İki ağrı kesici masanın üzerinde duruyordu. Fıkra malzemesi olarak çıktıkları yolda bir köşeye fırlatılmış, külliyen yalnız bırakılmışlardı. Steril olmaktan giderek uzaklaşmaları da, sallapati varlıklarını daha da değersizleştiriyordu.
İki ağrı kesici hâlâ ve inatla masanın üzerinde duruyorlardı. Gırtlağa ve mideye değil, çöpe gideceklerini bile bile öylece duruyorlardı. Önce kutularından, sonra da onları saran jelatinlerden nasıl ve ne şekilde dışlandıklarını hiçbir şekilde hatırlamıyorlardı. Büyük bir ihtimalle, çantavari bir yere tıkıştırılmanın ve orada öylece bırakılıp unutulmanın kurbanı olmalıydılar. Ki öyleydiler de, başka ne olabilirdi ki neden.
Genelde bir kutu içerisinde 15’lik tabletler hâlinde hayatlarına ve yolculuklarına başlarlar, insan anatomisinde nükseden ağrı ve sancılara göre şekillenen bir hayat sürerlerdi. İlaç fabrikasından ilk çıkışlarını pek hatırlamazlar, ancak dağıtım noktalarına getirilişlerini gayet de iyi hatırlarlardı.
Dozlar da onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Hem salakça bir ayar çekmeden başka neydi ki doz. Uyandırdığı tek şey, ölçeği kendi elinde olmayan ve daradan öteye geçemeyen bedenleriyle görünürdeki hiçbir hesabını ödeyemeye…
Sus! Feci şekilde saçmalamaya başladın, sus lütfen! Alt tarafı iki tablet be! Bu kadar betimleme ve ayrıntı niye?
Sana ne!
Öylece durmaya devam ediyordu iki tablet. “Biri alıp götürse, götürse de başka yerlere bıraksa,” diye diye ve inleye inleye duruyorlardı öylece. Yakındıkları da yoktu üstelik. İnlemelerinden anlam çıkaracaklara ayıracak ve harcayacak mecalleri de.
“Baharda uyanır doğa,” diye başladı sözlerine… Kendisine kış uykusu olarak yutturulan ve ölümcül bir baş ağrısıyla uyandığı uykudan arta kalan ve dökülenlerdi bunlar. Ve ilk defa kulak veriyordu bir söz öbeğine iki ağrı kesici. Boylu boyunca uzanmak dışında, böylesi bir eylem onlara da iyi gelmiş olmalıydı; zira uzun uzadıya bakakaldılar sese…
Ses büyüsünü yitirdiği anda keskin bir öfke kapladı içlerini. Ve öfkeyle yoğruldu arta kalan tüm hisler: Bahar, uyanmak ve ağrıdan oluşan bir ses uyumu karşısında ağrıyı kesmek gibi bir işlevi kendilerine bahşedeni bir yakalasalar, ah bir yakalasalardı keşke!
Beynin kendisi değildir ağrıyan; beyni çevreleyen dokuda kan damarlarının basıncına bağlı olarak görülen gerilimlerin bir sonucudur ağrı ve sızı. Bu bilgiyi nereden ve nasıl edindiklerini bilmiyorlar, doğruluğundan da emin olamıyorlardı. Kaçınılmaz ağrılar ve sızılar ve onları kesmek/gidermek dışında her şey saçmaydı zira.
Tepelerdeyim
Şehir ayaklarımın altında
Ve kokuyor şehir ayaklarımla
“Sen mi yazdın bunu?” diye sordu biri diğerine. Öylece uzanmış duruyordu iki tablet. “Evet, ben yazdım,” diye cevapladı diğeri. “Böyle hayat geçmez,” diye devam etti ve ekledi diğeri; “Hayatın ne olduğunu bilmiyorum. İlle de geçmesi gerekiyorsa, bırakalım geçsin; tutan mı var kendisini?”
Uzun bir sessizlikten sonra, “Eylemsizlik…” dedi ve sustu aynı anda ikisi. Uzun bir susuş, uzun bir eylemsizlik demekti; öyle de oldu…
Tepelerdeyim
Şehir ayaklarımın altında
Ve kokuyor şehir ayaklarımla
Lambalar yandı
Sotalar ve kuytular da
Ve aydınlığa tahammülü olmayan ne varsa…
“Sen mi devam ettin?” diye sordu içlerinden biri. “Evet, ben devam ettirdim,” diye yanıt verdi bir diğeri. “Devam ettirmek, zamanın başlangıcından beri süregelen bulaşıcı bir hastalıktır. Ve bu hastalık…” “Sus; kapa çeneni!” diye susturdu diğer bir diğeri. Giderek çoğalıyorlar ve susmak bilmiyorlardı.
Arada kalanlar ağrılar ve kesicileri, sessizlik eylem, eylem de sessizlik olmalıydı ta en başından beri…