“Son üç kat kaldı.”
Ustasının aldırış etmediğini görünce kalfa tekrarladı; “Kırkıncı kata üç kaldı usta.”
Karşıdaki gökdelenin camlarına bir başka gökdelenin gölgesi düşüyordu.
Molada en çok gökdelenleri seyretmeyi seviyordu; o zaman çocuklarının okul sezonunun yaklaştığını unutuyor, poşetindeki tütünden çıkarıp iki üç adet ardı ardına sarıyor, mola bitimine kadar içiyordu usta.
Her dinlendiğinde üzerine çöken ağırlığı daha çok hissediyordu. Yaşlanıyordu. Dinlenmek demek uzun uzun düşünmek demekti onun için. Bir türlü gelmeyen emekliliğini ve aldığı evin kredisini düşündüğünden aslında mola vermek demek aynı zamanda dert demekti.
“Bitince ne olacak? Başın göğe mi erecek! Katın birisi senin mi olacak.” dedi usta alaycı bir ses tonuyla. Uzun yıllar yanındaydı. Boş boş konuşmasa onu daha çok sevecekti kuşkusuz.
“Sence yine de maaşlarımızı vermezler mi usta?”
“Oğlum adı üstünde maaş. Biz parça başı mı çalışıyoruz?”
Zaman zaman kalfanın başka bir dilde konuştuğunu düşünüyordu.
“Bu kırk katta o kadar ev ve iş yeri var ki usta? Düşünsene hepsinin satıldığını. Satıldıkça ücretleri öder herhalde.”
İşte bir de bunun için sevmiyordu molaları, kalfasıyla girdiği her muhabbette başı ağrıyordu. Başını ağrıtıyordu. Konuşsa olmuyor, konuşmasa olmuyordu. Kırkıncı katın onu refaha kavuşturacağını sanıyordu.
Neredeyse patrona para toplayacaktı. Konuyu değiştirmese iyice delirecekti usta; “Annenden kalan tarla vardı, n’oldu?” ara ara konuştukları bu konuya dönmese, bu soruyu sormasa bir gün iyice kafayı yiyecek ve kalfasının bu konuşmaları yüzünden onu kattan aşağı atacak diye korkuyordu. Bazen cinnet hali üzerine konuyor, cinayet mahallini bile tasarladığı boşluğa kendini bırakası geliyordu.
“O melun büyük dayım veriyor mu ki? Küçüklerin bir şey dediği yok. Büyük dayıdan çekiniyorlar onlar da. Yıllardır eke eke kendisinin gibi sahiplendi. Rahmetli anam öbür tarafta yakasına yapışacak onun.”
“Mahkemeye versen mahkeme seni haklı çıkarır aslında.” Usta da biliyor kalfasının hakkını arayamayacağını ama yine de muhabbet başka yöne kaysın ve hep bu yönde dursun diye öylesine konuşuyordu.
“Orada mahkeme de dayım, kadı da dayım, şeyhülislam da dayım. Yezid verir mi? Ama bir verse usta bir verse.”
“Ne yaparsın?”
“Ne mi yaparım. Giderim valla be usta. Orada olduğu kadar yaşarız. Burada çalış çalış ortada bir şey yok.”
Bazen doğru laflar ettiğini de düşünüyordu usta. Saf, temiz olmasa bu oğlana bu kadar sahip çıkmazdı. Kalfaya söylemiyordu ama patronla konuşmayı düşünüyordu epeydir. Patronu yakalayamasa da yardımcısını bulup konuşacaktı. Sıkıntılarını anlatacaktı hem kendinin hem kalfasının.
“Usta, köye iki göz ev yaparsam sen de gelirsin di mi? Ağırlarım senle yengeyi.”
“Oğlum sen bir git hele. Sonrasına bakarız.”
Biten molanın ardından usta ve kalfa, mutfak, banyo dolaplarının kapaklarını vidalamaya devam ediyorlardı. Şimdiye kadar ellerinden kaç kapak, kaç vida geçip gidiyordu Kaç kat, kaç ev bitiyordu böyle böyle.
Muhtemelen otuz yedinci kat da bitecekti, otuz sekiz de. Nice molaların eşliğinde, nice öfke duyacak, nice intiharın eşiğinden dönecekti usta. Belki de kalfasının düşlediği gibi kırkıncı kat onları refaha çıkaracaktı. Düzensiz aldığı maaşlarla, düzenli ödenmesi gereken krediyi öyle ya da böyle bir şekilde bitirecek, kırkıncı kattan sonra kendisi de ev sahibi olacaktı.
Ara sıra, kalfası gibi memlekette toprağı olsa, küçük yeşil bir umudu olsa keşke, diye düşünüyordu. Ah kendisinin bir arazisi olsaydı! Satılacak kırk katı bekler miydi, patronu bekler miydi, biriken maaşların ödenmesini bekler miydi?
“Bayramda köye gittiğimde dayımla konuşsam mı usta ne dersin?”
“…”
“En son gittiğimde buralarda dairelerin kaça satıldığını soruyordu deyyus.”
“Senin gibi yeğenleri varsa sorar. Onun yerinde olsam ben de sorarım.” Kalfasının boş boş baktığını göründe devam etti usta, “Senin dayı ile bizim patron aynı soydan olsa gerek. Sende bir karışıklık olmuş.” Usta günün sonuna doğru ilk defa gülümsüyordu.
“Aslında ikisi de iyi be usta. İkisi de parayı çok seviyorlar hepsi bu.”
“Hadi toplan hadi!” diyerek eldivenlerini çıkarıyordu usta, bugün daha fazla sinirlenmeden üstünü değişse, yola koyulsa iyi olacaktı. Giyinirken bir yandan da “Hepsi bu, di imi, hepsi bu…” diye tekrarlıyor, kafasını iki yana sallayarak gülüyordu.