“UYYYY… AHA!” – AHMET GÜNBAŞ

medakitap05Mahzun Doğan, “Şair Ceketli Çocuk” imajıyla belleklere kazınan Kazım Koyuncu’dan yansıyan esintiyi, ünlü şarkıcının kanserle noktalanan 33 yıllık yaşamına eşdeğer bölümler halinde şiirleştirmiş. “Uyyyy… Aha!” adını taşıyan kitap, Karadenizli şarkıcının ikinci albümünde yer alan bir türküden alınmış. Meydan okuması, başkaldırısı, sevdası, destanı, ağıtı, güzellemesi, coşkusu, çığlığı hepsi iç içe!..

Kitabın girişinde, “’Dünyada Bir Yerde’sin Elbet” başlığıyla sunulan önsöz, hem Koyuncu müziğiyle tanışmamızı sağlıyor, hem de şiirlerin yazılış serüvenine ayna tutuyor. Doğan, özellikle Tsira ile Gelevera Deresi türküleriyle yakalanmış Koyuncu’nun devrimci rüzgârına. Dillere pelesenk türkülerden kalan “Koyverdun gittun beni” dizesi hayli derinlere itmiş onu. Sonunda toplamı nehir şiir gibi çağıldayan derinlikölçer şiirler yazmış Koyuncu’nun ardından.

Kısa sürede söylenceye bürünmüş bir insanı dillendirmek o denli kolay olmasa gerek! Şiire yakışır bir içtenlikli içselleştirme yanında, dilin imgesel tadından süzülen Karadeniz doğasına uygun ritmik sesleri de yüklenerek esinler bağışlayan bir kahramanın dünyasına götürüyor bizi şair.

“Nedir Kazım Koyuncu’dan kalan?” diye bir soru sorduğunuzda, sizi hemen 13. bölüme götürmeliyim:

“Uy Karadeniz! // Sekerek koşan bir taştım / uzaklara / sularını sıçrata sıçrata // Gömleği mavi çizgili / bir çocuğun avuç ısısı / Yitmedi, yitirmedim // buz da kesse yüreğin” (s:29)

Aynen böyle!… 1993’te kurulan “Zuğasi Berepe (Denizin Çocukları)”  adlı grubun meramı da seken bir taş gibi sularla halvet olmaktan ibaretti!

Yani böyle güzel bir koşudan çıkar ortaya o destan adam çığlık çığlığa, bir halkın dilindeki sus kilidini kırarak!.. Oldum olası sevdalıdır etnik müziğe. “Uyyyy… Aha!” dediğinde, suskun dağlar denizini öpmeye başlar. Züğasi Berepe’yi kurup Lazcanın yeniden keşfini sağlayanlar aynı telaş içindedirler. Dil-müzik ilişkisi içinde “Lazca rock müzik”  ideallerini başarıyla yaşama geçirirler. Sonrası solo bir koşudur Koyuncu için. Ahası, uy’u, hay’ı, hayde’si, Ella Ella’sı, Narino’su, Tsira’sı alıp başını gidecektir özgürce. Dolayısıyla onun ezgilerinin içinden halk geçer. Halkla birlikte “dünyanın yarası”, doğaçlama olarak duyurur kendini. Eğer soylu bir destan portresinin ayrıntılarına girişilmişse, kuşkusuz yara içindeki yarayı görmek gerekir. Mahzun da öyle yapmış; Che’den başlayarak okumaya, birleştirmeye çalışmış dağlarda çınlayan sesleri. “Dünyanın yarası”nı tanımlarken, “sözcüklerin damarına” basarak yüksek suların köpüğüyle dökülmüş aşağılara:

“Bazen uzak dağ yamaçlarında / kendince akıp duran / bilinmeden, / görülmeden, / yıkanılmadan / kendince, / öylesine / akıp duran dereler // gibi // sızardım // dünyanın yarasından” (s:30)

Koyuncu’nun ritmi de kıpır kıpırdır. Daha çok sularla ölçer coşkusunu. İnişli çıkışlı, kıvrımlıdır. Suyun yalınlığını ve arınmışlığını duyurur. Su iletim aracıdır burada. Rüzgâr da… İki soylu anlatıcıdırlar boşluğun dilinde. Genelde yalçın doğayla özdeştir insan halleri. Türlü sıkıntılarını, unutulmuşluklarını, yaralı kimliklerini, özlemlerini, düşlerini, hayallerini ve sezgilerini doğaya yüklerler. Uzağı yakın eyleyen şiir de her şeyin farkındadır. Kadim ezgiler gezdiren yalnızlığın elinden tutup insan içine çıkartır. Yüzyıllara dayanan iletişimsizliğin kavkısı öylesine sert ve geçirimsizdir ki, onu kırmak için ancak Koyuncu gibi halk ağızlı adanmış kahramanlara gereksinim vardır. Özetle görünmeyeni görünür kılmada türküler kapıyı aralamış, şiir de o kapıdan içeri girmiştir. Az önce sözünü ettiğimiz yara ile uzaklık kavramını yan yana getirdiğimizde susmak tehlikeli bir hal alır:

“Oturmuş da kapı önlerine güneş eğirir kadınlar

Kirmenlerine bulut dolanır, dağ dolanır

Irmaklar susar, susar yayla yolları

Ben susarım

Ah uzaklar… Uzaklar…

kandiller yanar gecelerin koynunda

gözünde kum taneciklerinin, ayazında zemherinin

tutuşur ateşler, yeryüzünün sağrısında

Yakınlar susar, susar dost bildiklerin

Ben susarım

Ah uzaklar… Uzaklar…” (S:42)

Koyuncu’nun devrimci kimliği rastlantısal bir kimlik değildir. 1960’larda TİP’e sempati duyarak yaşamı yoklamaya başlayan, 12 Eylül’de altı ay hapis yatan Cavit Koyuncu’nun çocuğudur o. Müzikle tanışmasını ise baba armağanı mandoline borçludur. Zamanla cılız adımlarını güçlendirerek yolunu çizer. Bizi unutulmuş bir dilin ezgileriyle coştururken, aynı zamanda üstümüzdeki ölü toprağını atmaya çalışır. Yitikliğe, yasaklara karışmış derin insanlık acılarını birbirine bağlar. Aykırılığı en geniş anlamda kitlelerce kabul görür. Böyle bir kahramanın varlığı ile yokluğu arasındaki farkı, şu dizelerin içtenliğinde anlayabiliriz:

“gitme!

 

Kardeş olalım, kan kardeş, uzak adalara inen akşamla

ezber edelim ufku, sıcak koynunda beslenen

dünyamıza şimdi en çok gerekensin, en çok

dur!” (s:35)

Şaire göre ölü toprağını atmakla yetinmeyip zamanı dur duraksız kazan sevdalı birinden söz edilir. Yüzyıllardır uyuyan türküleri peşine taktığında, onlara ilişkin yaşanmışlıklar da uyanır kuşkusuz. Suyun tanıklığında rengârenk sesler dökülür dumanlı vadilerden aşağıya. Nehir şiiri sürükleyen lirik söyleyişler arasına sıkışan düşünce büğetinin aynasına yansıyanlar, seslerle birlikte görüntülerden de haberdar eder okuru. Dahası “sevdaluk” göz kamaştırıcı bir felsefe olup çıkıp kestirmeden düzene koyar dünyayı:

“Söyle bana su kardeş, şimdi bu hangi atın toynağı

öksüz bir zamanın çağıltısını döven, gecenin derini

düşlerin ipeğiyle dokunurken kerpiçlerin nefesi

yalnız bir çamın gövdesinden süzülüşü reçinenin

gölgesini bin yıl sonra bir çocuğun yüzüne düşüren

kiraz ağacı söyle bana, sen de uyur musun geceleri

üstünü kim örter, ne süsler rüyalarını, bir özlediğin

Söyle bana su kardeş, “Sevdaluk eyi şey” mi? (s:39)

İyisi kötüsü bir yana, Koyuncu ezelinden sevdaluk ustasıdır. Etkileşim çemberini genişleten en önemli özelliğidir bu. Türkülerin duruluğu her yerde bir sevdaluk yürüyüşü başlatır. Sonra o yürüyüşler birbirine eklenir. Şair de bu yürüyüşe Hayde albümünün yankılı çağrısıyla katılmıştır. Büyük olasılıkla Gelevera Deresi şarkısından olacak, bir ‘bıçak’  imgesiyle özdeşlemek batar durur yokluğun acısına. Yani “Bir bıçak… Bir bıçak kadar yalnızım / koşarken sana // özlerken seni… // Bir bıçağın keskin ucu fısıldadı kulağıma / varılmazmış sana” (s:40) duygularıyla bütünleşen geçirgen dizeler, vuslata erişmedeki engellerin farkındadır. Biz, hep kanamaya benzer bir keskinlikte sınarız avazımızı. Ancak ağıtlar sarmalındaki parıltıdan da haberimiz olur. Gitmek, bu açıdan vazgeçilmez bir tutkudur. Ve ‘hayde’ çağrısı aynı eksende önemli bir işarettir. Ömrümüzü suların çılgınlığına bağlayarak gitmeye çalışırız. Aydınlıkla karanlığı aynı anda duyumsatan aşağıdaki dize bu açıdan yol gösterici özelliğe sahiptir:

’Hayde gidelum hayde’, karardı gönlü kara” (s:33)

Sevda ustaları, kuşkusuz aynı zamanda -en geniş anlamda- acıyı örgütleme ustalarıdır. İlk bakışta aşk acısı olarak ele geçen bu çığlığı derinliğine irdelemek üzgün bir coğrafyayı da açığa çıkarır. Az önce bıçak imgesinden söz ederken, üstü kapalı anlatılan ‘yara’ izleğini görmezden gelemeyiz. Bu açıdan “Dido miğun guis derdi meraği (Yüreğim çok yaralı, derdim var)” hüznünün açılımı, şarkıcıyla şairi aynı noktada kesiştirir. Hem de öyle bir kesiştirir ki; toplamda maddi-manevi bir dizi yoksullukla ve yoksunluğu işleyen acılar galerisi karşılar bizi:

“İğnesi kırılmış bir pikap / öğretmenini yitirmiş ilkokul / kanadı koparılmış serçe / ölmeye yatmış kelebek / kapının eşiğinde // Gel beni / beni / Güvercinler bırakmıştım avluna / anımsa! // Gemiyim / açıldım okyanuslara // Kaptanımı… Kaptanımı… / Anımsa… / Uy beni / ‘Dido miğun guis derdi merağı’ // Uyyyy!” (s:49)

‘Bıçak-yara’ ilişkisinin sergilediği acılar halk ırmaklarının çağıltısında engin bir denize ulaşır ki, giderek evrenselliği zorlar. Bir bakıma yarayı evrenselliğe yayarak doğadan gelen kıpırtılara kulak vermek oldukça anlamlıdır:

“Bir pankart

Kelebeğin gözlerinden okudum:

Che! Che! Che!

“Bizim de dağlarımız…”

‘Yaralı bellek’ olarak adlandırabiliriz ‘yara’ çağrışımıyla öne çıkan her şeyi. Che ile şair Metin Demirtaş zorlanmadan katılırlar bu görkemli buluşmaya. “Uyyyy… Aha!”yla patlayan çığlığın desibeli öylesine büyüktür ki tüm sarsıntıları içine alır. Bir bakıma ancak kulağını doğanın nabzına dayayanlar farkına varabilir bu sarsıntının. Derken ses sese karşılık gelir ve belleği çizen görüntüler kanlı yeraltı suları gibi yeryüzüne çıkar:

“Zekiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii!

Bu şarkı sana!

Kumsalda, üç arkadaş yan yana

Bir de jandarma…

Sosyalizm…

Kumlara bata çıka

Uyyyyyyyyyyyyyyyyyyy!

Aha!” (s:21)

Diyebiliriz ki dünya yaradan ibarettir. “Hay! / Hay! / Hay!” la (s:11) başlayan destanımızın ilk bölümündeki “Kemençemde on beşti / şimdi yüzlerce / yara” dizesi de bize, Karadeniz’de boğdurulan TKP önderi Mustafa Suphi ile arkadaşlarını anımsatır.

Neredeyse içi dışı yaradır destan kahramanının. Sözgelimi Tsira’ya duyulan aşk doğayı titreten bir tapınmaya dönüşür. “Yarama kuş sesleri / bastım da geldim” (s:24) diyen naif duyarlığın ayrılık karşısında, “koyverip gitme’ / Tsira // Gelevera Deresi yılan / dolarım boynuma” (s:25) şeklindeki gözdağıyla doğaya sığınmaktan başka umarı yoktur. Ayrıca Gelevera Deresi’nde geçen “Yüzünden silinmesin / Bıçağımın yarası” ilencini “bıçak-yara” anıştırması olarak algılamak gerekir. Dahası bıçak da dönüşüme uğrar. İmgesel anlamda sevda keskinliğinde atılan bir çiziktir söz konusu edilen.

Doğan, Kâzım Koyuncu profilini ele alırken, onun devrimci karakterini içsel ve dışsal yaraların toplamıyla bireysel düzlemde pekiştirir. Her ne denli pekiştirmeye çalışsa da, üç aşağı beş yukarı bu profili hazır bulur. Çünkü Koyuncu, yaşarken kendini anlatmayı becermiş, etkileşim alanı geniş, destansı bir kişiliğe sahiptir. Ne var ki şiirin iletkenliğinde onu yeniden üretmek olanaklıdır. Bu biraz derinliğine anlamak ve paylaşmak sorunudur. Çünkü bu anıtsal kişiliğin duyuracağı çok şey vardır daha. Yani çok bilinen ayrıntıları örgütleme dersinde şairin yapacakları sonsuzluğu ve sınırsızlığı zorlar. Dolayısıyla Koyuncu sayesinde, ilişkilerin buz kesildiği bir dünyada- bir kez daha içimizi insanlık ateşiyle ısıtır, her türlü iyimserliği ve direnci gündeme taşırız.

Destan ya da söylence diyelim; Koyuncu’ya özgü türkülü/şarkılı zaman diliminin geride bıraktığı kalıt niteliğindeki seslenişin, az önce sözünü ettiğimiz şiir ortaklığıyla kesiştiği açıktır. Yapıtın 32. bölümüne geldiğimizde tüm ağızların birleştiğini görürüz. Bence asıl fark edilmesi gereken nokta budur:

“’Güzelliğin karşısında’

suydum

incecik bir derede

 

Öldüm işte

Al beni

bir söylence

‘Sakmektesi ginimartuna’” (s:55)

Ve son bölümde sergilenen horon ezgileri, yaşamdaki hareketin, umudun, iyimserliğin sürdüğünü gösterir. Anımsarsanız, Koyuncu’nun kanserli haliyle verdiği son konser de böyle bir düşüncenin ürünüdür.

Kimi insanlar yaşam parkurunu yürüyerek değil, koşarak tamamlarlar. Esinlerinin, izlerinin ve etkileşimlerinin çapı oldukça büyüktür. Kuşkusuz göz alıcı ışığı ve taptaze soluğuyla tarihe adını yazdıran Kazım Koyuncu da onlardan biridir. Doğan, erkenden söylenceye karışan bu ele avuca sığmaz kişiliğin şiirsel portresini sunmuş bize.

Ne dersiniz, yapıtın adını taşıyan iki dizenin dayanılmaz çağrısıyla ayağa kalkalım mı hep birlikte?

“Uyyyy!

Aha!”

__________________________

* Uyyyy… Aha! – M. Mahzun Doğan, Medakitap Yayınları, 1.basım, Mayıs 2016, Ankara.

 

 (Şehir Dergisi, Eylül 2016, sayı: 96)

YAZAR: medakitap

mm

Check Also

“TANRI VE KRAL İNDRA” ÜZERİNE BİR DENEME – SEDA ZENGİN

Yabancı, yabancı, gitme ve beni bırakma* paradesee jaana nai परदेसी जाना नै     . …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir