“Bu saatten sonra kondüktör gelmez, ikinci uykusuna dalmıştır bile.” Dilini dişlerinin arasında gezdirerek konuşan, ne dediği tam anlaşılmayan bu kızıl sakallıyı sevmemiştim. Pos bıyıklarının uçları nikotin sarısıydı. Kürek gibi elleri vardı, kâğıtlar avucunun içinde kayboluyordu.
Ne zaman oynamayı düşünüyorsun, dedi, zayıf olanı. Başındaki şapka boldu. Eğreti durduğunun farkında bile değildi. Avurtları damağına yapışmıştı neredeyse. Sıra tekrar bana gelmişti. Elimde zor tuttuğum kâğıtlardan gözüme ilk çarpanını attım. Oyunun amacı neydi, nasıl puan alınır, nasıl kazanılır, bilmiyordum.
Neredeyse cüce denilecek kadar kısa olanı, kapının yanında oturuyordu. Ayağı yere değmiyordu. İlk o görmüştü beni. Kafayı uzatıp yer var mı diye sorduğumda, gel gel var, diyerek büyük bir iştahla beni karşılamıştı. Kollarında, boynunda her yerinde bıçak izi vardı. Çizik çizikti.
Alabildiğine karanlıktı dışarısı. Tren, gecenin ayazını yara yara öyle bir gidiyordu ki ağaçlardaki kuşların uykusu bölünüyordu. Tünele girince sessizliği sakallının berbat sesi bozuyor, âdeta kulağımı tırmalıyordu, ‘Elleriniz oynamasın!’ O an çıt çıkmıyor, isli karanlığın bitmesini bekliyorduk.Cebimdeki yüklü miktardaki para tomarı rahatsız ediyor, ikide bir pantolonumu aşağı yukarı çekiştiriyordum.
Gözüm sürekli kapıdaydı. Arkamdan birilerinin gelip gelmediğine bakıp duruyordum. Kimse gelmese bile bilet kontrolüne gelecek birileri mutlaka olacaktı. Biletim de yoktu.
“Dışarı soğuk muydu?” dedi, kâğıtları dağıtan, “Ellerin hâlâ buz gibi.” Kâğıdı uzatırken ellerimiz ister istemez birbirine değiyordu. Yetişmek için koştuğumdan bırak soğuk olmayı, terlemiştim bile. Ellerim ve burnum hep soğuktur diyecektim, vazgeçtim. Kâğıtları yanıma bırakıp burnumu iki avucumun ortasına aldım. İçerisi de çok sıcak sayılmazdı. Muhtemelen trenin kaloriferleri yanmıyordu. Ayrıca oturanların mimik ve tavırları ortamı fazlasıyla soğutuyordu. Sakallı, küçük masanın altından kola şişesi ve karton bardak çıkardı. Sallantıdan etkilenmeyerek karton bardağı yarısına kadar doldurdu, bana uzattı. “Al”, dedi, ısınırsın. Kabul etmek istemedim. Kola ile ısınılacağını düşünmüyordum. Tarzı bir ricadan öteydi. “Al oğlum!” diye ısrarcı oldu. Uzandım aldım, burnuma yaklaştırdığım bardağı uzun süre inceledim, kokladım. “Bir içişte kafaya dik.” dedi sakallı. “Tadı öyle çıkar bunun.” Dediğini zorla yaptırmak istiyordu. Çok berbattı. Zehir gibi bir şeydi. Karşımda gülen kısaya, “Gülme de oyna.” dedi. Gülünce kahverengi dişleri ortaya çıkıyor, iyice çirkinleşiyordu.
Bu kadar antrenman yeter diyerek, cebinden çıkardığı yirmiliği masada bulunan oyun kâğıtlarının altına sıkıştırdı. Sakallı, oyunu yeterince öğrendiğimi düşünüyordu. Diğerleri de arkasından aynı hareketi tekrarladılar. Param yok, demenin onlara inandırıcı gelmeyeceğini düşündüm. Dikkatleri daha çok üzerime çekerdi. Hem daha epey buralıydım. Elimi cebime atıp tomardan yakaladığım ilk kağıt parayı çıkardım. Bir ellilikti. Sakallı ani bir hareketle elliliği aldı. N’oluyor dememe kalmadan o da cebinden çıkardığı eski, buruşmuş paralarla üzerini geri verdi. Parayı görünce sakallının yüzündeki o sert ifade gidivermişti; “Hangi istasyonda ineceksin delikanlı?”
Trenin ne tarafa yol aldığına dair en ufak bilgim yoktu. Koşarak geldiğim istasyonda bekleyen trene zor yetişmiş, son saniyede binmiştim. Üç gecedir yaptığım tatbikatın zamanlamasına göre 3 dakika geç kalmıştım. Oysa Lagos’un çadırından istasyona 22 dakikada koşuyordum. Lagos’un çadırında sakladığı yerden kasasını çıkarmam, şifresini girmem, tüm hasılatı o çadırın içerisinden çıkarmam 7 dakika sürüyordu.
Tren doluydu. Yer bulabildiğim tek kompartıman buraydı. Karşımda bu üç adam. Mahşerin üç atlısı. Kardeş mi, değil mi bilmiyorum ama tam Daltonlar. Biri eksik olsa da.
Biraz bekledikten sonra “Sarıambar’a”, dedim. Sarıambar’a…
“Sarıambar, çok güzel bir yer. Adı gibi değil, yemyeşil.” Sakallı bu sözleriyle gittikçe Lagos’a benziyordu sanki. Sahte ve adi. Diğerleri de kafalarını sallayarak güzel yer, güzel yer deyip onayladılar. “Memleketin mi?” diye sorunca, bu soruların artacağını, işin büyüyeceğini düşündüm. “Yok”, dedim. “Dayımlar var.” Bir yer adı veya birilerini sorarlarsa oraya sonradan yerleştiklerini söylemeyi de kafamın bir kenarına not aldım. Oynayacağı kağıdı masa üstüne atarken, “Güzel yer güzel, hele de bu mevsimde.” diye devam etti.
İlk iki el şansım yaver gitti. Kazandım. Tepki vermediler. Sürekli zayıf dağıtıyordu. Kol hareketlerinden ceketi oynayınca pantolonun ön tarafına sıkıştırdığı tabancayı görüyordum. Bir tek kısa olanı konuşuyor, o da koyayım böyle kâğıtlara, deyip küfürler savuruyordu. Sakallı oyunu büyük bir ciddiyetle oynuyor, sıra kendisine gelene kadar ara ara camdan yansıyan görüntüsüne bakıyor, kızıl sakalını sıvazlıyordu.
Zayıf, başından düşmek üzere olan şapkasını düzeltip kâğıtları ilginç bir şekilde karıyordu; ikiye ayırdığı kâğıt destesini özenle birbirinin içine yerleştiriyor, dışta kalan kâğıdın tepesine tepesine avucunun ortasıyla vuruyordu. Kâğıt karma hareketi içimdeki şiddet duygularını hatırlatıyordu. Ben de ikisinin -Lagos’la karımın- beynini bilardo sopasıyla dağıtmak istiyordum. Karım. Benim güzel oruspum. Muhtemelen bir zenginle kaçacaktı ve bir gün beni bırakacaktı. O güzelliğiyle avuçlarımdan bir ipek gibi kayıp gidecekti zaten. Lagos’un çadırı yerine hiç tanımadığım uzak diyardaki bir zenginin villasına girseydi. Sevişselerdi benden habersiz. Görmeseydim. Burnumun dibinde hem de salak yerine konarak Lagos’la kol kola…
Sakallının dediği gibi kondüktörün geleceği yoktu. Perdenin aralığından koridora bakmayı bırakmıştım. Nerede çalıştığımı sordu, sararmış bıyıklarını ısırmaya çalışarak. “Lunaparkta.” dedim. Ne iş yaptığımı anlatmaya çalışırken yanımdaki kasketli uyardı; “Hadi oynamayacak mısın?” Boş yere uzattığımı anladım ve oyuna döndüm. Lunaparklardan çok sigara kazandım dedi, kısa olanı. Eskiden halka attırıyorlardı, üç halka. Halkalar yuvarlana yuvarlana gidip sigarayı içine alırsa, o paket senin oluyor… Bitirmesine fırsat vermeden, “Boş boş konuşma!” dedi sakallı, yine aynı ciddiyetle.
Zayıf, “İstasyona yaklaşıyoruz.” dediğinde, kaçıncı eli oynadığımızın farkında değildim. Farkında olduğum tek şey cebimdeki paranın suyunu çekmek üzere olduğuydu. Bir iki kez oyundan çekilme isteğime olumsuz yanıt aldığımdan, devam etmek zorunda kalmıştım. Tuvalet için kalktığımda bile sakallının talimatıyla kısa olanı bana eşlik etmiş, beraber dönmüştük kompartımana. Çok fena bir şekilde beni aralarına almışlardı. Evet oyuna gelmiştim. Kondüktörün hiç uğramamasına ne demeliydi? Saat epey ilerlemiş, hangi güzergâhta salınıp gittiğini bilmediğim trenin içerisinde neredeyse beş parasız kalmıştım.
İlk, sakallı toparlanıp doğruldu. “Biz burada iniyoruz evlat.” dedi. “Güzel bir geceydi. Dayınlara ve Sarıambar’a selamlar. Masa altındaki senin hakkın. Yolun daha var, bizden sonra sana eşlik eder.” Herhangi bir yanıt veremeden üçü birden indiler ve gözden yitip gittiler. Paralarımı verin diye arkalarından bağıracaktım; “Ben onları size yedirmem!” Desem ne olacaktı, gitmişlerdi işte. İstasyonda kucağında pet şişelerle koşturan çocuğun biri su satıyordu. “Su ister misin abi?” diye sorunca çocuğa baktım. “Su, su ister misin?” diye tekrar sorduğunda, boş ceplerimde para arandım. Bir lira bulabildim. Parayı çocuğa uzatıp suyu aldım. Soğuk bir su iyi giderdi. Lagos ve adamları çoktan peşime, daha doğrusu paralarının peşine, düşmüşlerdir.
Kompartımanda yalnız kalmıştım. Yalnız ve bitik. İstasyondan binen oldu mu bilmiyorum, yanıma gelen olmadı. Şimdilik ne Lagos, ne adamları, ne de başkaları… Tren hızını almış, bozkırda akıp giderken, masa altındaki koladan, karton bardağa doldurdum. Uzaklarda bir ev gördüm, başka hiçbir ev yoktu etrafında, çatısında dumanlar tütüyordu. Küçük Ev, geldi aklıma nereden geldiyse, içinde ailesiyle birlikte mutlu bir hayat süren Lora İngıls’a kaldırdım kadehimi. Berbat şeyin tadı bu sefer hoşuma gitmişti.