KOMÜNİSTLER MOSKOVA’YA! – Serdar AYDIN

Bahar Aslan, “ Moskova Defteri/Komünistler Moskova’ya” adlı ikinci kitabı ile okuruyla yeniden buluştu. İlk kitabı “Derin Uyku” 2003 yılında çıkan Aslan, geçen zaman içerisinde üretimini sürdürerek yeni kitabını oluşturmuş ve bu oluşum ile gerek dil kavrayışını, gerekse de tekniğini geliştirerek, yazı serüveninin zamana aşkın niteliğini bir kez daha ortaya koymuş oldu.

Öyküleme teknikleri kabaca iki kategoriye ayrılabilir. En eski ve yaygın olan teknik, bir karakter oluşturmak ve o karakter üzerinden öyküyü kurgulamaktır. İkinci ve görece daha yeni teknik ise nesneler, durumlar, mekȃnlar üzerinden kurguyu oluşturmak ve karakterleri olabildiğince az kullanmak ya da hiç kullanmamak, hattȃ okuru aynı zamanda yazar kılarak anlatıyı oluşturmaktır. Türkçe Edebiyatta, karakter odaklı öykülemenin kadim bir geleneğinin var olduğu; karakterin önemsenmediği ya da perdelendiği, nesnelerin, mekȃnların, durumların betimlenmesine odaklı anlatı tarzının ise postmodern zamanların bir yönsemesi olarak değerlendirilebileceği söylenebilir. Özellikle güncel dünya ve “zamanın ruhu” bağlamında;    büyük anlatıların sona erdiği, anlamın ertelendiği, gerçeğin hipergerçek’le yer değiştirdiği, simülakralar evreninde ben’in ve öznenin müphemleşerek yok olduğu bu minör parçalanmalar çağında, karakteri, yani insanı ve insanın hallerini odağa almanın arkaik bir yöntem olacağı da savlanabilir. Ya da böylesi “insan” merkezli bir odaklanmanın, popüler ve dayatılan kuramlara, tekniklere karşı majör bir itirazı görünür kıldığı düşünülebilir. Açıkçası biz, karakter odaklı yönsemenin bu itirazı cisimleştirdiğini varsayıyoruz. Bahar Aslan’ın kitabının ise bu savımızın yetkin bir örneği olduğunu, oluşturulan karakterlerin ve onların varlık halleri üzerinden görünür kılınan, betimlenen hayatın, bütün öğeleriyle dayatılan verili dünyanın tasarımına karşı, başka bir hayatın mümkün olabileceğine ilişkin umudun olasılığını yükselttiğini düşünüyoruz. Hem de bu düşüncemizin politik angajmanlar dışında, salt ve sıkı edebiyatla yapılabileceğinin somut göstergesi olarak değerlendiriyoruz, “Moskova Defteri/Komünistler Moskova’ya” kitabını.

11167801_10154010162268480_113009668207944376_o

Bahar Aslan’ın kitabı sıra dışı bir kurguyla oluşturulmuş. Her öykü bağımsız olarak ya da bütün ile ilişki içerisinde, öncesi ve sonrasıyla ilişkilendirilerek okunabiliyor. Hangi okuma şekli seçilirse seçilsin, kurgunun yetkinliği, dilin ve üslubun ritmi okurları farklı okuma deneyimlerine ulaştırabilecek bir güce sahip.  Ancak her iki okuma şeklinde de ortak olan ve anlatıyı deriştiren noktanın yazarın var ettiği karakterler olduğunu düşünüyoruz. Öylesine güçlü ve sahici karakterler oluşturulmuş ki, bu karakterler üzerinden hangi okuma deneyimi yapılsa sonuç değişmeyecektir. Kitabın insana ve insanın dramatik, hatta trajik varlık hallerine odaklanan bir bütün olduğu, güncel dünya ve hayatın içerisindeki büyük acı’nın, insanın tükenişinin ve bu tükenişini akla uydurmak için bulduğu kılıfların farkındalığını dile getirdiği söylenebilir. Bizce yazarın başarısı, bu minör parçalanmalar çağında yaşanan insanlık hallerini karakterler üzerinden betimleyebilmiş olmasıdır. İnsan, hayatın tekil öğesi kabul edilirse, politikanın, ekonominin, ideolojilerin majör tüketici etkisi, sanatın ve edebiyatın içkin niteliklerinden taviz vermeden, bu tekil öğe üzerinden, yani insan üzerinden nasıl betimlenebilir ve estetik değeri olan bir edebi yapıta dönüştürülebilir sorusu, bu kitapta yanıtını ve yöntemini ortaya koymuştur. Bahar Aslan, tam da bu betimlemeyi gerçekleştiriyor ve okurlarını, gözlerinin önünde vuku bulan bütün kötülüklerin, ölüm ve öldürmelerin, aslında “Ütopyanın Yitimi”nden kaynaklandığını, bunun da büyük bir dönüşüm sonucunda, değerlerini, inançlarını, merhametlerini, vicdanlarını “bir şeylere” tevil edenlerce oluşturulduğunu gösteriyor. Yazar, bu dönüşümün tanımını, yani insanın insan olmaktan başka bir şeye dönüştüğünü “kabuklu hayvanlar” nitelendirmesiyle dile getiriyor. Aslan, bir yandan Kafka’nın Dönüşüm’ündeki çaresizliği anıştırıyor, öte tarafta Sait Faik’ten, Çehov ve Gogol’a uzanan kadim geleneğin sürdürücüsü olarak karakterler oluşturuyor ve bu karakterlerin sahicilikleri üzerinden de “kabuklu hayvan”a dönüşenlerin öykülerini anlatıyor. Kabuklu hayvanların varlığı, insanın bu büyük ontolojik dönüşümünün cisimleşmiş halidir aslında. Biraz daha metne odaklanırsak, aslında dünyayı değiştirmek isteyen ama bunu başaramadığında, dünyanın değişimine ve kendilerini değiştirmesine karşı duramayanların dönüşümüdür söz konusu olan. Bu dramatik olgunun ilk işareti, bizce kitabın alt başlığında dile gelir: “Komünistler Moskova’ya” tümcesi, bir dönemin alâmet-i farikasıdır. Bu tümce, ülkemizin sosyopolitik tarihinin en güçlü çağrışıma sahip imlerinden olup sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma inananlar ile onların karşısında yer alanların çatışmasının sav sözüdür. Bu sesleniş, kitaptaki bütün karakterlerin ve anlatının tamamındaki insana dair hakikatin dramatik vurgusunu da öne çıkarır.  Kitabın adı, esasen ortak olan yazgının kaçınılmazlığını imler. Hüküm kesindir: Komünistler ve onları Moskova’ya göndererek saadete ereceklerini sananların “neredeyse” hepsi, kapitalist dizgenin buyruğunda kabuklu birer hayvana dönüşmüşlerdir. Dizge bu dönüşümü başarıyla, şu veya bu şekilde realize etmiş,  çaycıdan mühendise uzanan bir skalada toplumun her kesiminden insan ütopyalarını yitirerek kabuk bağlamaya ve dönüşmeye başlamıştır. Eskinin komünistleri kapitalistlere, mücahitleri müteahhitlere dönüşmüşlerdir.

1601426_10153011741493480_7356999195338651977_n

Yazarın karakterleri, bu sosyopolitik analizi dikkate alırsak, tam da bu “değer yitimi”nin ve dekadansın figürleridir aslında. Hayatın “insana” edip eyledikleri, vuku bulan her şey “Komünistler Moskova’ya” tümcesinde anlamlanabilir ve Moskova Defteri böylesi bir “anlamın” cisimleştirilmiş betiğidir. Bu varlık halleri, insanın varoluş süreçleri, karakterlerin realiteleri ve nitelikleri üzerinden dile getirilirken, her anlam ve bağlamdaki dönüşümün kaçınılmazlığı dramatik olgunun özünü ve gerilimini oluşturur. Karakterlerin yaşadıkları her şey; aşkları, ayrılıkları, ihanetleri vs. bu dönüşüme içkindir ve son kertede ulaşılan hiçlik, kabuklu hayvan betimlemesiyle ve onların yarattığı bir Distopya olarak ifadelendirilmiştir. Ancak mutlak bir son vardır ve kimse bu sondan kendisini kurtaramaz: Ölümdür bu mutlak son… Ve ölüm, kabuklu hayvanların dönüşümünün de son anıdır. Bu sürecin ifadelendirilmesinde ve kitabın majör kurgusunda özellikle iki karakterin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Bunlar Şamil ve “ölüm var…” diye, ısrarlı tekrarlarda bulunan Karadul Cennet’tir. Şamil, ideallerini korumaya çalışan, dünyanın dönüşümüne direnen, dünyayı değiştiremiyorsa dünyanın kendisini değiştirmemesi için her şeyi yapan, başlangıçta ve sonda sözcüklere, şiire sığınmaktan başka bir umarı kalmayan bir Kafkasyalıdır. Karadul Cennet ise kocası öldürülmüş ve bu ölümle bütün dünyası kararmış, aynı zamanda bir diğer karakterin, Aslan’ın kardeşi olan Çeçen bir kadındır. Bu karakterler kitabın iki kutup noktası sayılabilir. Diğer karakterler ve vuku bulan her şey, bu iki kutup noktası arasında salınır ve gerçekleşir. Bu durum, sarsıcı, sıra dışı bir kurguyla ve kitapla karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha gösterir.

10920920_10153011742458480_2348343446647393644_n

Kitabın etkileyici özelliklerinden birisi de disiplinlerarası işbirliğiyle bütünlenmiş olmasıdır. Kitap, Ressam Atilla İlkyaz’ın desenleriyle illüstre edilmiştir. Bu illüstrasyon ve bütünleşik kurgunun vurgulanması gereken özelliği, dilin uzlaşımsal niteliği ile resmin uzlaşım içermeyen, böylesi bir uzlaşıya gerek görmeyen tekniğinin insanın varlık hallerine ilişkin anlamı ifadelendirme noktasında işlevsel kılınması ve birlikte kullanılmış olmasıdır.  Edebiyatın teknik malzemesi dil ve sözcükler olduğundan ve dilin, sözcüklerin uzlaşımsal niteliği uzunca bir zamandır bilindiğinden, malzeme niteliği açısından, edebiyatın ikincil bir sanat olduğu söylenebilir. Yani edebiyat, dili kullandığı için ikincil bir sanat sayılabilir. Oysa müzik ve resim gibi sanatlar, yine malzeme niteliği açısından, birincil sanatlardır. Çünkü notaların veya resmin kökeninde yer alan çizginin, bir dizge olarak herhangi bir uzlaşıma gereksinimi yoktur. Ama sözcüklerin ve dilin böylesi bir uzlaşıya mutlak anlamda gereksinimi vardır. Dil Felsefesi ve kuram, bize bu ikincil olma halini açıkça gösterir. En yaygın ve kabul gören teori içerisinde, gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin rastlantısal olduğu, neredeyse artık hiç tartışılmamaktadır. Saussere’nin bu saptaması uzlaşımsallığın da gerekçesidir. Her ne kadar bu uzlaşının da mutlak olmadığı, gösteren ile gösterilen arasındaki kaymalardan söz edildiği ve bu nedenle anlamın da tartışmalı ve muğlak olduğu savları ileri sürülüyor olsa da, bu bağlamda önemli olan notaların, çizgi ya da rengin böylesi bir uzlaşıya hiç gereksinim duymaması, “doğal” olarak var olmasıdır. Kimse “yeşil renk” ya da “do” sesi için bir uzlaşı aramaz. Malzeme niteliği açısından yapılan bu saptama bir üstünlük iması ya da savını içermiyor tabiî ki. Nitekim Hegel, sanat piramidinin en üstüne şiiri yerleştirmekten çekinmemiştir. Bahar Aslan’ın kitabında ise dil ile yaratılan edebi bir metnin resim sanatı ile hemhal oluşunu ve yeni bir gösterge oluşturduğunu görmekteyiz. Ressam Atilla İlkyaz, desenleriyle öyküleri illüstre ederken, dilin anlam üretebilme yetisini çizginin ve imgelemin sonsuz olanakları içerisinde plastik olarak güçlendirmiştir. Bu çizgisel betimlerin, uzlaşımsal olan dil ile anlatılan öyküye ve insanın hallerine, öykülerin yaratacağı olası “anlamlara” birincil elden katkı sağladığı açıktır. Ressam, yazarın betimlemelerini, karakterlerini, olay akışını çizgisel olarak ifadelendirirken, çizginin birincil niteliğinden dilin, dille yapılan anlatının gücüne katkı sağlamaktadır. Özellikle çağrışımsal anlamda bu katkının işlevsel olduğu ve metnin murat ettiği insana dair hakikatin betimini güçlendirdiği söylenebilir.

Buraya kadar dile getirdiğimiz düşüncelerimiz birlikte değerlendirilirse, Ütopya ile Distopya arasındaki dramatik, hatta trajik ilişkinin; değerlerin buharlaştığı, hızla değersizleştiği ve dekadansın dönüşümüne direnilemediği an’ın kederi ve acısının, Bahar Aslan’ın kitabının özünde yer alan kurucu öğe olduğu söylenebilir. Karakterler üzerinden oluşturulan kurgu, her öykünün bağımsız olarak okunmasına olanak verirken, Moskova Defteri, bu öz’ün ve insana dair hakikatin derişen, derinleşen acı’sının, huzursuzluğunun betiği olduğu ya da böylesi bir betiğe dönüştüğü açıktır.

Kitabı bitirdiğinizde, özellikle son derece etkileyici olan final bölümünden sonra, kendinizi Tolstoy’un son nefesini verdiği Astapovo İstasyonu’nun ıssızlığıyla kuşatılmış ve ürpermiş duyumsayacağınız kesindir. Bu ıssızlık içerisinde huzurunuzun kaçacağını, soru işaretlerinizin çoğalacağını ve kendinizle yüzleşmekten kaçınamayacağınızı da söylemek isteriz. Elbet ki bu yüzleşme anına şehadet edecekler vardır ve Şamil, bu şahitlerin ilki sayılabilir. Sonrasında, olasılık Kaf Dağından esen bir rüzgarın eşliğinde, kitaptaki bütün karakterler, sırasıyla size selam verecek ve “istencinizin tasarımı olarak var ettiğiniz” dünyanızın kefaretini, en azından kendinize ödemenizi telkin edecektir.

Moskova Defteri / Komünistler Moskova’ya, uzun sürmüş bir yürüyüşün, hem sözcüklerle, hem de çizgilerle dışavurumunun özgün bir betiğidir  ve mutlaka okunmalıdır…

0000000628871-1

YAZAR:

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir