Şimdilerde Keşan’da yaşamakta olan şair Tuğrul Asi Balkar’la dostluğumuz, 1980’lerin başlarına uzanır. İkimiz de üniversite öğrencisiydik henüz. Asi, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde “uzatmalı” olarak okuyordu. 1987’de bitirip o yılın Kasım ayında doktorluğa başladı. 27 yaşındaki bu genç doktorun ilk görev yeri de Kars’ın Çakmak Köyü’ydü. Ankara’dayken sık sık buluşur, görüşürdük. Kars’a gidince ise mektuplarla sürdü buluşmalarımız. Mektuplarda edebiyat tutkumuza ilişkin ayrıntılar da vardı, günlük yaşamımızın ayrıntıları da…
Asi, şiirleriyle tanınan genç doktor, aynı zamanda öykü denemeleri de yapıyordu. Bu biraz da denemeydi onun için. Yazmak işte… Ne olursa olsun, yazmak…
1988 yılında Güneş Gazetesi’nin açtığı “Genç Sanatçılar Öykü Yarışması”na göndermiş “Sur Dibinde” adlı öyküsünü. Bana göre, bir düzyazı şiirdi o öykü. Ama o öykü diye adlandırmış ve yarışmaya göndermişti üstelik. İkincilik ödülünü almaz mı? Ödülse, elektronik daktilo. Mart başında, İstanbul’da ödülünü aldıktan sonra, Kars’a giderken Ankara’da bana da uğramıştı. Kars’a gidip de, ödülü olan elektronik daktiloyu açtığı ilk gün üç kişiye mektup yazdı o daktiloyla… Babasına, Muzaffer İlhan Erdost’a ve bana…
O güne kadar hep harflerin inci gibi dizildiği güzelim el yazısıyla kaleme alırdı mektuplarını… O gün, daktiloyla yazmıştı. 8 Mart 1988 tarihli o mektupta, Kars’tan Çakmak Köyü’ne ulaşmasının nasıl da zorlu bir serüven olduğunu anlatıyordu. Mektup, bir öyküydü işte…
İşte o mektup:
Sevgili Mahzun,
Seni gazetede aradım, fakat bulamadım. Anahtarı ne yapacağıma uzun bir süre karar veremedim. Sonunda, en sağlıklı çözüm, çalıştığın yere bırakmak gibi göründü ve öyle de yaptım. Perşembe akşam üzeri 5 te yola çıktım. Cuma akşam üzeri 5’e çeyrek kala Kars’a girdik. Yol sık sık ulaşıma kapandı. Kars’a varınca köyün yolunun kapandığını öğrendim. Şehirde, köyümüzde oturan, Suzuki şirketinin acentalığını yapan Kasım beyi buldum. Onun arazi vitesli kamyoneti var. Onunla birlikte köye gitmek üzere yola koyulduk. Ben ve Kasım beyin oğlu Birol kamyonetin arkasında battaniyelere sarılarak oturduk. Önde, torunları vardı. Gerçekten yol ulaşıla kapalıydı. Tipi vardı. Korkunç bir soğuk. İnsanı kavuruyor. Köye yaklaşık bir kilometre kala köyün minibüslerinden birinin yolun ağzını tutmuş olduğunu gördük. İki taşıt arasında otuzbeş metre ara vardı. Suzuki kamyonet, minibüsün yanından geçemezdi. Donmamak için, minibüse sığındık. Birol ve ben. Sonra, karsavuran geldi. Minibüsün olduğu yere kadar ilerledi ve minibüsü ardına alarak kente doğru yola koyuldu. Biz, Birol ve ben, bir de Hasan Asker isminde bir köylü ile köyün ilk girişinde bulunan bir eve yürüdük. İnsanların, tipide nasıl boğulduklarını merak ederdim, anlatırlardı, anladım. Kar yağmıyor. Rüzgar karı savuruyor. Her hangi bir cismin etrafını kuşatıyor. Küçük küçük zerrecikleriyle hiç hava alamaz duruma getiriyor. Neyse güç bela, o evde soluklandık. Oradan da, ocağa gitmek üzre yola düştük. Azizim, o beşyüz metrelik yol hiç ama hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Ellerim, kıpkırmızı oldu önce. Sonra morardı. Burnum, kulaklarım da öyle. Soluğum daraldı. Her tarafım sarılı olduğu halde. Ben, eşyalarımı Suzukide bırakmıştım. Anahtarları, çantamı bile. Önce Birollarda konakladık. Yemek yedik onunla. Sonra lojmana gittik. Köyde elektrikler de kesilmiş. Hiç kimseye sesimizi duyuramadık. Resmen kurtlara yem olacaktık, Birol’un elektrik feneri olmasaydı. O hinoğlu hin kurtlar adamın yirmi yirmibeş metre yanına sokuluyor, ruhu duymuyor insanın. Neyse, Birol, bu toprağın çocuğu. Onları kaçırttı. Doğal olarak, ben de altıma kaçırıyordum korkudan, ama eminim kaçırsaydım, o da donardı. Sonuçta o gece Birolların konuğu oldum. Ertesi gün, lojmana geçtim. Ha, söylemeyi unuttum. O karsavuran yirmibeş metre daha yolu açsaydı, köyün yolu tamamen açılırdı. Ama, yine kapanacağı için açmadı. Kasım bey, Suzukinin sahibi de torunlarıyla oradan geri döndü. Cumaretsi ve pazar yol kapalı olduğu için Kars’a inemedim. Eşyalarım, Kars’a geri döndüğü için apışıp kaldım. Tütünsüz kaldım. Pazartesi, Kars’a indim. Bir rastlantı sonucu, tıp uzmanlık sınavı formu temin ettim. Bu kez, ayın 11 ine dek iadeli taahhütlü gönderiniz zorunluluğu. Hayda, buyur burdan yak. Hemen göndersem, sekiz on günde gider. APS’den yararlanma olanağını tıkamışlar. Gel de gülme. Ben yarım saat güldüm. Sonra, köye döndüm. Formu doldurdum. Şöyle bir çözüm buldum. Buradan otobüse kargo vereceğim, oradan biri alacak ve elden teslim edecek. Bu mümkün. Sonra, Hasan Asker beyin Ankara’ya gideceğini öğrendim. O kitabevine götürecek, Recep’le (*) telefonla binbir güçlükle konuştum. O halledebileceğini söyledi. Ya da ben öyle anladım. Umarım, yanlış anlamamışımdır. Sahi, söylemeyi unuttum: –Zamparalıkçı! Müdür gülerek aynen böyle dedi. Ne demekse. İnsanın yemediği naneler için böyle nitelenmesi bence saçma. Galiba, bir şey çıkmayacak. Çıkarsa da, seni aramayı düşünüyorum. Doğal olarak, sizin telefon bağlanır ve bizim telefon onarılır ya da yollar açık olur ve ben Kars’a inip sana haber verebilirsem. Ne kadar kolay değil mi? Yazımakinemi, bugün açtım, Muzaffer ağabeye (**), babama ve sana yazıyorum. Bir unutkanlık daha, bir saat öncesine dek, elektrikler kesikti. Ama, içimde bir gülme tufanı var ki, sorma gitsin: zamparalıkçı. Ohh be. Keşke, öyle olsam, diyorum. Neyse. Sana daha yazacağım. Eğer, Cihan’ı (***) görürsen adresimi verebilir misin? Bana, yediği naneleri anlattığı yazılarını yayınladığı şeylerden gönderecekti de. Sen de, ne olur, beni habersiz bırakma.
Canım kardeşim, çalışmalarında başarılar ve sağlığının her zaman iyi ve esenlikte olmanı dilerim.
Asi,
İmza
8.3.1988, Çakmak Köyü
(*) Recep. Soyadını bilmiyorum. O yıllarda, İlhanilhan Kitabevi’nde çalışıyordu.
(**) Muzaffer İlhan Erdost.
(***) Cihan Oğuz.