GÖZYAŞLARININ SESİ VE ŞAİRİN CAN’I – Serdar Aydın

…ölümün geldiği an, bütün sesler susar. Ölüm, sessizlikle gelir. Sessizliğe neden olan, yaşanan son’dur. Son’un ne olduğu tartışılabilir olsa da, kesin olan, ölüm geldiğinde herkesin ve her şeyin susacağıdır. Bu susku, metaforik bir olgudur. Ölümün vukuu bulması ile gerçekleşen bütün karmaşa, kaos hali ve olası gürültüler, bu metaforun dışındadır. Susku, içseldir ve nesnel olan hiçbir şeyin sesi, bu sessizliği bozamaz.  Gidenin ardında kalanlar, yitirmenin kederiyle, ilk an’da fark edemezler sessizliği. Keder, sessizliği baskılar. Korkunç bir uğultunun içerisinde kalakalır geridekiler. Uğultu, ses değildir. Aslında sessizlik de değildir. Ama sessizliğe daha yakındır. Uğultunun ortasında, gidenin, can’sız  bedeni vardır. Soluklaşmış ten, tenden çıkıp gitmiş can’ın istemsiz vedası… Sessiz ve kederli bir vedadır bu; zamana eklenir, zaman geçtikçe eksilmez, unutulmaz. Aksine, yitirişin ardındaki keder, içeride, iç’te, daha da derin kuyular kazar. Bu kazı da sessizdir. Kendiliğinden gerçekleşir. Ne kadar derine iner, öngörülemez. Ama kesinlikle derinleşir. Ölümün geldiği an’dan itibaren başlayan bir derinleşmedir bu. Kalanlar, geridekiler bir gün ölüme ulaşıncaya kadar, devam eder. Fakat kuyu, her an, sessizce derinleşecektir…

…giden, gider. Kalan, gidenin niye gittiğini sorgular. Gidenin gitmesindeki zorunluluk, yitirmenin kederini artırır. Zorunlu olmak, bir açmazdır. Neden ölüm vardır? Neden, sevdiklerimiz, bir an geldiğinde, giderler öte bir dünyaya? Orada ne vardır? Gidenler memnun mudur gittikleri yerden ve niçin dönen yoktur? Bu deneyim ve benzer sorular, ölümün geldiği an’dan itibaren  oluşmaya başlar ve sessizlikle kuşatılmıştır. Kabre konan ölü beden, bütün sesleri susturan hükmü de ilan eder. Ölümün bütün sesleri susturan hükmüyle birlikte  deneyimlenen biricik duygu, kaçınılmaz olarak  acı’dır. Acının görünür olduğu, göze geldiği, cisimleştiği bir deneyimdir, ölüm ve sonrası. Sanki her şey hiç’liğe, yokluğa evrilmiştir. Kim ne yapabilir ki? Ölüm gelmiştir ve her şey susmuştur!… Giden, dönmeyecek, dönemeyecektir bir daha. Kalanların gözyaşları vardır sadece ve birde o gözyaşlarının “sesi”… Gözyaşlarının sesi olabileceğini, ölüm öğretmiştir kalanlara. Evet, gözyaşlarının sesi vardır ve ölümün dayattığı mutlak sessizliği bu ses bozacaktır. Bu bozgun enikonu içsel bir olgudur. Her kalan, kendi iç’inde ve özgül olarak duyumsar, gözyaşlarının sesini. Bu sesin eşlikçileri de vardır elbet. İnsandan insana değişebilen bu eşlikçiler, kalanların gözyaşlarının ve ölenin, ölümden sonraki “varlığının” yoldaşlarıdır aynı zamanda. Eğer bir şairse ölen, yitirişin uğultusu ve gözyaşlarının sesi çok daha “etkili” eşlikçilere sahip olacaktır. Bu etkiyi artıran, şairin ardında bıraktığı sözcükleri, şiirleridir… Kalanların akıttığı her damla gözyaşına, o eşlikçiler yoldaşlık edecektir. Kalanlar, bazen bu eşlikçileri göremez, duyamaz, unutabilir… Çünkü ölümün uğultusu, sesleri susturan hükmü, eşlikçileri  öteleyebilir, görünmez kılabilir. Ama bu durum geçicidir. Eşlikçiler eninde sonunda ortaya çıkarlar, çıkacakları kesindir. Çünkü ölen ten’dir, bedendir ama “can” değildir. Çünkü Can’lar ölesi değildir. Pirimiz Pir Sultan Abdal’dan da biliriz ki; Can’lar ölesi değildir. İşte o eşlikçiler, yani şiirler ve şairin sözcükleri, Can’a dair olanlardır ve belki de Şairin Can’ı onlardır. Şairin biyolojik varlığını aşabilen, zamanın ötesine, ölümün sessizlik hükmünün dışına çıkabilen onlardır. Şairler ölebilir, ama şiirler, sözcükler yaşarsa; zamanın yok edici hükmüne direnebilirse, Şairin Can’ı ontolojik olarak yaşamaya devam eder. İşte bu durum, ölümün sessizlik hükmünü hiç’e çıkarmanın, yitirişin uğultusunu ortadan kaldırmanın, ölüm gelse de bir şekilde “yaşıyor” olmanın göstergesidir. Hem de bütün kara parçalarında, bozkır dahil…

…bir şairden geriye kalan en önemli kalıt, yani şairin terekesi, şiirleridir. Çünkü şairin yurdu, sılası, varlık evreni ve halleri, şiirleri olsa gerektir. Bu yüzden, bir şairden geriye sadece onlar, şiirleri kalır, başka da bir şey kalmaz belki de… Şiirler, aynı zamanda, gözyaşlarının sesiyle birlikte, kalanların da yoldaşlarıdır. Şiirler, ölümle sona ermeyen, ermesi de mümkün olmayan bir ontolojik durumu, aşkınlığı imler… Bir başka şekilde söylersek, Şair’in Can’ı şiirleridir ve Can’lar ölesi değildir!…

…şair ölür. Ama Şairin Can’ı, yani şiirleri kalır!… Yani ölüme, yokluğa, hiç’liğe, bitişe, son bulana karşı direnen şiirler… Ölümün ötesinde ya da berisinde olan da şiirlerdir. Şiir, öteye ve beriye geçebilen bir şeydir her zaman. Hayatın ötesinden berisine ya da ölümün berisinden ötesine… Bu geçişkenliği şiir sağlar. Çünkü şiirler, Şairin Can’ı olmakla birlikte, aynı zamanda, gözyaşlarının cisimleşmiş sesi de sayılabilir. Değil mi ki, ölümün, tüm sesleri susturan sessizlik hükmünü ortadan kaldıran, gözyaşlarının sesidir; bu halde şiir de böylesi bir niteliğe sahip olarak, ölümün sessizlik hükmünü boşa çıkaran, Şairin Can’ını var kılan ve ölüme karşı direnişin yegâne eşlikçilerinden sayılabilir. Esasen ve genelleştirirsek, sanat yapıtlarının tamamının bu niteliğe sahip olduğu savlanabilir. Ölümün sessizlik hükmünü, sanat boşa çıkarır. Ama şiirlerin etkisi çok daha fazladır. Çünkü şiir, Hegel’e göre, bütün sanatların üstünde yer alır.

…şair, Hüseyin Çiftçi, sonsuzluğa gitti. Geride kalanlar, yani Hüseyin Çiftçi’yi tanıyanlar ya da sadece şiirlerini bilenler bu yitirişle, ölümün tüm sesleri susturan hükmüyle, mücadele etmek zorundalar. Gözyaşlarının sesini ve bu sese eşlik eden şiirleri yoldaş kılarak… Yani Hüseyin Çiftçi’nin şiirlerinin, Şairin Can’ı olduğunu ve ölümün, tüm sesleri susturan hükmüne karşı, direnme olasılığının şiirlerden ortaya çıkabileceğini bilerek… Bu metin de böylesi bir direniş için yazılmıştır. Şahsen tanışamadığım ama sözcüklerini, şiirlerini bildiğim Hüseyin Çiftçi’ye, sonradan; bir selam olsun diye… Ölümün, tüm sesleri susturma hükmüne karşı, bir direniş yoldaşlığı olsun diye… Şairin Can’ına dokunmak, geride kalan acıya ve ölümün mutlak suskusuna, şiirle direnebilmeyi umut etmek adına…

Hüseyin Çiftçi’nin Poetik Aforizma’lar ya da haiku benzeri, ancak  kendi tekniği olan, özgünlüğünü çağrışım gücünden alan, yüksek ritim duygusuyla ifadelendirilen “kısa” şiirler yazdığı savlanabilir. Bu sav, birçok örnekle betimlenebilir ve Türkçe Şiir Geleneği içerisinde konumlandırılabilir. Ancak bu metinde böylesi bir yöntem kullanılmayacak, aksine seçilmiş kimi dizeler vurgulanacaktır. Bu vurgunun ve seçimin Hüseyin Çiftçi’nin poetikasını imleyeceği düşünülmektedir. Böylelikle, belki uzun bir çözümlemenin ortaya çıkarabileceği görüşlere, şiirin çağrışım evrenine yelken açarak ve poetik çekim gücüyle ulaşılabileceği düşünülmektedir. Bu düşüncemizin en büyük dayanağı ise bizatihi Hüseyin Çiftçi’nin şiir tekniği ve yöntemidir. Neredeyse en az sözcükle en güçlü çağrışımları yaratmayı murat etmiş bir şair için, uzun bir analiz ne kadar uygun olur, emin değiliz. Aksine o tekniğe uygun ve çağrışım gücünü ortaya koyan dizelerin vurgulanmasıyla şairin poetikasına yakınlaşabileceğimizi umut ediyoruz. Hüseyin Çiftçi’nin poetikası ve praksisi tam da böylesi bir umudu işlevsel kılmakta ve okuru, yazma anındaki kavrayış ve deneyimle yüzleşmeye davet etmektedir.

Denebilir ki anlatma, öyküleme (narration) tekniği Hüseyin Çiftçi için hiçbir öneme sahip değildir ve şair, yazma edimi sırasında da hiçbir zaman bu tekniğe yönelmemiştir. Oysa anlatma isteği en temel gereksinimdir. Öykülemenin/Narration olmayışı şairin hiçbir şey anlatmadığı ya da öykülemediği anlamına gelmez. Aksine bir evrimleşmenin söz konusu olduğu ve anlatma gereksiniminin, derdini söyleme isteğinin bambaşka bir teknikle gerçekleştirildiğinin vurgulanması gerekir. Bu teknik minimize nitelik taşır ve en az sözcüğün en çok çağrışımla bütünlenmesine dayanır. Anlatı ya da derdin ifşası, bu görece kısalık içerisinde realize olur. Neredeyse şiir gelir ve sözcüğe dayanır. Abartarak söylersek, Hüseyin Çiftçi’nin tek bir sözcüğü aradığı ve o sözcüğün derdin ifşasını, poetikanın bağlamını ve varoluşun iddiasını ifadelendirebilecek güce sahip olduğuna inandığı savlanabilir. Uzak doğu düşünce sistemlerinde ya da Hurufilik gibi bir takım yönsemelerde “sözcüğün gücü” üzerine yoğunluklu analizler yapılmıştır. Bir sözcüğün “yeterince” güçlü söylenmesiyle, o sözcüğün içerebileceği bütün anlamlara, olanak ve olasılıklara sahip olunabileceği de savlanmıştır. Sözgelimi “om” sözcüğü böyle bir sözcüktür ve Budizme inananlar için değerli sözcüklerden biri olarak en eski mantralar içerisinde yer alır. Örneğin “Om Mani Padme Hum” mantrası, 5. yüzyılda ortaya çıkmıştır ve Tibet Budizmin en eski ve günümüzün de en yaygın mantralarından birisidir. İnanışa göre, bu mantra acılardan kurtulmayı ve ruhun rahatlamasını sağlar. Yani sözcükler, uygun bir terkip ve ritimle dile getirilirse, acılardan kurtulmayı ve ruhun rahatlamasını sağlayabilirler!… Dolayısıyla sözcüklerin gücüne olan inanç ve vurgu, bu inanç sistemlerinde başta olmak üzere, çeşitli bağlamlarda, ritüel ve tekrarlı edimlerle en üst düzeye çıkarılmıştır. Şiirin gelip sözcüğe dayanması ise bu bağlam dikkate alındığında oldukça zengin çağrışımlara olanak verecektir. İşte, Hüseyin Çiftçi’nin minimize tekniği, olabilecek en az sözcükle en çok çağrışıma dayanan poetik ifadeleri, bu bağlam içerisinde değerlendirilebilir ve son derece işlevsel sonuçlara ulaşılabilir. Hüseyin Çiftçi, aradığı tek bir sözcükle olası anlamları elde etmeyi amaçlamış mıdır, bilmiyoruz. Ama kesin olan şudur ki, en az sözcükle zengin çağrışımlar yaratarak, okurunu ötelere sürükleyen bir şiirden, yaratıcı verimden söz etmek olanaklı ve hatta zorunludur. Bu savlarımızı, öze dönerek ve birkaç alıntı yaparak somutlayalım:

“kuşlarını emziren

sesler görüyorum.” Derinlikler kitabı, s.7

“ölçü,

insanda görünmektir.” Derinlikler kitabı, s.9

“yarasına saldırır

bazen sözcük…” Derinlikler kitabı, s.13

“boş, derisini

sıyırıyor.” Derinlikler kitabı, s.52

 

“fikir,

bir alettir…” Derinti kitabı, s.13

 

“tavrı belirler

çıplaklık…” Derinti kitabı, s.15

 

“hiçlik de kanar.” Derinti kitabı, s.16

 

“vicdan, dünyadan

eskidir.” Derinti kitabı, s.35

 

“yarın,

Yoktur.” Eğrilikler kitabı, s.6

 

 

“tenin

kaybettiğini

söz bulur…” Eğrilikler kitabı, s.13

 

“kuşlar da

unutur insanları.” Eğrilikler kitabı, s.28

 

“balığa sığınan

yosunu emzirir

bazen aşk…” Eğrilikler kitabı, s.47

 

“benden farklı

kafamdakiler…” Obruk kitabı, s.8

 

“insan,

zihindedir.” Obruk kitabı, s.54

 

“yokluğu üfleyen

Obruktu ayna…” Obruk kitabı, s.65

 

“suçu paylaşmaz ki

ter…” Örüm kitabı, s.22

 

“taşını eriten

gölgeler gördüm…” Örüm kitabı, s.36

Şimdi, bu dizelerden, son derece düz bir teknikle kolaj yapalım ve “anlamın” insana dairliğini, insanın hakikatine ayna tutuşunu gösterelim:

“kuşlarını emziren sesler görüyorum…ölçü, insanda görünmektir…yarasına saldırır bazen sözcük…boş, derisini sıyırıyor…fikir, bir alettir…tavrı belirler çıplaklık…hiçlik de kanar…vicdan, dünyadan eskidir…yarın, yoktur…tenin kaybettiğini söz bulur…kuşlar da unutur insanları…balığa sığınan yosunu emzirir bazen aşk…benden farklı kafamdakiler…insan, zihindedir…yokluğu üfleyen Obruktu ayna…suçu paylaşmaz ki ter…taşını eriten gölgeler gördüm…”

Ne denebilir ki?… İnsana, insanın varlık hallerine dair sarsıcı ve yüzleştirici, itirafı ve kefareti gerektiren bu terkip Hüseyin Çiftçi’nin Canıdır!… Şairin Can’ı tam da böyle bir şeydir ve bu durum karşısında ölümün sesleri susturan hükmü ortadan kalkmıştır. Gözyaşlarının sesini duyumsayarak ve  ölümün yok edici niteliğinden, bu niteliğin dönüşmesiyle, ölünce de var olunan bir bağlama ulaşılmıştır:

“sesler vardır ve kuşlarını emzirmektedir, ölçü insanda görünmektir, sözcükler bazen yaralarına saldırır  ve derisini sıyırırken boş; fikir bir alete dönüşür, çıplaklık tavrın belirlenmesidir, çünkü hiçlik de kanar  ve vicdan, dünyadan eskidir;  yarın yoktur, söz bulur tenin kaybettiğini, sadece insanlar değil kuşlar da unutur  insanları, aşk; balığa sığınan yosunu emziren şefkatli bir annedir, kafamızdakiler bizden farklıdır ve insan, zihindedir, yokluğu üfleyen obruktur ayna ve ter suçu paylaşmaz ki… taşını eriten gölgeler gördüm…”

Bizim yanıtımız açık seçik ortada olsa da; şimdi sormalı: Ölü mü denir “Onlara” ve Hüseyin Çiftçi, ölmüş müdür?…

(1)  Ayten Mutlu’nun “Eksikliği Fazla Bir Harf” adlı şiirinden…

SERDAR AYDIN

ANKARA, HAZİRAN 2014

YAZAR:

Check Also

BEYTULLAH KILIÇ- DİL ÇIKARMA GÜNÜ – YENİ BİR MEDAKİTAP DAHA 6 HAZİRANDA RAFLARDA!!!

BEYTULLAH KILIÇ DİL ÇIKARMA GÜNÜ YENİ BİR MEDAKİTAP DAHA 6 HAZİRANDA RAFLARDA!!!