“yanımda yürüyordun Milena, düşünsene, yanımda yürümüştün.”

İnanılmaz bir şeydir, Milena’nın Kafka’nın yanında yürüyüşü… İnanılmaz bir şeydir, O bilmese de, bütün bir yazın O’nunla geçmesi. Yaz, geçer… Zaman da… An geldiğinde yeni bir kitap çıkar huzura: Sanki Yalnızdım (2007)… Tuhaf bir kitap adıdır; Sanki Yalnızdım… Yalnız olduğunun bilgisine ya da yalnızlık bilincine sahip olunmadığı ima edilmektedir. “Sanki” sözcüğü bu imayı içerir. Yalnız mıyım, değil miyim belirsizliği, bu sözcük ile ifade bulur. Tuhaf bir durumdur, çünkü bir insan yalnız olup olmadığına karar verebilmelidir. Ama Şair/Ulak, bu kararsızlık içerisindedir. Zaten şiirlerin altındaki tarihlere bakıldığında anakronik bir dizimin söz konusu olduğu görülür. Belki de şu: Zaman ölçüsü ontolojik bir tartıma oturtulmuş, bildik takvim zamanı poetik bir metamorfoza neden olmuştur. Çünkü bizce, trajik yönü ağır basan, opus magnum sıralamasına sokulabilecek şiirlerden bazıları bu kitapta yer almaktadır. Kitabın adından başlayan müphemlik, anakronik yapıyla bütünlenir ve sonuç: Sanki yaşamıştım… Bu anıştırmamız, kitap adı ile yaşama uğraşı arasındaki ilintiyi kurmak açısından işlevseldir. Yalnızlığın ya da yaşamış olmanın bilinci ya da bilinç eksikliğidir söz konusu olan. Yaşanan ile yaşanmayan, real ile irreal olan, düş ile gerçek, gerçek ile hakikat arasındaki çoğul ilişkiler bir anda algılayıcıyı kuşatır. Okur, bu kuşatma altında bir umar arayışı içerisindeyken çok güçlü dizelerle, şiirlerle sarsılmaya başlar. Haritası ölen bir gezgindir Ulak/Şair ve sitem eder:

“Yırttın göğümü, daha ne!” (s.5)

Bu sitem, gerçeğin dayatması karşısındaki çaresizliğin isyanıdır aslında: Daha ne, göğümü de yırttın işte, daha ne… Özne belirsizdir ama edim açıktır. Nitekim serzeniş ve sitem devam eder. Sıralı olarak gelen şiirlerin adları ve içerikleri, RAMALLAH RAMALLAH!, BAĞDAT KALBİM, FELLUCE… FELLUCE…, KANDA HAR, bu sitemin ve öfkenin imleridir. Dünyada vukuu bulan acıya kayıtsız kalınamayacağı ve bu kan ırmakları karşısında şairin umarsızlığı dile getirilmiştir şiirlerde.

“Yıldızlara sıçradı kan

RamallahRamallah!

Çocukların alfabesi

yeryüzü öğretmeni

 kan, sözcüklerden çekildi

Nasıl soyunursa derisini yılan

 Durdu göğün kalbi

ormanlar nefes nefese

Ufku emziriyordu kadın

Yırttılar”(s.7)

 Bu dizeleri okuyunca, derin bir keder içerisinde sessizliğe gömülür kalp ve akıl. Neredeyse edimin sıfıra vardığı, sözün bittiği apokaliptik bir sonuçtur ulaşılan. Göğün kalbi durmuş ve de yırtılmıştır artık. Hayatın yeniden devinimi hayli zordur. Şair/Ulak bu halin sonucunu da fısıldar:

“Hangi duvara dayansam orada kalırım

hangi çiçeği koklasam solarız birlikte

açtığımız eski bir fotoğraf” (s.15)

Eski bir fotoğrafın soluk ışığında eylemsizlik ölüme, dirim yokluğa, devinim durağanlığa ulaşmıştır artık. Öylesine kasvetli, bungun ve bulanık bir atmosfer vardır ki kararmış ruhların umudu, Araf’ın belirsizliğinde hiçleşecektir. Dizeler, imgeler, poetik içerik ve söylem olabildiğince keskinleşecektir.

“Bütün yağmurları ıslandım

bütün hüzünleri denedim sanırken

doğmak en büyük ayrılıkmış, anladım” (s.23)

 Doğumun, doğmuş olmanın birbirini tersinleyen ikircikli anlamı ve karşıt geçişimli bir değeri vardır. Doğum, hayatın başlangıç anıdır ama eş zamanlı olarak ölümün de ilk anıdır. Doğan her canlı, doğduğu an’dan itibaren ölmeye de başlar. Geçen her an ölüme yaklaştırır insanı. İşte bu yüzden doğmak, en büyük ayrılıktır aynı zamanda. Bu durum ve olgu, anne rahminden kopuşun yarattığı eksikliği de imler. Psikanalizin ve özellikle Lacan’ın kavramlaştırdığı bağlamda, anne ile bir ve bütün olan bebeğin, bu tümlükten kopuşu en büyük varoluşsal eksikliktir. Sonrasında, hep bu eksikliğin giderilmesi için didinir insan. Arzu, arzu nesnesiyle kurulan tatmini imkansız ilişki ve döngü, bu eksikliğe bağlanır. Şair, sezgisel olarak kavramıştır bu eksikliği. Ulak, naif bir şekilde bildirmiştir, doğuşun en büyük ayrılık olduğunu. Bu ayrılığın, belki de nedenlerinden olan Baba figürüne de saldırır şair. Babanın yasak ve yasa koyucu niteliği, bebeğin Ötekini fark etmesi, parçalanışı ve bir daha bütünlüğü sağlayamayacak oluşu dramatik vurguyu berkitir. Son derece etkili bir şiir gelir; Rükû… Babasını öldürdüğünü ilan eder şair. Bu simgesel öldürüm, Babanın ben üzerindeki etkinliğini ortadan kaldırmanın, özgürleşme ve yeniden bütünlüğe ulaşıp, tüm güçlü olma isteğinin romantik çağrışımıdır. Aslında bir kurtuluş yoktur. İtiraf eder Şair/Ulak :

“Bahar satarım dese bir tüccar

sizi sevmemden belli inanırım

ceketimi düğmelerim simitçiler bağırırsa

tepinse üst katta bir çocuk

iki saat korna çalsa bir züppe

adımı seslese mübaşir. İnanmasanız da

öldürdüm dün gece yaptım bunu

Nasıl oldu bilmem öldürdüm işte

koştum yalınayak size geldim

 Babamı anlatın bana” (s.25)

 

Sanki yaşadım ile koşut bir durumdur, bu dehşet anı. Babasını öldürdüğünü itiraf eden şair, bir yandan da sorar ve ister; babamı anlatın bana… Kim nasıl anlatabilir ki? Babasından kopan ben’lik nereye sığınacaktır? Belki bir dönüşe, rücu’ya ihtiyaç vardır. Gelen şiir, rücu’dur. Ama bu da çare değildir. rücu eden, döndüğü yerde neyi bulacaktır. Şair/Ulak bu belirsizliği de giderir ve açıklar. Ba’süBad-El-MevtChrisRea’nın “Tell me there’sheaven” şarkısı eşliğinde, ölümden sonraki dönüşü gerçekleştirmek ister ben. Peki, olası mıdır, böylesi bir dönüş? Herkes kendi yanıtını verecektir. Belki de tek ve ortak yanıt, en azından sahici şairler için, biçare Yunus’tan gelir:

“BEN BANA ZULMEYLEDİM”

 Şair/Ulak, Yunus Emre’den alıntıladığı bu dizelerle, özgün praksisini dile getirmiştir aslında. Yazmak, ben’in kendine zulmetmesinden başka nedir ki? Derdi olmayanın, yazıyla, şiirle, sanatla ilişkisi nasıl kurulur? Marazi ve kendine acı çektiren bir pratiğin özgün kipi değil midir, şiir? Aslında bu acı bütün insanlığa, yani İnsan’a aittir. Öteki insanlar zulüm görmesin diye, şair kendine zulmeder! Kendi dizeleriyle Yunus’un sözünü şerh edecektir:

“Yerlere çaldım kendimi

taşa tuttum

Süvari alayları saldım peşime

kanlı bıçaklarla korkuttum” (s.47)

 

Kendine yönelik bu “şiddet”, aslında “yırttın göğümü, daha ne?” serzenişi ve öfkesinin bir türevidir. Hayaller ile gerçekler, yaşanan ile düşlenen arasındaki kapanmaz menzil artık kederin ve şiirin yurdunda bir ezgiye, kadim bir ağıta dönüşmüştür. Samuel Beckett’in “yeryüzündesin ve bunun bir tedavisi yok” saptamasına koşut bir bağlamda, şiirden başka gidecek yurdu ve kederden gayri mülkü olmayan bir adamın, şiirin akşamüstü vakitlerine gelmiş uzun saçlı bir şairin ve ulağın fısıldadığı sözcüklerdir bunlar. Sanki sizin hayatınızda olan bir durumu O şiirleştirmiştir ve siz O’nun şiiriyle karşılaştığınızda bu mutlak şaşkınlığı yaşayacaksınızdır. İtirafın, sahiciliğin ve samimiyetin, derdini, ehl-i dert ile paylaşma ediminin dile gelmiş betikleridir bu şiirler ve kesinlikle yalnızken, bir başınıza kalmışken okunmalıdır. M.Mahzun Doğan Şiirinin, bu metnin yazarındaki karşılığı, deneyim ve yaşantı ortaklıkları dikkate alınmadan algılanamaz ve ifade edilemez. Bu nedenle bazı anıları paylaşmanın tam zamanıdır: Issız bir gecede, sevgilinizle sokakta kalır ve gidecek bir yer bulamazsanız, saat kaç olursa olsun, M.Mahzun Doğan’ın evi dostları için açıktır ve rahatlıkla, anason kokuları içinde konuk olabilir, Enigma’nın ezgilerini dinleyebilir ve “kırık” kanepesinde en güzel uykunuzu uyuyabilirsiniz. Kapadokya’nın bozkırlarında, eski zaman şairlerinin hayaletlerini ve şiirlerini ararken, gecenin zifiri karanlığında ve oto teybinde, teyp ve kaset zamanlarıdır (!), ChrisRea’nın “Road to Hell” şarkısı çalıyor olsa bile tedirginliğe kapılmaya gerek yoktur, çünkü “r”leri söyleyemeyen şairin kahkahaları yolunuzu aydınlatacak ve kesinlikle bir şarap evine ulaşacaksınızdır. Düzenlediği bir etkinlikte inatla şiir okumamı istediğinde, “Fragmanlar” adlı şiirimden okuduğum bölümden “rahatsız” olan bir kadının saldırısına uğramam karşısında attığı şen kahkahalar, geçen onca yıla rağmen, tarafımdan unutulmamıştır. Adı Sevgi Sokak olan bir meçhulde, Ankara’nın çatılarına bakarak efkarlanırken, klasik daktilosunda, lirik daktilo sesleriyle yeni dizeler yazan şair, umarsız aşkları, uzak kadınları ve gönlündeki İstanbulluyu unutmaya çalışan karaşın bir adamın derdine de ortak olacaktır. Ya da Sivas Katliamından sonra, cenaze kortejinde yürürken ve Metin Altıok’un dizelerinin yazılı olduğu dövizi birlikte taşırken, mutlak bir suskuyu betimlemeyi de deneyebilirsiniz. Bir gece, Nana Mouskari’nin sesi, Gloria Eternal’in gerilimli partisyonu ve gözyaşları çoğalan şairin ıssızlığında, birlikte bir susuşu adlandırabilirsiniz. Bu yaşantılar hem M.Mahzun Doğan’ın dostluğunun göstergeleri, ortak yaşam anları ve anılarıdır,  hem de şiir diye bir şey varsa, işte o şiirin nüveleridir. Son söz, naif bir kederin incelikli ifadesiyle ve bir sırrı açık ederek, yine O’na, ait olmalıdır.

 

“Senin bilmediğin bir yanı var hayatın

perde aralığından sızan güneşin gördüğü

Bazen de sokak tabelalarının” (s.58)

 

17359262_1336492856397235_1116973981754572768_o

 

 

  • Birgül Oğuz, Hah, s.25, Metis Yayınları, 3.Basım, Kasım 2013,İstanbul

 

 

 

 

 

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir