Çeviri: Bilge Demir
“Şairlerin ölümü, dünyayı saran karanlık tonda bir çınlama neşrediyor. Onlar her bir insanda en tuhafa, en kıymetliye, huzur bozana ve ötesine uzanırlar; tüm zamanların kutsal olanlarına. Onlar vücutlarıyla gömülmekle kalmazlar, bizi sallayıp kafamızı karıştırır, yaşamı uyandırırlar; dilleri evrenseldir; Ingrid Jonker’da bunlardan biridir.”
Böyle yazdı; “A Crown of Wild Olive (1966)” kitabında Jack Cope!
Siyah Kelebekler, iyi eleştiriler almış, Güney Afrika şairi Ingrid Jonker’ın karmaşık bir sinematik portresiydi. 24 Mayıs 1994’deki Yeni Güney Afrika Parlamentosu’ndaki ilk konuşmasında, Nelson Mandela, Jonker’ın şiirlerinden “Die Kind Wat Doodgeskiet Is deur Soldate by Nyanga’yı; Nyanga’da Askerler’in Vurduğu Çocuk” okurken, Jonker, Güney Afrikalıların zihninde dirilmişti.
Nelson ona “Belirli bir tecrübenin ötesine geçen ve Güney Afrika, Afrika ve dünya vatandaşı olan Afrikaner bir kadın” diyordu.
Mandela şunları söyledi: “O hem bir şair hem de bir Güney Afrikalı’ydı. Hem Afrikaner, hem de Afrikalı’ydı; hem sanatçı hem de insan. Umutsuzluğun ortasında, umudunu kutladı. Ölümle karşı karşıya kalırken, hayatın güzelliğini öne sürdü.”
Siyah Kelebekler, Jonker’ı karmaşık, muhalif ve başkaldıran bir şair olarak gösteren bir film.
Jonker’ın Cope ile yaşadığı fırtınalı aşk ilişkisinde, babasıyla olan sorunlu ilişkisine ve şiiriyle kendini ifade etme ihtiyacı üzerine yoğunlaşarak, hayatına olağanüstü bir bakış sağlıyor.
Kendine Özgü, Kişisel ve Benzersiz
Film, Hollandalı yapımcı Arry Voorsmit’in zihninde ilk defa, Jonker’ın şiirini okuyan Mandela’nın görüntüsü ile kesiştiğinde filizlenmeye başladı. Voorsmit, Jonker için, “Ne kadar özel, ne kadar önemli, kendine has, bireysel ve benzersiz olduğunu fark etmeye başladım.” dedi.
Filmin tamamlanıp ekranlara ulaşması sekiz yıl aldı.
Senaryo, “2003’te Voorsmit tarafından ziyaret edildim.” diyen başarılı Güney Afrikalı senarist Greg Latter tarafından yazıldı.
“Pek çok İngilizce konuşan Güney Afrikalı gibi, Jonker’ı yalnızca demokratik olarak seçilen ilk Parlamento’nun açılışında Mandela’nın okuduğu şiir aracılığıyla biliyordum. Fakat onu araştırmaya başladığımda ve eserlerini okuduğumda kendimi tamamen kaptırdım. Cüretkâr, gözü pek ve düşüncelerinde tavizsiz bir taraf vardı, daha derin kazmak istedim.”
1965’de Jonker’ın ölümünün ardından mahkeme hakimi Ingrid Jonker’ın telif hakkını ve edebi mülkünü Cope’a teslim etti; Jonker’in yayınları şimdi Grahamstown’daki Ulusal İngiliz Edebiyat Müzesi’nde.
Latter, Cope’un günlüklerinden ilham buldu ve müzedeki araştırmasını şöyle anlattı: “Oraya gittim ve eldivenli birisi bana Cope’un günlüklerini getirirken küçük, küçücük bir odada oturdum. Günde bir sayfa yazan Jack gibiydim. Ingrid için en içten duygularını orada okudum. Ingrid hakkında, bundan daha iyi bir fikir sahibi olamazdım. Ingrid Jonker’ın inanılmaz derecede karışık, vahşi ruhuna, tam erişim imkânı vermişti bana.”
İlk yıllarda her şey çok romantikti ve Cope ona “benim tatlı turtam!” diyordu; bir süre sonra da “cehennem”.
Cope, onunla beraber korkunç vakitler geçirirdi; çünkü Ingrid, birlikte olması çok zor bir insandı ve Cope, Jonker olmadan var olamayacağını biliyordu.
Latter, senaryonun bu anlayış olmadan yazılmasının mümkün olmadığına inanıyordu.
Hippilerden Önceki Hippi
“Hiç şüphe yok ki Ingrid biraz deliydi, bazen de yıkıcıydı, ama o dünyanın en tatlı, en tapılası insanıydı. Jack’in kalbi birçok kez onun tarafından kırıldı ve yine onun tarafından iyileştirildi. Klinik olarak, sanırım manik depresifti, ama onunki gibi bir baba ile, Milliyetçi bir milletvekili ve sansür kurulunun başı olan Abraham Jonker ile bu hiç de sürpriz değildi. Buna ilaveten Jonker içmeyi ve tüttürmeyi severdi. Yalınayak yürümek de onun için önemliydi. Güney Afrika’da hippiler olmadan önce o bir hippiydi.”
Cope’un günlüklerinin ve Jonker’ın şiirinin yanı sıra Latter, ek bilgiler için belgesellere ve kitaplara başvurdu. Cope’un günlükleri Jonker’ın içine bakmak için birçok şey sağlıyor, ayrıca Cope’un oğlu Michael Cope da, çocukluğundan Jonker’ın varlığına dair bir şeyler hatırlıyordu. Michael, Jonker’in ne zaman çevresel olarak düzgün bir yere girse, oradan ayrıldığında ardında bir kaos -fiziksel, duygusal, manevi- bıraktığını söylüyordu.
Filmin en zor tarafı, şairin iç sesini hayata geçirmekti.
Latter, şiiri filme taşımanın asla kolay bir şey olmadığını biliyordu: “Öyle, çünkü birinin ‘iç sesi’ ile ilgili çok şey var. Şiirin, okunan ya da konuşulan bir şey değil, görsel bir mevcudiyet olarak ekranda görünmesi için çeşitli anlatı tekniklerini bulmak zorundaydık. En sonunda, benim yaklaşımım Ingrid karakterini kendi içinde bir şiir yapmak oldu. Bu benim mantramdı.”
Savaş destanı Black Book’taki performansıyla eleştirmenlerce beğenilen Carice Van Houten ile Jonker’ı oynamak üzere anlaşıldı. Van Houten, 31. Hollanda Film Festivali’nde Jonker rolü için Altın Buzağı ödülü kazandı.
Oscar’a aday gösterilen yönetmen Paula van der Oest ekibe katıdığında, filmin başlığı Jonker’ın ödüllü 1963 şiir koleksiyonunun başlığı olan Smoke ve Ochre’den (Rook en Oker) Siyah Kelebekler’e dönüştürüldü.
Hem Latter hem de Van der Oest, hikaye basit bir zeminde kurulmuş olsa da, katı bir tavır sergiliyorlardı; bu Jonker’ın hayatıydı ve onun karmaşıklığı hikayenin anahtarıydı.
İntihar ve Deniz
Jonker’in kalkanı, maskesi ya da savunması yoktu. Bu vahşi dürüstlük insanlara ya itici ya da gerçekten dinç olduğunu düşündürüyor, erkekler ona şaşırıyordu. Aynı zamanda da güzeldi ve bikini içinde harika görünüyordu. Bedeni ve hisleri konusunda utangaçlığı yoktu.
Latter, Van der Oest ile Hollanda’da, Knysna’daki evinde hikayeyi tartışmak için buluştu.
“Paula ve ben büyük ölçüde senaryo üzerinde çalıştık. Sahil ve plajın Ingrid’in hayatında önemli bir yeri olduğu için ben sahilde buluşmamız konusunda ısrarcıydım. Kelebekler gibi, deniz ve su da değişmez metaforlardı. Denizi tekrar eden bir görüntü yaptım, sanki deniz onu bekliyormuş gibi. Jonker en sonunda denize girerek intihar etti.”
Latter, büyük sanatçıların bir şekilde işkence gördüğüne inanmaktadır; “Dünyanın çok da mutlu bir yer olmadığını dikkate almadan, kendilerinin samimiyetle, tamamen samimiyetle duyumsanmasına izin verirlerken…”
KAYNAK: https://mg.co.za/article/2011-10-21-portrait-of-poetry-and-passion