“Bakmak her zaman deşifre etmektir: Gördüğüm şey nedir?” (1)
İnsanın süre giden hayatı içerisinde yer alan birçok olgu, ilişkili olduğu edimler ile bir arada düşünüldüğünde bağlamsal bir bütünlükten söz edilebilir. Bu bağlamsallığın karşılığı, tikel anlamda, bireyin varlık hali, yani varoluşudur. Varoluş, ben’in kurucu bir edimi olarak tanımlanabilir. Herhangi bir edim ise içinde bulunulan bir durumdan, olunması istenilen diğer bir duruma geçişi işaret edecektir. Böylesi bir geçişin olgusal ve devingen olacağı ortadadır. Doğum ile dünyaya “atılan” insan yavrusu ilk andan itibaren bir şeyler istemeye, yani varolmaya, varlığını ve isteklerini gerçekleştirmeye çalışır. İlk isteklerin hayatın sürdürümüne yönelik oluşu, bebeğin kendi kendine yeterli olamaması nedeniyle bir başka insana ihtiyaç duyması vb. olgular bir an sonra farklılaşır ve birey kendi öznelliği içerisinde isteklerini gerçekleştirir. İstemek ve isteklerini gerçekleştirmek olgusallığın başlatıcı ivmesini sağlarken, istencin özgürlüğü ve bir tasarım olarak varoluş açımlanması gereken öğelerdir. Öznenin bütün yapıp etmelerinin, isteklerinin, edimlerinin ve dünyadaki olgusallığının sonucu sayılabilecek varoluşu, ben’in kendine dair tasarımının somut karşılığı olarak değerlendirilmelidir. Olgusallık içerisinde gerçekleştirilen bu tasarımın birçok oluşturucu öğesi vardır. Ancak kimi öğelerin/edimlerin kurucu ve yapılandırıcı niteliği vurgulanmalıdır. Bize göre, bu anlamda anılması gereken “görmek, algılamak ve anlamlandırmak” edimleri majör niteliğe sahiptir. Anılan edimlerin birbiri ile olan ilişkileri, ben’in varlık tasarımına yönelik etkileri geçişimli ve etkileşimli özellikler gösterecektir. Her edimin tek tek irdelenmesi ve diğer edimler ile olan ilgisinin belirlenmesi öznenin varoluşunu algılayabilmek için gereklidir. Bir başka şekilde söylersek, ben’in varoluşu görme, algılama ve anlamlandırma edimlerinin ilişkisellikleri ve işleyişi üzerinden irdelenebilir. Böylesi bir irdeleme, görme ve görmenin kültürel türevleri üzerine yapılandırılan günümüz dünyasını algılayabilmek, anlamlandırabilmek açısından da zorunludur.
Görme edimi, organik bir varlık olan insanın temel edimlerindendir. Görme duyusu, işitme ve dokunma duyularıyla birlikte, bilince kavram ve düşünce üretmek için algısal gereçler sağlar. Dolayısıyla görme ediminin algılama edimi ile bir arada değerlendirilmesi gerekir. Görme ile algılama edimleri arasındaki ilişki ben’in kendiliği ve kendi dışındaki dünyayla olan ilişkisi açısından da kurucu nitelik taşıyacaktır. Bu süreçselliğe eklenmesi gereken diğer olgu ise anlamlandırma edimidir. Görme edimi ile başlayan ve algılama sonrasında ulaşılacak yargı ile sonuçlanan süreç, eş deyişle algılamanın anlamının kurulması olarak da değerlendirilebilir. Bir başka şeklide söylersek, görme edimi ile kendi dışındaki şeyler dünyasına açılan ve bu dünyada, bedeni ile olgusallık içerisinde algısal deneyimini gerçekleştiren, algı içeriklerine dair yargılarını oluşturan ben, kendiliğini ve varoluşunu yapılandırmış olacaktır. Şimdi bu sürecin nasıl gerçekleştirildiğini irdeleyelim:
Görme edimi ve duyusunun bilince sağladığı algısal gereçler, ben’in anlamlandırma pratiği açısından son derece önemli olup üzerinde durulması gereken ilk olgu, ben’i şeylere açan veya şeyleri ben’e ulaştıran görme ediminin kendisidir. Görmenin ne olduğu, görmek ediminin nasıl gerçekleştirildiği açımlanmalıdır. Düz anlamıyla görme; görme duyusunun aracılığıyla, beynin görme merkezine ulaştırılan görünün, çağrışımların da eklenmesiyle bilince aktarılmasıdır. Fizik optik bir düzenek içerisinde iki gözden ayrı planlar olarak beynin görme merkezine ulaşan görü, ansal bir işlemle birleştirilir; çağrışımlar eklenerek bilince aktarılır ve görme gerçekleşir. Basit anlamıyla bu şekilde tanımlanabilen görme edimi irdelendiğinde ilginç sonuçlara ulaşılacaktır. Bu anlamda vurgulanması gereken birincil nitelik her görme ediminin bir görememeyi de içereceği gerçeğidir. İlk anda çelişik görünen bu yargı, bir an düşünüldüğünde açıklık kazanacaktır. Antikçağ düşünürlerinden günümüze ulaşan en önemli savlardan birisi “her şey kendi karşıtını içerir” önermesidir. Bu durum, edimselliğe ilişkin kökensel bir yargı olurken, bir yadsımayı ya da olumsuzlamayı içerir. Bir şeyin güzel olması çirkin olmasının reddi, yadsınmasıdır. Yani güzel olan çirkini olumsuzlayacaktır. Eş deyişle, görme edimi de görülene göre, görülmeyeni olumsuzlar. Bir şey görülüyor ise görülmediği yadsınacaktır. Ancak bu kesinliğin algılama edimi ve algılamayı gerçekleştiren bedenli özne göz önüne alındığında bir “kanı”ya dönüşeceği söylenebilir. Çünkü beden, şeylere belirli bir açısallıkla yönelecek, bakışım ve görme edimi bu açısallık içerisinde gerçekleştirilecektir. Bakışımın görülecek şeye ulaştığı açısallık, bu açısallığın dışındaki konumlar göz önüne alındığında bir görememe durumunun da imleyenidir. Bir başka şekilde söylersek, açısallığın niceliksel olarak sonsuza evrilmesi, belirli bir açıdan şeylere ulaşan öznenin görme edimindeki görülemeyen olgusunu açımlar. Öznenin bedenli varoluşu, bedenin devingenliğine bağlı açısal konumu zorunlu kıldığından bu görülemeyenden kurtulmak olası değildir. Çünkü görme, nesneden veya görme ediminin içeriğinden bağımsız bir olgu olarak düşünülemez. Dolayısıyla nesnenin açısallığa bağlı görünürlüğünün dışında kalan yüzleri görülemeyeni imler. Bu durum, algısal inancın bir kanı olmasına, şeylerin görülemeyen yüzleri nedeniyle belirsizlikler içermesine neden olur. Görülenin buradalığına, algının kesinliğine rağmen, görülemeyenin gizilliğinin yarattığı belirsizlik ben’in algısal deneyimi içerisinde konumlandırılmalıdır.
Görülemeyenin görme edimine eklenmesi, her şeyin kendi karşıtını içereceğine dair diyalektik önermenin geçerliliğine bir vurgu olurken, öznenin nesne ile kuracağı ilişkiyi de temellendirecektir. Bu anlamda “görme” ediminin bir “temellendirme” edimi olduğu, ben’i kendi dışına, şeyler dünyasına ve şeyleri de ben’e açtığı söylenmelidir. Ayrıca görülene yönelmiş bakışımın bir süreç olarak nitelendirilmesi gerekir. Bakışımın, görme ediminin ve sonrasındaki algısal deneyimin zamansallık ve mekansallık içerisinde gerçekleştiği, dolayısıyla hem bu deneyimin hem de deneyimi gerçekleştiren öznenin kültürel bir bağlamda değerlendirilmesi zorunludur. Bu durumda cogito, yönelmişlikler içerisinde oluşan kültürel bir varlık olarak tanımlanabilir. Cogito’nun kültürel bir varlık olarak ele alınması, bilincin dış dünyadan ayrı, bağımsız bir cevher olarak düşünülemeyeceğini belirler. Öznenin kendi üzerine dönerek bulabileceği bir töz olmayan cogito, ben’in yönelimleri ile oluşmuş kültürel bir varlıktır. Bu tanım fenomenolojik bir yaklaşımdır ve Descartes’in bilinci dış dünyadan yalıtan idealist yaklaşımından kuramsal olarak uzaklaşılmasına neden olurken, Maurice Merleau-Ponty’in görme, algı ve bedenli öznenin dünyadaki olgusallığını temel alan önermelerine ulaşılmasını sağlayacaktır. Daha önce değindiğimiz birçok olgunun Merleau-Ponty felsefesi içerisinde karşılıkları vardır ve bu değiniler, düşünürün önermeleri göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Merleau-Ponty, fenomenolojiyi varlığın bilince erişini araştıran ve bunu verili bir şey olarak kabul etmemesi gereken bir disiplin olarak ele aldığından, Descartes’in idealizmi karşısında konumlanmıştır. Özellikle cogito yaklaşımındaki fark, bu metinde ileri sürdüğümüz savları temellendirme açısından işlevseldir. Fenomenolojinin “yönelmişlik” vurgusu ve cogito’nun öznenin yönelimleri sonucunda oluşan kültürel bir varlık olarak tanımlanması, öznenin de kültürel bir sonuç ya da projeksiyon olduğunu gösterir. Bir başka şekilde söylersek, ben’in görme deneyimi, bedenli varoluşu, algısal yaşantısı zamansal ve mekansal nitelikler göz önüne alındığında kültürel bir bağlam oluşturacak, bütün bu edimleri gerçekleştirerek varolan öznenin de kültürel bir sonuç olduğu söylenebilecektir. Öznenin varlığının kültürel niteliğine dair bu vurgu, Merleau-Ponty ile Lacan’ı bir arada düşünmemizi gerektirir. Merleau-Ponty’in önermeleri bilinci varoluşa ekleyip, özneyi dünyadaki etkinliği ve olgusallığı içerisinde kurarken, bedenli öznenin bir tür projeksiyon oluşu ve dışa yönelmişliği ile içinde yaşadığı dünyayı var ettiği, yani doğal dünyayı dönüştürerek kültürel bir dünya yarattığı söylenebilecektir. Bu yaratılmış, kültürel dünya Lacan’ın tanımladığı, dil ile tanışan öznenin parçalanmışlığı içerisinde varolacağı “Simgesel” bağlama karşılık gelir. Hümanizmanın yekpare, bütünlüklü özne anlayışının bu tanımlama ile ortadan kalkışı, doğal dünyanın öznenin olgusallığı sonucunda kültürel bir dünyaya dönüşmesi, dil ile girilen zorunlu ilişkinin öznenin tekbenciliğini yitirerek parçalanması sonucunu doğurması, kültürel niteliğin öznenin varlık kipi, varoluşu açısından dikkatle irdelenmesi gereken bir olgu olduğunu gösterir.
Görme ediminin varoluşu temellendiren kurucu bir öğe oluşu, Merleau-Ponty’in görme, algı, bedenli öznenin dünyadaki etkinliğine dair önermeleri ve Lacan’ın tanımladığı, parçalanmışlığı esas olan kültürel özne yaklaşımı bir arada düşünüldüğünde, sorgulanması gereken biricik olgunun görme ediminin kültürel bağlam ile olan ilişkisi olduğu söylenebilir. Böylesi bir yönseme ise görme edimi ile kültür arasındaki ilgiyi kuracak bir tanımlamaya gereksinim duyacaktır. Bu tanımlama “Görme Kültürü” olsa gerektir.
Kültürel herhangi bir öğenin irdelenmesi, kültürü oluşturan birçok olgunun bir arada düşünülmesini gerektiren karmaşık bir işlemdir. Dolayısıyla “Görme Kültürü” tanımlamasının oluşturucu öğelerinin çokluğu, bu tanımlamanın kullanılacağı her alanda çok değişkenli yaklaşımların esas alınmasını gerektirir. Özellikle günümüz dünyasında görmeye ilişkin her türlü öğenin kültürel bir araç haline getirilmesi ya da kültürel birçok olgunun görme edimiyle ilişkilendirilmiş olması; ideolojiden estetiğe, aşktan cinsel hazza kadar birçok yaşamsal olgunun “görme” üzerinden kurgulanmasını, pazarlanmasını sağlamaktadır. Görme ediminin birincil dereceden türevleri olan görüntü, görsellik vb. kavramlarında Görme Kültürü’nün oluşturucu öğeleri olduğu söylenmelidir. Sayısal teknolojinin, bilgisayar ve internet kullanımının yaygınlaşması, deyim yerindeyse, hayata dair her şeyi görme ve görsellik temelli bir eksene oturtmuştur. Sanallık, gerçekliğin yerine ikame edilirken aşk ve cinsellik gibi insani öznelere mutlaka gereksinim duyulması gereken olgular bile “sanallaşmış”, kıtalararası aşklar, cinsellikler sanal olarak yaşanmaya başlanmıştır. Görmenin ve görsel kılınan her şeyin “sanmak” ediminden türetilmiş “sanal” sözcüğü ile nitelendirilmesi bu anlamda ilgi çekicidir. İnsanlar, sanal olarak yaşadıklarını varsaydıkları şeyleri aslında saltık olarak da “sanmaktadırlar.” Sanal dünya, gerçek dünyanın yerine geçirilirken öznenin konumu, varlığı da tartışmalı bir hal almış, hatta post-modern kuramsal yönsemelerle bireyin, tarihin, anlamın vs. bittiği ileri sürülmüş, iletişim ve enformasyon araçlarını elinde bulunduran çokuluslu medya şirketlerince bu tek yönlü kuramsal, görsel, ideolojik, politik vb. niteliklere sahip manipülasyon etkinliği yoğunlaştırılarak gerçekleştirilmiştir. Savaş meydanlarında yaşananlar canlı yayınlar ile dünyanın her yerine anında ulaştırılmıştır. Sanal dünyanın verdiği olanaklarla her şey pazarlanmaya başlanmış, özellikle pornografinin ticari etkinliği alabildiğine artmıştır. İnternet üzerinden kıtalararası “siparişler” verilmiş, pornografi sektörünün sunduğu “haz” olanakları sonsuzlaşmıştır. Arzunun nedeni ve nesnesi olan “ötekinin” bizden ne beklediğinin, isteğinin ne olduğunun bilinememesinden kaynaklanan Lacan’cıl “kaygı” sanal dünya ile ortadan kalkmıştır. Sanal dünya arzuyu kendisine yöneltmiş, kendisinden başlayan ve kendisine kapanan döngüsellik içerisinde ben’in etkileşime gireceği “öteki”yi de sanallaştırmıştır. Ötekinin ve arzunun nesnesinin sanallaşması ile hazzın önündeki engeller yok edilmiş, son kertede daha çok hazdan/tüketimden başka bir hedefte kalmamıştır. Görme edimi, görüntü ve görsellik yaratıcıları tarafından belirlenebilen, kodlanabilen ve klonlanabilen bir pratiğe dönüşmüş, bu pratiğin özünde de sonsuz haz/sonsuz tüketim çizgiselliği içerisinde daha çok artı değer oluşturmadan, uluslararası sermayenin birikimini artırmadan başka bir kaygı kalmamıştır. Merleau-Ponty’in görme, algılama ve bedenli öznenin dünyadaki etkinliğine dair önermeleri pazarlama stratejistleri tarafından, ürünün yöneldiği hedef kitlenin niteliğine göre önceden belirlenebilen “marketing” öğelere dönüştürülmüştür. Ben’in kendiliğini, varoluşunu temellendiren kurucu bir öğe olarak nitelendirdiğimiz görme edimi ve bu edimle etkileşim içerisinde gelişen algısal deneyimi, anlamlandırma pratiği bile belirlenebilmekte, kodlanabilmektedir. Gerçeğin tükendiği yerde “hipergerçek”, anlamın ve öznenin bittiği anda kodlanmış verili anlamlar, öznellik kalıpları, esasın yerine suretlerin, taklitlerin vb. ikame edildiği simülasyonlar dünyasında her şey, ama her şey bir görüntüye, canlandırmaya, varsanıya dönüştürülebilmektedir. İşte, Görme Kültürü, “böylesi bir dünya” içerisinde varolmaya çalışan ben’in görme edimine, algılama ve anlamlandırma deneyime içkin her şeyi içeren kültürel bağlamın tanımı olarak kabul edilmelidir. Ben’in varoluşunu temellendiren kurucu öğenin “görme” oluşu, buraya kadar savladığımız önermelerdeki içeriğin görme edimi üzerinden ifadelendirilmesi, Görme Kültürü’nün ve bu kültürü oluşturan her öğenin varlıksal önemini daha da artırmaktadır. Ancak bir açmazla karşı karşıya kalındığı savlanabilir:
Görme ediminin, algısal deneyimin ve anlamlandırma pratiğinin belirlenebildiğini, subliminal mesajlar ve nöromarketing bilimcileri tarafından kodlanabildiğini savladığımız bir dünyada, ben’in varlığını gerçekleştirmek, varoluşunun kipini yaratabilmek için yapabileceği ne olabilir ki?
Bu sorunun olası yanıtlarının her ben için farklılaşabileceği düşünülebilir. Belki de bir yanıtın olamayacağı söylenebilir. Ama biz, böyle düşünmüyoruz. Görme, algılama, anlamlandırma ve var olma çabası içerisindeki her ben’in, yaratılan bütün manipülasyonlara rağmen sorması gereken temel soru ya da sorular olabileceğine inanıyoruz. Son derece “basit” ve geçerliliği insanlık tarihi boyunca her zaman doğrulanmış “ Niye, Neden, Nasıl ” soru imlerinin, yaşadığımız bu çağ içinde açımlayıcı, irdeleyici olacağını savlıyoruz. Herhangi bir görme ediminin içeriğini oluşturan herhangi bir şeyin karşısında, sunulan görüntünün “ne” olduğunu sormak, görünenin ardındakini merak etmek ve “gösterilenin” neliği üzerine düşünmek olası yanıtları kendiliğinden üretebilecek güce sahiptir. Görme, görsellik, görsel sanatlar üzerine oluşturduğumuz önceki metinlerimizde de kullandığımız ve bu metnin girişinde alıntıladığımız, son derece işlevsel ve kışkırtıcı tümceyi anımsayıp, o tümce içerisindeki soruyu, bir kez daha ve yüksek sesle sorarak sözlerimizi bitirmek istiyoruz. Belki de günümüz dünyasını, hayatını ve üretilen her türde, tarzdaki sanat yapıtını, her türlü görüntüyü, görselliği, gösteren-gösterilen ikiliğini, görme deneyiminin neliğini vs. algılayabilmek, anlamlandırabilmek için sorulması gereken başat soru budur. Evet, bir kez daha, hep birlikte sormalıyız:
Gördüğüm(üz) şey nedir?
1) Richard Leppert, Sanatta Anlamın Görüntüsü(İmgelerin Toplumsal İşlevi),s.222, İngilizce’den Çeviren: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, 1.Basım, İstanbul,2002