Diogenes, Atina Sokaklarında, gündüz vakti, elinde feneriyle dolaşıp “İnsan” ararken, bu sıra dışı davranışın çağrışımlarının, varoluşsal bir aporia’nın Antik Dünyadan günümüze uzanan göstergesi olabileceğini, elbet ki bilemezdi. Kendisi de İnsan olan ve fakat İnsan’ı arayan ben’in varlık hali, türüne yabancılaşmadan başlayan bir olmazlığı ve huzursuzluğu ifadelendirebilir ancak. Diogenes, kurallara, itaate, uzlayışa bağlı ve önbelirlenmiş bir yaşamı reddederken, öte yandan İnsan’ın ancak bilgi, bilgilenme ile özgürlüğe, erdeme ve iç bağımsızlığa ulaşabileceğini öne sürmüştü. Kinizmin başat temsilcisi ve uygulayıcısı olan Diogenes, kendiliğinde simgeleştirdiği ve hayatıyla realize ettiği her şeyle, sosyopolitik bağlam içerisinde kabul görmüş, uzlaşıma, sosyal aktlara ve toplumsal bütünlüğe dayalı paradigmaya karşı kökten ve yıkıcı bir eleştiriyi ifadelendirmiş, herkesin tabi olduğu uzlaşının dışında da bir hayatın ve İnsan’ın var olabileceğini savlamıştı.
Diogenes’ten yüzyıllar sonra, Anadolulu bir hemşehrisi, bu kez elinde kalemler, kendi ürettiği boyalar, işlemden geçirdiği çizim altlıkları vs. ile İnsan’ı aramaya ve bilmeye niyet eder. Bu iki öznenin, yüzyıllara rağmen ortaklaşan edimi, arayış içerisindeki ben’lerin birinci dereceden hısımlığını; İnsan’ı bilme arzusunu ve bu bilgi ile özgürleşebilme olasılığını ifadelendirir. Dolayısıyla Yüksel Arslan ile Diogenes, zamandan aşkın olarak, İnsan’a ve varoluşa dair o kökensel aporia’yı anlamlandırmaya çalışmış iki etkin öznedir, denilebilir. Zaten Yüksel Arslan, ilk sergisinden itibaren İnsan’ı ve İnsan’a dair her şeyi bilmeyi arzulamış, bu arzu ile oluşturulacak bilgi’yi görsel imlerle ifadelendirmiş, Arture adını verdiği çalışmalarıyla, İnsan’ın varoluşunu ve bu süreçsel oluş halini kuşatmayı amaçlamıştır. Deyim yerindeyse, amacına ulaşmak için ünik niteliği mutlak olan plastik-ontolojik-görsel bir kozmos/metafor var etmiş ve algılayıcısına sunmuştur. Dolayısıyla hayatın herhangi bir an’ında bu kozmosla, yani Arture’lerle temas edenlerin içkinleştirecekleri algı deneyimi de o kökensel aporia’yı imlemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Diogenes’e göre, Bilen Ben, iç bağımsızlığını ve özgürlüğünü bilgi ile kazanacak, bilgisizlikten kaynaklı korkular bu şekilde ortadan kalkacaktır. Ancak Yüksel Arslan’ın verimi söz konusu olduğunda, bu varsayımın tersinleneceği, bilme arzusunun kökteki aporia’ya yönlendirildiği, İnsan’a dair her şeyin teşrihe uğratılarak teşhir edilmesinin, majör bir olgu olarak anti-katharsisi öne çıkarttığı ve işlevselleştirdiği, dolayısıyla korkulardan, tedirginlikten kurtulmanın, artık “bildim” diyerek huzura ermenin mümkün olamayacağı savlanabilir. Bu nedenle, Yüksel Arslan’ın Arture’leriyle “karşılaşan”, temas eden, varoluşa dair aporia’yı, apokaliptik bir sarsıntıyla “fark eden” ben’lerin ortak yazgısı, bir tür iç huzur, kendinden haz alıp estetik deneyimler yaşamak vs. değildir. Bilakis o kökensel aporia’nın, varoluşa dair kaçınılmaz huzursuzluğun bilincine varmak, anti-katharsis’in ivmelendirdiği apokaliptik rezonansa girmek ve sadece İnsan’ın arandığı bu göğün altında “yalnız” olmadığını ayrımsamaktır. Yüksel Arslan, olası algılayıcılarına bu “şansı” tanır ve Arture’lerle temas edenleri, karşı konmaz bir çekim gücüyle o kozmosa çekerek, kozmosun spiral çevriminde “özgür” bırakır!
Yüksel Arslan’ın cisimleştirdiği görsel kozmos, dünya içerisinde üretilmiş bilgi ve kültürün her türünün ama son kertede ve daima “insanın” varlık hallerine, kiplerine odaklanır ve bütün bu olguların mutlak analizine dayanır. Bu arayıştan, analizden, bilme isteğinden ortaya çıkan sonuç yeni bir tanımlamayı zorunlu kılar. Sanatçının kendisi bu tanımı da yapar ve işlerine “Arture” adını verir. Yüksel Arslan’ın cisimleştirdiği görsellik, Sanat(Art) ile pentüre resminin çiftleştiği bambaşka bir evrendir ve adını da yaratıcısı “Arture” olarak koymuştur. Arture ne resimdir, ne de resim olmayandır; Yeni Sanat’tır!.. Yani klasik pentür resmiyle ya da Sanat(Art)’ın kategorileştirerek sınıflandırdığı Resim Sanatı ile nitelendirilmesi olası değildir. Karşı karşıya olduğumuz görsel imler, yani Arture’ler, Yüksel Arslan’ın betimlediği İnsan’a ait varlık hallerinin tikel temsilleridir ve bu tikeller üzerinden Yüksel Arslan’a özgü, yaratıcı verimine ve emeğine içkin plastik-ontolojik bir kozmosa ulaşılacaktır. Bu temsillere temas ettiğiniz an, kendiliğinizin, varoluşunuzun riske girdiği ya da yeniden ele alınması gerektiği, böylesi bir hissiyata sahip olacağınız da kesindir. Uzlaşımsal olan her bilgi, kuramsal araç vb., Arture’ler söz konusu olduğunda yetersizleşmeye, hatta imha olmaya başlayacaktır. Bu nedenle Yüksel Arslan’ın ve Arture’lerin Sanat’a ve Sanat Tarihine eklemlenmesi, kategorize edilmesi olası değildir. Tekrarlayalım: Arture Sanatı, ünik bir kategori ve sanattır. Sanatçının ilk işlerinden, hatta malzeme seçiminden bu olanaksızlığın, kategori dışılığın praksisi ortaya çıkar. Çünkü Yüksel Arslan malzemesini de kendi üretmiş, konvansiyonel malzemeyi; boyayı, rengi kullanmamıştır. Malzemesini üretirken tiksinti uyandıracak atıklardan(sidik,kemik iliği vb.), yaşamı var eden organik öğelere (kan, sperm vb.) kadar, püriten Sanat’ın ve Resim Sanatı’nın uzlaşısı dışındaki her şeyden yararlanır. Bu yönsemenin gerçekleşmesi, ilk sergideki işlerin tamamının satılması sonrasında gerçekleşecektir.
“Sergilenen bütün eserler satıldı; artık zenginim! Haşet kitabevinden sanat kitapları satın alabilirim öyleyse! Bu kitaplardan birinde(tarihöncesi sanatla ilgili) en sevdiğim meslektaşlarımın boya reçetelerini buluyorum: topraklar(toprak boyalar), bal, yumurta akı, yağ, kemik iliği, sidik, kan… Kağıt üzerine ilk denemem doyurucu sonuçlar veriyor. Böylece 1955’ten beri yetkinleştirerek kullanacağım “yeni bir teknik” buluyorum.”(s.241, ) (*)
Sanatçının kendi sözcükleriyle ifade ettiği bu “buluş”, Arture’lere ulaşacak yeni tekniğin ve malzeme algısının kökeni sayılabilir. Bu yönsemeyle ıralanan teknik ve malzeme seçimi, üretimi gibi bir tercih dahi, Yüksel Arslan’ın görsel betimlerinin verili araçlarla kategorize edilemeyeceğini açıkça gösterir. Ancak tam da bu noktada mutlak bir ironiyle yüzleşmek gerekir. İnsan’ı odak alan, O’nun varlık hallerini ve kiplerini bilmeyi murat eden, malzeme seçimi ve üretimiyle arkaik kökleri ve ilk atalarıyla bütünleşmeyi arzulayan Yüksel Arslan’ın verimleri, “sanat piyasasının” ilgisine mazhar olmuş, koleksiyoner ve sermayedarlar bu Arture’lere sahip olmak için kesenin ağzını olabildiğince açmışlardır. Paranın mülkiyetine alma gücü, Arture’lerin el değiştirmesine ve “değişim değerinin” sürekli ivmelenen artışına neden olmuştur. Şimdi sormalı: Bir Arture’e “sahip” olmak, nasıl anlamlandırılabilir? Ya da bir Arture’e sahip olunulabilir mi? Yeterince paranız ve “şansınız” var ise ederini ödeyerek bir Arture’e sahip olabilir(?), edindiğiniz bu nesneyi duvarınıza, şömine üstüne hatta yatak odanıza asarak, kendinizi mesut sayabilirsiniz. İşte bunu yaptığınızda, para sahibi ve “sanat” zevki olan bir öznenin hayatındaki en büyük ironiye de sahip olursunuz. Çünkü ne Yüksel Arslan ressamdır, ne de Arture’ler resimdir. Yepyeni bir sanattır karşınızdaki nesneler ve bu yeni sanatın koleksiyona dahil edilmesi “bilgiye” ya da “bilgisizliğe” içkin mutlak bir ironiden başka bir şey değildir. Çünkü bu nesnelerin malzemesinde sermaye sahiplerinin ifade etmekten imtina ettikleri, zevk ve para sahibi elitlere hiç de uygun olmayan ve fakat İnsan’a ait öğeler; en başta sidik ve kan gibi organik sıvılar vardır. Yani edinilen, sidiğin ve kanın mülkiyetidir, denilebilir. Paranızla edinebileceğiniz bu nesnelerden ve içine düşülen bu durumdan daha büyük bir ironi var mıdır, emin değiliz. Yüksel Arslan, Arture’lerine talip olan ve mülkiyetine almak isteyen heveslilerine, böylesi bir ironiyi de armağan edecektir. Bu durumun bir diğer boyutu daha vardır ve ironi bu boyutla birlikte bütünlenir: Kapital Sahipleri”nin, salt sanat piyasasındaki değişim değeri ve yatırım için edindikleri Arturelerin, asıldıkları duvarlardan “sahiplerine” yönelmiş acımasız ve müstehzi bakışlarının, o sahiplerce “asla” fark edilemeyecek olması, bu büyük bir ironinin bütünlenmesini sağlar.
Çünkü sadece İnsan nesneye bakmaz; nesnelerinde bakışı vardır ve bu ironi, Kapital Serisinden bir Arture’ün, kendisine sahip olduğunu düşünen Kapital sahibine yönlendirdiği acımasız ve korkunç bakışta var olacaktır.
Diyesim, hiçbir sanat yapıtı metalaştırılarak ve salt değişim değerine göre piyasada dolaşıma sokularak, rencide edilmemelidir!.. Aksine kamuya açılmalı, İnsan’a açık mekânsal düzenlemelerle paylaşımı çoğaltılmalı, çıkış ve sonuç noktası olan İnsan’ın varoluşuna, her an, doğrudan temas etmesi sağlanmalıdır. Bu temenni, sermayedarların kendi kullanımlarına özelleştirdikleri sanat yapıtlarını edinim ve sahiplenme mantığını imha etmeyi öngörürken, sanatın dünyaya ve dünyadaki insanlara temas etmesini de sağlayacaktır. Özellikle Artureler ve Yüksel Arslan’ın İnsan’ı odak alan verimi söz konusu olduğunda, sermayedarların edindikleri Arturelerin, malzeme içeriğinden üretim mantığına ulaşan süreç içerisinde, edinimin ironisini mutlaklaştırdıklarını bir kez daha anımsatmak ve nihai önerimizi ifade etmek isteriz: Bizce, Yüksel Arslan’ın bütün yapıtları bir araya getirilmeli ve adı “İnsan(L’Homme)” olan bir müzede, sergi alanında vs. bütün İnsanlara, onların görme ve algı deneyimlerine sunulmalıdır. Böylelikle Yüksel Arslan Öteki Ben’lerle, İnsan ise İnsan’la temas edecek, varoluşun ölümle marazlanmış kederli bağlamına eklemlenilebilecektir. Yani “Dert”, ehline ulaşacak, birbiriyle temas edebilen “Ehl-i dert”ler, dertlerini paylaşabilecektir. Elbet ki günümüz kapitalist dünyasında, bu önermemizin romantik bir fanteziden öte anlam içermesi olanaklı değildir. Dolayısıyla böylesi bir müzenin, sergi uzamının hayata geçirilmesini beklemiyoruz. Ama en azından, retrospektif sergileme sırasında, büyük salonları olan bir yapının katlarına yayılmış Artureler arasında geçirdiğimiz zaman ve algı deneyimi, böylesi bir önerinin ne kadar değerli olduğunu gösterdi bize. Şu an, Yüksel Arslan’ın ömrünü adadığı, arzulayarak bilmeye cesaret ettiği İnsan’ların o Arturelere ulaşamaması, aksine o çalışmaların bir sermayedarın veya koleksiyonerin duvarını süslemesi, deposunda yatırım aracı olarak bekletilmesi, betimlenmesi olanaksız ve büyük bir acının gerekçesi oluyor. Belki de tek tesellimiz Arture’lerin, kendilerine sahip olduğunu düşünen sermayedar ve koleksiyonerlere yönelttikleri o müstehzi bakış ve var kıldıkları, sidiğin ve kan’ın mülkiyetine ilişkin mutlak ironidir. Elbet ki bir gün ayırdına varılacaktır: Beyler ve Bayanlar; satın alsanız bile mülk edinemeyeceğiniz şey’ler de vardır ve Arture’ler bu “şeyler”in belki de ilk örnekleridir!.. En kalbi muhabbetlerimiz ve Saygılarımızla…
(*)Levent Yılmaz’ın küratörlüğünde, 13.09.2009-21.03.2010 tarihleri arasında, Santralistanbul’da gerçekleştirilen “Yüksel Arslan Retrospektifi” sergisi kapsamında hazırlanan, Bilgi Üniversitesi tarafından 1.Baskısı Eylül 2009’da yapılan katalog.